SODAP olarak önümüzdeki dönemi sınıf hareketinde içine düştüğümüz gerilemeyi durdurma ve yeni mevziler edinme amacıyla değerlendirebilmek istiyoruz. Kenan Budak yoldaşın anması ile birlikte İstanbul’daki bağımsız sendika şubesinin açılışının duyurulmuş olması da bu iradenin işaretlerinden biri olarak değerlendirilmeli.
SODAP sınıf hareketinde neden geriye düştü? Bu durumun hem ideolojik politik hem de örgütsel sebepleri var. Krizin en ağır tahribat yarattığı alanların işçi çalışması ile ilişkili olması, buralarda zamanla çok farklı, sınıf hareketini görmeyen bir yoğunlaşma olduğu biliniyor. İdeolojik politik neden olarak da aslında varoş çalışmasının işyerlerini hedefleyen çalışma ile sahip olması gereken iç içe, birbirini besleyen, güçlendiren bağlarının tam olarak kurulamamış olması belirtilebilir. Zaman zaman bazı politik yönelimler diğerlerinin ikamesi gibi değerlendirilerek anlaşılınca böylesi zaafların ortaya çıkması da kaçınılmaz hale gelebiliyor. Oysaki gelenek olarak işyeri çalışması konusunda Sosyalist Hareket’in en birikimli öbeklerinden biri olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Özellikle eski TKP’nin ortadan kalkması sonrasında bu alanda geçmiş deneyimleri günümüze taşıyabilecek bir elin parmağı kadar kadro büyük oranda SODAP ile hareket etmektedir. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinin dehlizlerinde başarılan bağımsız sendika örgütlenmeleri, 89 Bahar eylemleri içinde gerçekleşen direnişler, gangster sendikalara yapılan sınıf inisiyatifli müdahaleler, 90’larda sendika örgütlenmesinin başarıldığı onlarca işyeri ile yaratılan değerler sınıf hareketine güçlü bir yönelimin zeminini sağlamaktadır. Özellikle sınıfın içinde bulunduğu yeni koşullarının değerlendirilmesi ve bağımsız sendika deneyiminin işyeri tabanlı bir çalışmanın aracı olarak nasıl değerlendirilebileceği üzerine yaşanacak bir netleşme, ortaya konan hedeflere merkezi düzeyde yoğunlaşabilme, süründürmeden sonuç almaya kilitlenme içinde bulunduğumuz dönem açısından hayati önemdedir. Alanda yaratılacak güncel değerlerin, tüm Sosyalist Hareket’i saran puslu kriz havasının aşılmasında altın değerinde olacağı iyi anlaşılmalıdır. Aslında bir süredir, özellikle 2 yıl önceki İşsizlik Kampanyası’ndan bu yana işyerleri ile ilişkimizi yeni bir seviyede tanımlamak gibi bir dertle hareket etmekteyiz. Fakat o kampanyada da çok net bir biçimde ortaya çıkan merkezi-yerel görevler gerilimi –ve tabii ki dipten büyüme evresindeki kriz dalgaları- sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını engellemişti. Bu yüzden bugün yeni bir heyecanla yönelimimizi örerken söz konusu gerilim konusunda çözümlerimizi hızla hayata geçirerek, güncel görevler konusunda netleşerek yürümek durumundayız. Bugün eldeki sınırlı imkânlarla sonuç alabilmek, merkezi yönelimlere çok daha etkin bir katılım gösterebilmeyi zorunlu hale getirmektedir. “Ne yardan ne serden vazgeçememe” durumu, emeklerin sonuç alacak noktalara odaklanamaması kriz ruh halinden çıkışı geciktirecektir. İşyeri tabanlı sınıf hareketine yönelimimizi yine geçmiş eksikliklerimizin yolundan giderek bir şeylerin ikamesi olarak görmemek gerekiyor. Bugün birçok siyaset içinde yürütülen “Kürt hareketi mi, sınıf hareketi mi?”, “varoş mu, sınıf mı?” tartışmaları yanlış tartışmalardır. Burada karşı karşıya konacak değil ama aralarındaki ilişkiler doğru ve birbirini besleyici biçimde kurulması gereken halkalar vardır. Bir çalışmanın diğerinin önüne geçmesi, bir çalışma için diğerinin feda edilmesi zorlama değerlendirmeler olacaktır. Bu çerçevede sınıf çalışmasına ve alanda yaşanan sıkıntılara dair çözüm önerilerimize ve hedeflerimize dair aşağıda bir giriş yapılmıştır:
SINIF HAREKETİNİN ÖNÜNÜ AÇMAK İÇİN NELER YAPMALI?
Sendikal hareketin krizi ile devrimci hareketin sınıf örgütlenmesi yapamaz hale gelmesi arasında sıkı bir bağ söz konusudur. 12 Eylül sonrasında ancak 1989–1995 yılları arasında kısmen kurulan bağlar Zonguldak’ın yenilgisi sonrasında neredeyse bütünüyle koptu. Devrimci Hareket içinde işçi çalışması yapmayı bilen kadroların sayısında hızlı bir erime yaşandı. Sosyalizmin yaşadığı prestij kaybı, devrimci hareketlerin sendikalara aktardığı kadroların likidasyonunu hızlandırdı. Geçmişte solda aldığı tutumlarla anılan kimi sendikaların yönetimlerinin MHP’lilerin eline geçtiği Harb-İş benzeri örnekler bile yaşandı. Solun krizi en belirgin bir biçimde kendini sınıf hareketi içinde gösterdi. Sınıf içinde devrimci yapılar tekil devrimci bireylerin çabaları ile kendilerini hissettirebilir hale geldiler. Bu durum sınıf ile devrimci hareket arasındaki bağların da önemli oranda kopmasına yol açtı. Bu kopukluk hem sendikalardaki çürümenin artmasına, sendikalarla sınıfın gündelik talepleri arasındaki bağların bütünüyle eğretileşmesine hem de devrimci hareketin toplumla gerçekçi zeminde bağlar kurmasını sağlayan düzeyi yitirmesine sebep oldu. Kayıp iki taraf için de, toplum içindeki varlıklarını-yokluklarını sorgulatacak kadar büyük bir seviyededir. 1990’ların ilk yarısı sınıf ile devrimci hareketin önemli buluşma olanakları yarattığı bir dönemdi. İkinci yarı ise yaşanan hayal kırıklıklarına rağmen kimi önemli direnişlerin imzasını taşır. Hiçbir sene yoktur ki uzun erimli bir mücadele, devrimci hareketin bir kesiminin işin başını çektiği ama diğer tüm kesimlerin de bilgisi ve ilgisi dâhilinde gelişen eylemler yaşanmamış olsun. Fakat 2000’li yıllarla birlikte işçi sınıfı eylemleri bütünüyle “kol kırılır yen içinde kalır” seviyesinin ötesine geçememeyi alışkanlık haline getirdi. Bu durum gelinen noktayı köklü bir biçimde değerlendirmenin yeni bir kalkışma için zorunluluk olduğunu ortaya koyacak bir düzeydedir. Doğrusu çok yazılıp çizildiği için sınıfın yapısal analizleri veya sendikal hareketin tarihi üzerinde durmayacağız. Sadece bundan sonrasına devam edebilmek için birkaç tespiti ön kabul olarak belirtip ilerlemeyi anlaşılır olabilmek adına gerekli görüyoruz. [1]1) İşçi sınıfı bugün geçmişte olduğundan çok daha parçalı bir yapı sergilemektedir. Hem hizmet işkolunun hızlı gelişimi, tarımsal yapının hızlı çözülmesi, savaş sonrası yaşanan büyük göç hareketinin yarattığı yeni mülksüzleşmiş kesimlerin basıncı ile sınıf çok farklı katmanlar halinde devinmeye başlamıştır. Biz bu karmaşayı, sorunların ve hayata karşı duruşun ortaklaşması ve üretimde bulunulan pozisyonların örtüşmesi çerçevesinde üç ana grupta ele almaya çalışıyoruz. a) Merkez-çekirdek işgücü b) Yarı çevre işgücü c) Çevre işgücü Bu kavramlaştırmadan ne anladığımızı aşağıda daha da belirginleştirmeye çalışacağız. Fakat bu ana öbeklere ayrı politika ve araçlarla yönelmeyen bir devrimci hareketin sınıf hareketinde güçlü ve kalıcı mevziler elde edebilmesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz. 2) Türkiye’deki geleneksel sendikal yapıların, gelinen noktada sınıfın örgütlenmesi gibi bir amaca hizmet etmelerini beklemenin hiçbir karşılığı yoktur. Bu hem tarihsel gelişimlerinin doğal bir sonucudur hem de varolan hantal ve bürokratik yapılarıyla isteseler dahi bu görevin altından kalkabilme şansı söz konusu değildir. Tam tersine bugün sendikalar sınıfın aktifleşebilecek kesimlerinin önüne engel yaratma işlevini çok daha iyi oynayabilmektedirler. Tüm sınıf çalışması perspektiflerini varolan sendikaların yönetim mevkilerinde koltuk kapma üzerine kuran siyasi anlayışlardan sınıf mücadelesine katkı beklemenin hiçbir gerçekçi zemini yoktur. Dolayısıyla bu sendikaların bürokrasisine karşı mücadele de sınıf mücadelesinin omuzlarımıza yüklediği bir görev olarak karşımızda durmaktadır. 3) Devrimci hareketin 1990’dan bu yana sınıf çalışması adına yaptıkları, büyük oranda köhnemiş sendikal bürokrasiye taze kan taşımak dışında bir sonuç yaratamamıştır. İşyerlerini sendikaya örgütlemek, sonra da buradaki örgütler aracılığıyla sendikal bürokrasiyi alt etmek taktiği tam anlamıyla başarısızlığa uğramıştır. Toplu sözleşmenin kurtarıcılığı üzerine kilitlenen bir anlayış, en sığ sendikal anlayışı yeniden yeniden üretmiştir. Devrimcilerin örgütlediği onlarca işyeri sendikal mücadelede hiçbir kalıcı mevzi yaratamamıştır. Bundan sonraki sınıf çalışmasının bu zaafından kurtulması mutlak bir zorunluluktur. Devrimciler sınıf çalışmasında kendi yarattıkları araçlarla yürümek durumundadırlar. 4) Sınıf, gündelik sorunlarından yola çıkarak örgütlenebilir ancak. Fakat sosyalist hareket bu seviyedeki yaşama yabancıdır. İşçi bireyin kaygıları, sıkıntıları anlaşılamamaktadır. İşçiyi güçlendirecek kendine ve sosyalistlere güvenini arttıracak adımlar atılmadan sınıfla kalıcı ilişkiler kurabilme imkânı yoktur. Sol uzun bir süredir işyeri seviyesinde örgütlenme yapamamaktadır. Solun bu alanda istihdam edilebilecek kadroları iyice zayıflamıştır. Bu alan bütünüyle sendika bürokrasisine terkedilmiş durumdadır. En “işçici” görünen anlayışın bile fabrika önlerinde bildiri dağıtmak, kendiliğinden direnişlere müdahale etmek dışında kalıcı bir sınıf bağı mevcut değildir. İşçi sınıfının içinde olamayan ve onun kaygılarını anlayamayan sol, sol olma meziyetini adım adım yitirmektedir. İşçiyi toplusözleşmeye kilitlenen bir tarzda değil tüm yaşamsal sorunlarına çözümler üretmeyi hedefleyerek, sürekli bir ilişki amaçlayarak kucaklamak esastır. L. Amerika’daki deneyimlerden bu yönlü bir sonuç çıkartılması gerekir. Topraksız Köylü Hareketi, İşsizler, Patronsuzlar hep ayakta kalma mücadelesindeki emekçilere gerçek, somut seçenekler yarattıkları oranda başarılı olabilmişlerdir. Bu ana tespitleri yaptıktan sonra devrimci hareketin sınıf örgütlenmesi ile ilgili görevlerini daha belirgin bir biçimde tanımlayabilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Yukarıda da belirtildiği gibi sınıf içindeki parçalanmayı esas alan bir öneri geliştirmek istiyoruz. Bu önerimizi büyük oranda 1996 sonrasında yarattığımız kendi deneyimimiz ışığında dünyada ve ülkemizde sınıf hareketi deneyimlerine bakışımızdan süzebildiklerimizden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla önerimizi olabildiğince somut yaşantılarla açıklamaya çalışacağız.
ÇEVRE İŞGÜCÜ VE DAYANIŞMAEVLERİ
1996’da yayınlanan Yol Dergisi’nde varoşların sınıfın en dışlanmış, neredeyse sosyal hayatın dışına itilmiş kesimlerinin birikim noktası haline gelmeye başladığını ve devrimci hareketin yeni bir çıkış için öncelikle bu kesimler içinde güç toparlaması gerektiğini tespit etmiş ve siyasi çalışmamızı bu çerçevede geliştirmiştik.[2] Gerçekten de varoşlar her ne kadar zaman zaman sınıf dışı, deklase kesimlerin mekânı olarak nitelense de esas olarak işsizlerin ve yoğun olarak taşeron, ikincil, sigortasız, çevresel işgücünün yani işçi sınıfının en kötü koşullarda istihdam edilen kesimlerinin birikim noktasıdır. Düzen ile emekçiler arasındaki çelişkilerin en billurlaşmış biçimleri burada karşımıza çıkmaktadır. Bu kesimler için yaşamlarını sürdürebilmek dahi önemli bir meziyet gerektirir durumdadır. Dolayısıyla genel bir devrimci ajitasyonun çevresinde toparlayacağı kesimler dışındaki geniş yığınlara ulaşmak isteyen öznelerin bu yaşamsal sorunlara çözümler üretebilecek, dışlanmış kesimleri güçlendirerek örgütlenmeye sevk edecek araçlara sahip olması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk Dayanışmaevlerini yaratmıştır. Çevre işgücünün işyeri değiştirme hızı çok yüksek olduğundan bunlarla salt işyeri üzerinden kurulacak bağların süreklileşmesi neredeyse imkânsızdır. Dolayısıyla, Dayanışmaevleri genel olarak semt bazında örgütlenmeyi esas alır. İşçiyi sadece işyeri sorunları ile değil kendisinin ve ailesinin mahrum bırakıldığı tüm yaşamsal haklarının boşluğunu dayanışmayla doldurmayı hedefleyerek örgütlemeye çalışır. Bu açıdan Dayanışmaevleri koşulların dayattığı tüm ortak yaşam pratiklerini hayata geçirmeye çalışır. Sağlık, eğitim, iş, giysi, güvenlik gibi konularda elbirliğine dayanan örgütlenmeleri hayata geçirmeye çalışır. Çevre işgücü geleneksel olarak işyerine büyük bir bağlılık hissetmez dolayısıyla işyeri ile ilgili sorunlarını işyerini değiştirerek çözme yoluna gider. Oysa barındığı mekân ile ilgili değişiklik yapabilme yeteneği son derece sınırlıdır. Dolayısıyla bu alana dair geliştirilen politikalarda çok daha duyarlı davranması beklenebilir. Bu yaklaşım zaman zaman Dayanışmaevlerinin bir sınıf örgütü olmadığı eleştirisine yol açmıştır. Oysa tam da L.Amerika’da ortaya çıkan benzerleri gibi bu kurumlar işçi sınıfının en alttaki kesimlerinin ayakta kalma stratejilerinin bir parçası olarak varolmakta, işlevini oynayabildiği sürece de yoğun karşılıklar bulabilmektedir. Geleneksel sendikalar açısından zaten örgütlenemez olarak görülen, çetelerin ve sefaletin kucağına itilen geniş çevre işgücü, Dayanışmaevleri çatısı altında bir sınıf haline gelmenin pratiklerini üretmektedir.
YARI ÇEVRE İŞGÜCÜ VE BAĞIMSIZ SENDİKALAR
Yarı çevre işgücü çerçevesinde, orta ve büyük ölçekli işletmelerde çalışmalarına rağmen genelde sendikasız olan, hukuk dışı uygulamalara yoğun olarak maruz bırakılan, yarı vasıflı, patronlar tarafından sayısal esneklik çerçevesinde değerlendirilerek kriz anlarında kısa yoldan sokağa bırakılan kesimleri algılıyoruz.[3] Bu kesimler yoğun olarak hak gasplarına maruz kalmakta, bütünüyle kuralsız bir çalışma yaşamının sıkıntısını yaşamaktadırlar. Mesai ücretleri zamanında ödenmemekte, sigorta primleri maaşları ne olursa olsun asgari ücret üzerinden ödenmekte, fazla mesai ücretleri hem zamanında ödenmemekte hem de kesilmekte, sendikalaşma girişimleri ise hem patronların katı tutumları hem de sendikaların duyarsızlıkları sonucunda başarısızlığa uğramaktadır. Geçmişte devrimci hareketlerin en yoğun olarak ulaşmaya çalıştığı işyerlerinde genellikle bu kesimden işçiler bulunmaktaydı. Kuralsızlığa duyulan tepkiler örgütlenmeye uygun bir zemin sunmaktaydı. Sendikanın gelmesi ve toplusözleşmenin yapılması sonrasında sorunların bir kalemde çözüleceğine dair bir yaklaşım işçilerin örgütlenmesinin temel hedefini oluşturmaktaydı. Buralarda büyük bedeller ödenerek ve neredeyse illegal örgüt gizlilik ilkeleri çerçevesinde yürütülen örgütlenme çalışmaları kimi zaman bütün engelleri aşarak başarıya ulaşsa da işçilerin somut kazanımlar elde edebilmesi pek mümkün olmamakta, hatta kısa bir süre sonra işyerinde sendika yetkiliyken geriye tek bir sendikalı işçi bile kalmamaktaydı. (Örnek DİSK Tekstil’e 2000 yılında örgütlenen Reha Tekstil) Genellikle de havzalarına sendikal örgütlenmenin girmesini engellemek için büyük bir kenetlenme yaşayan patron örgütlerinin iç dayanışması sonucunda sendikalaşma çabaları başarısızlığa uğramaktaydı. (Merter ve Tuzla-tersane bölgelerindeki patron örgütlerinin etkinliği bu çerçevede değerlendirilebilir) Dolayısıyla varolan tepkiler sonuç üreten bir kazanıma yol açamadan umutsuzluğa, başarısızlık hissine ve örgütlenmeye dönük güvensizliğe yol açmaktaydı. Bu durumun ortaya çıkmasında sendikaların işbirlikçi tutumlarının hayati bir rol oynadığını belirtmeden geçemeyiz. Sendikasına örgütlenen işçileri anında patrona gammazlayarak, aldığı prim karşılığında sendikal örgütlenmeyi bertaraf eden birçok sendika şube başkanının adı hala hafızalarımızda kayıtlıdır. Bu duruma yanıt üretebilecek bir araç olarak bağımsız sendikaları düşünüyoruz. Bağımsız sendikaların, büyük sendikalardan tek eksiği maddi gücü ve toplu sözleşme yapabilme yeteneğidir. Üstünlüğü ise sınıfı örgütlemeyi politik düşüncesinin dayattığı bir sorumluluk olarak hisseden kadrolar tarafından yürütülmesidir. Özellikle hukuki mücadele alanında ciddi bir birikime sahip bir bağımsız sendikanın, kuralsızlığa karşı mücadele ederken ciddi kazanımlar elde etme şansı mevcuttur. Çünkü bugün işyerlerinde yaşanan gerçeklik, hukuki kazanımların gerisinde bulunmaktadır. Örgütsüzlük işçilerin şimdiki haklarını bile etkin bir biçimde kullanmasının önünde bir engeldir. Yarı çevre işgücünün çalışma hayatı ile ilgili güncel sorunlarının büyük bir kısmı kuralsızlaşmadan kaynaklandığı için bu alanda kazanım elde edebilecek kurumlarla güven ilişkisi geliştirmesi ve sürekli bir bağ kurması olanağı vardır. Bağımsız sendikalar bu imkânı değerlendirebilir. Buna uygun kimi örnek deneyimler mevcuttur. (Bkz. Bursa’daki BATİS sendikası) İlk bakıldığında çok küçük gibi görünen kimi kazanımların işçinin hayatında çok ciddi kimi sorunları çözebilecek olması, buradan aldığı güçle işyerinde daha özgüvenli ve örgütlenmeye açık hale gelmesi umulduğundan daha büyük olanaklar yaratmaktadır. Bu yaklaşım sınıfın sektörel bazdaki geleneksel ayrımına karşı ortak örgütlenme deneyimleri yaratabilmek için de bir olanaktır. Her işkolundan işçinin kuralsızlaşma ile ilgili benzer sorunlar yaşadığı düşünülürse ne demek istediğimiz daha da iyi anlaşılacaktır. Böylece sendika ağalarının denetimindeki geleneksel sendikalarla varolan göbek bağımızı da kesmiş olacağız. Bu beylerin de kendilerine hazır örgütlenmiş işyerleri getiren yeni fedailer bulması gerekecektir. Bağımsız sendikalar toplusözleşme hedefine kilitlenmiş değildir. Dolayısıyla işçiyle sürekli bir bağ kurmak mümkündür. Bireysel ve kolektif anlamda bağ kurabilme imkanı mevcuttur. Dayanışmaevleri’nde yürütülen birçok faaliyetin buralarda da yürütülmesi, sendikanın bir “yaşam örgütü” olarak algılanması etkinliğini daha da arttıracaktır.
MERKEZ-ÇEKİRDEK İŞGÜCÜ
Bu alana otomotiv, kimya vb. sektörlerde çalışan vasıflı-çekirdek işgücü ile hizmet sektörünün gelir düzeyi yüksek kesimindeki işçileri dâhil edebiliriz. Bu alanda sigortalı ve sendikalı işçiler bulunmaktadır. Takım çalışması, süreklileşmiş eğitim, çok yönlü ve bilgili çalışan, kaizen(yaratıcı düşünce) temelli iş geliştirmeye yönlendirilmiş işgücünün yer aldığı söylenebilir. Bu tip bir işgücünün örgütlenmesi ile ilgili deneyimlerin oldukça sınırlı olduğu bilinmektedir. Temelde işgücü motivasyon ve bağlılığının arttırılarak üretkenliğin arttırılması patronlar tarafından amaçlanmaktadır. Ancak üretim bilgi ve becerisi gelişmiş meslek lisesi mezunu bilgisayar kullanabilen genç işçilerin mücadeleye ayrı bir güç ve nitelik katması, üretim içindeki yerini akıllıcı kullanabilmesi de mümkündür. Bu anlamda bu sürecin tek yanlı görülmemesi gerekmektedir. Ancak bu alanda sendikal rant yüksek olduğu için geçmişten beri örneğin otomotiv sektöründe örgütlü Türk-Metal gibi sarı sendikalar sınıf sendikacılığının önünde engel olmaktadır. Öte yandan Toyota gibi fabrikalarda sendikal girişim başarısızlığa uğratılmıştır. Bu durum şirketin yönetsel stratejileri ve küresel ölçekte pazarlara ulaşma düzeyi ile ilişkilidir. Geçmişte belli dönemlerde, özellikle birkaç sene önce metal işkolunda Türk Metal’e karşı yaşanan isyan anında olduğu gibi söz konusu işçi grubu önemli tepkiler üretebilmektedir. Fakat sınıf hareketinin genelinde bir kabarma olmadan, bu kesim içinde kalıcı mevziler yaratılabilmesi, gangster sendikaların bu alandan püskürtülebilmesi kısa vadede kolay değildir. Solun buralardaki varlığı, sınırlı sayıda işçi bireyle sınırlıdır. Fakat bu kesimlerin örgütlenmesinin stratejik etkileri olacağı açıktır. İş yönetimi bilgisine en üst düzeyde hakim olmaya başlayan söz konusu kesimlerin üretimin yeniden yapılandırılması aşamasında sunabileceği katkılar büyük olacaktır. “Takım çalışması, büyük temposuna, yarattığı karoshi veya burnout hastalıklarına rağmen aynı zamanda emeğin nitelik kazanma sürecidir. Niteliğini yitirirken nasıl büyük altüstlükler, dirençler ortaya çıktıysa, yeniden nitelik kazanmasının sadece bir ödül gibi gerçekleşebileceğini ummak büyük bir yanılgı olur. Bu bilinç ve bilgi, aynı zamanda emeğin nitelik kazanması ve bu niteliği kendi çıkarları için harekete geçirme potansiyelinin de birikmesi anlamına gelir.” [4] Dolayısıyla bu kesimin örgütlenmesi ile ilgili kısa vadede büyük gelişmeler beklemesek de çekirdek işgücünün örgütlenmesinin, aynı zamanda sınıf hareketinin gelişimi için çok önemli bir sıçrama olacağını görerek söz konusu alanda yaşanan gelişmeleri yakından takip etmek ve kimi pilot fabrikalara kadrolar yerleştirmek geleceğe dönük atılması gerekli önemli adımlardır.
BİTİRİRKEN KISA NOTLAR
Varolan işçi sendikalarının kitlelerden bu seviyede kopmasının en önemli sebebi hiç kuşku yok ki örgüt içi demokrasinin buralarda hiçbir seviyede yaşama şansı bulamamasıdır. Sendikalardaki Demirel’lerin tahtı bir türlü yıkılamamaktadır. Milletvekili olmayan sendika başkanları görevlerini ölene kadar sürdürmektedirler. Oysa sendikaların işlevlerini oynayabilmeleri için işleyişin demokratik olması, katılım kanallarının açık olması gerekmektedir. Bu kanallar örgütün, kitlesinden kopmamasının, kitlenin örgüte yabancılaşmasının önüne geçebilmenin en büyük güvencesidir. Karar mekanizması yerel ve genel olarak toplanan meclislerin elinde olmalı, yönetimlerin yetkileri büyük oranda yürütme işleviyle sınırlandırılmalıdır. Bu mekanizma sendikaların genel hattının emekçilerin talepleri ile uyumlu olmasını sağlayacak, sınıfın güncel ve somut taleplerinin ve isteklerinin ortaya çıkmasına, belirleyici olmasına neden olacaktır. Kitlelerden kopmanın önüne geçilebilecektir. Dayanışmaevlerinin her biri yerel meclisler üzerinden işlemektedir. Çevre işgücünün sorunlarının merkezi ölçekte ayrıntılandırılması ve yönetilmesi her zamankinden daha zordur. Çeşitli emek biçimleri aynı semt ve işletmede yan yana bulunabildiği gibi yoğun göç alan bölgelerde bu çeşitlilik ve farklılaşma daha da boyutlanmaktadır. Bağcılar semti gibi 850 bin kişinin sadece 22 km2lik alanda yaşadığı, hem ev eksenli çalışmanın hem atölyelerin hem fabrikaların olduğu; farklı göçler almış bir bölgede sınıf örgütleri ancak yerel demokratik işleyiş ile taleplerini ifade edebilirler. Kadınların, daha yoksul ve eğitimsiz sınıf kesimlerinin sesinin duyulması, boğulmaması ve güçlenmesi için de bu gereklidir. Demokrasi kitle örgütleri için bir lüks, bir detay değil, örgütlenmenin en büyük güvencesidir. Yoksul emekçilerin kendilerini güçlendirme ve eğitmeye çalışma, çocuklarını yozlaşmadan koruma, temel ihtiyaçlarını karşılama, iş arama gibi pratikleri ortaklaşa ve dayanışma ruhu içinde sınıf dayanışmasının bir parçası olarak örgütlenebilmelidir. Çevre işgücünden yarı çevre işgücüne geçme istekleri yolunda gerçekleştirdikleri pratikler, alınan kurslar, yerel sınıf örgütlerince gerçekleştirilebilir. Sendikaların ve ulusalcı solun günümüzdeki yönelimlerinde ve politik ifadelerinde en çok dikkati çeken sorunlardan biri karşılaşılan temel sınıf çelişkisinin dışsallaştırılması, yerli sermayenin masum gösterilmesidir. “Ulusötesi sermayenin beyni IMF ülkemizi sömürgeleştirmek istiyor” denerek temel sınıf çelişkisi “ulus ötesi sermaye ve içerdeki bir avuç azınlık” olarak gösterilebilmekte, küreselleşme sürecine katılan yerli sermayedarlar aklanmaktadır. Böylece sınıf çıkarları yerine ulusal çıkarlar vurgulanarak sınıfsal dayanışma ve bilinç muğlâklaştırılmaktadır. (Bu tip örnekler için 2001 Emek Platformu bildirgesine ve Yıldırım Koç’un makalelerine bakılabilir.) Emperyalizmin uluslararası ölçekte işleyen eşitsizlik ilişkileri Türkiye’deki sermaye iktidarı üzerinden gerçekleşmektedir. Yerel direnişlerin başarı şansı yoktur. Direnişler çok büyük bir dayanışma ağı ile sarmalanamadıkça aynı semtteki işyerinde çalışan işçinin haberi dahi olmadan yenilgiye uğramaktadır. Direnişi kazanımla sonuçlandırabilmek için iş bırakmalar, sokak eylemleri, imza kampanyaları vs. merkezi ve eşgüdümlü olarak örgütlenebilmelidir. Geçtiğimiz yıl Tuzla tersanesinde yaşanan direniş önemli bir aşama kaydetmiş fakat işçi sınıfının diğer öbeklerinin dayanışması sağlanamayınca başarısızlıkla sona ermiştir. Sınıfın yaşadığı dönüşümler, yoksullaşma, işsizlik sınıfın örgütlenememesinin mazereti olamaz. Sorun bu koşulların yaratığı dinamikleri doğru kavrayabilmektir. 20–30 sene öncesinin sınıf stratejileri ile yol alınamıyor. Alınamadıkça sınıftan kaçış yaşanıyor. Teorik olarak değil ama pratik olarak bu kaçış uç sınırlarına ulaşmıştır. Türkiye’nin işçi havzalarının hiç birinde solun bir ağırlığı kalmamıştır. Sınıftan bu yalıtılma hali solun krizinin en önemli etkenidir. Dolayısıyla sınıfa gidişin yolları açılamadan krizden çıkış şansımız yoktur. “Dili daha da politikleştirelim, varolan sendikalar tüm işçi sınıfına sahip çıkarsa bir şeyler olabilir” önerileri gerçekçi değildir. Dilek kipinde yapılan önermelerdense kendi deneyimlerimizden, yapabileceklerimizden yola çıkmamız yaratıcı sonuçlar verebilir. Sanki dinleyen varmış gibi sendikal bürokrasiye yapılan önerilerin hiçbir karşılığı olması mümkün değildir. Ama sınıfla bütünleşen, güvenini kazanan, sınıfın kendini ifade kanallarını açık tutabilen bağımsız sendikalar toplumsal meselelerde çok daha net tutumlar alabilecektir. Solun kendi durduğu noktadan sınıfı algılaması mümkün değildir, yapılan önerilerin hep biraz havada kalması bundandır. Sınıfın doğasını bilen, çözümleyebilen kadro sayısı çok sınırlıdır. Sayfalarca analiz yapılmakta fakat çözüm için birkaç uygulanabilir öneri dahi formüle edilememektedir. Çözümü ancak sınıfa gitme konusunda ısrarcı olanlar bulacaktır.Adil ve özgür bir gelecek için yaşamlarını sınıfın örgütlenmesi için seferber eden tüm dostlara ve yoldaşlara selam olsun!
[1] Tabii sınıfın yapısına bakmak yanında sermayenin durumuna da bakmak gereklidir. Sermayenin akışkanlığı ve küresel rekabet koşullarında aldığı tutum, yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkileri önemli olsa da burada bunlara da değinemiyoruz.
[2] YOL Siyasi Dergi, Sayı 6, Nisan 1997
[3] Bizim kullandığımıza benzer bir sınıflama Adaman, Buğra , İnsel tarafından sendikalı, sendikasız sigortalı, sigortasız sendikasız biçiminde yapılmıştır. Bkz. Fikret Adaman, Ayşe Buğra, Ahmet İnsel, “Türkiye’de Farklı İşçi Dünyaları ve Sendikaların Toplumsal Konumu”, Birikim, Sayı 217, Mayıs 2007
[4] Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.457, Alaz Yayıncılık, Şubat 2007