Nurdan Gürbilek, 12 Eylül sonrası kültürel alt üst oluşu anlattığı kitabı “Vitrinde Yaşamak”ta şöyle demişti: “Kuşkusuz dilin her zaman hayali bir yönü vardır, her dönemde bazı kavramlar önem kazanırken diğerleri gözden düşer. Ama 80’lerin farkı, bunu yaparken dillerle olan ilişkimizi de kökünden değiştirmeyi başarması, tanıdıklığı ya da yaşanmışlığı tümüyle dışlayan keyfi bir dili yaşar kılabilmesi, dille hakikat arasındaki ilişkiyi koparırken hayali bir dili sahiciymiş gibi gösterebilmesiydi.” Faşizmin en büyük maharetlerinden birisi söylemle gerçeklik arasındaki bağı koparması, bilinçleri şizofrenik bir varoluşa mahkûm etmesi. Erdoğan dil ve gerçeklik arasındaki mesafeyi rekor seviyelere çıkararak tarihteki müstesna yerini daha da pekiştiriyor.
7 Haziran sonrası yaşananlar basın üzerindeki karartmanın neden bu kadar ağırlaştırıldığını çok daha rahat anlamamızı sağlıyor. Böylesi bir karartmayı sağlamamış olsalardı bu kadar çelişkiyi bir arada yürütebilmeleri kesinlikle mümkün olamazdı. Erdoğan’ın kendisini “savcısı” ilan ettiği Ergenekon davası, başladığının tersine sessiz sedasız biçimde tarihe gömüldü. Bir dönemin Erdoğan açısından ittifak (cemaatle) ve tasfiye/etkisizleştirme (eski rejimin siyasi elitleri ve ordunun ulusalcı kanadı) politikalarının aracı olarak var olan bir politik dava, yeni dönemin yine Erdoğan açısından ittifak (eski rejimin siyasi elitleri ve ordunun ulusalcı kanadı) ve tasfiye (cemaat, Kürt siyasi hareketi) politikalarının gereğince yok oluverdi. Ergenekon davasının ilk günlerinde saçma sapan bir iddianameye olmaz kerametler atfeden AKP’li zevat, şimdi aynı iddianamedeki saçmalıkları cemaate ihale etme konusunda aynı cevvallikte boy gösteriyorlar TV’lerde. Erdoğan ise tabii ki birkaç adım gerilettiği ordu ile yeni güç dengeleri içinde ittifak kurmanın lüksünü yaşıyor bir yandan. Sonuç olarak, derin devletin aklanmaya çalışıldığı bir yeni bilinç durumu yaratılmaya çalışılıyor, kimi KP eksenli solcular da yetmez ama evetçilere birkaç milyonuncu burun sürtmelerini gerçekleştirebilmek için bu tezgâha su taşımaktan erinmiyorlar. Hiçbir dava sonucu, Türk devletinin özünün topluma karşı örgütlenmiş bir özel harp aygıtı olma gerçeğini ve bu aygıtın ancak demokratik bir halk devrimi ile işlemez hale getirilebileceği hakikatini ortadan kaldıramaz. 7 Haziran sonrası yaşadıklarımız bu yalın gerçeği en açık biçimde bir kez daha gözlere sokmuş olmalı.
Erdoğan bir termik santral açılışında da yine gerçekleri alt üst ediyor ve buyuruyor: “Terör olayları dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girdiğimiz için yeniden yükseldi”. Böyle bir durum var mı? Ne gezer? Türkiye ekonomisi doların değerinin yoğun sermaye girişleri ile baskı altına alındığı dönemlerde yaşadığı dolar bazında hızlı büyüme dönemini çoktan geride bıraktı ki o dönemde bile 17.likten yukarı terfi edemedi. IMF’nin 2015 listesinde 733 milyar dolarla 18. sırada, 10. sıradaki Kanada’nın yarısından daha düşük bir seviye. Ama olsun Erdoğan böyle dediği için bunu tek referans kabul edecek milyonlar yaşıyor nasılsa ülkede. ( Bu ekonomide “Erdoğan mucizesi” efsanesi maalesef kimi muteber bilim adamlarını bile esir almış durumda. Baksanıza Hamit Bozarslan Post Express’teki röportajında ne demiş: ‘Fakat Demirel ve Özal bu söyleme tekabül edebilecek ekonomik koşullara sahip değildi. Hâlbuki Erdoğan döneminde Türkiye, dünyanın 17. ekonomisi oldu.’ Oysa Türkiye 1980’de dünyanın 16. ekonomisi idi.) Ya da basın özgürlüğü sıralamasında 151. sırada iken, “Türkiye’deki özgürlükler hiçbir yerde yok!” demecini de duyabiliyoruz. Dolmabahçe Mutabakatı’nın üzerinden daha 400 gün geçmemişken “Ne Dolmabahçe’si, terör örgütüyle herhangi bir mutabakat yapılmadı” da denebilir, Kilis’e “düşen” ve her nasılsa 16 kişiyi öldüren IŞİD bombaları zinhar görünmez kılınır, devletin görevinin halkı değil kendisini korumak olduğu Valilik önünde protesto eylemi yapan Kilislilere gaz bombalarıyla hatırlatılır, Başkanlık sisteminin kendisi tam bir vesayet sistemiyken “tüm vesayetleri ortadan kaldıracak, insanı merkeze alacak” (bkz. Sabah gazetesi 23 Nisan manşeti) diye lanse edilebilir.
Tam anlamıyla çürümüş, tarihsel anlamda ömrünü doldurmuş ancak toplum tarafından aşılamamış her iktidar söz konusu olduğunda yaşandığı gibi ancak yalan ve inkâr ile ayakta kalabilecek bir iktidar var karşımızda. Kendileri karşısında etkin bir politik odak oluşmasından ve hedefledikleri rejim değişikliğini hukuki kılıfa büründüremeden engelleyecek diye büyük bir tedirginlik içerisindeler. Bu yüzden bir bilinç netleşmesini engelleyebilmek adına sürekli yalan söylüyorlar, bir tutumun ortaya çıkmasını engellemek için ise sürekli saldırıyorlar.
Ancak bu yalan ve zorbalık illüzyonlarının etkisini tümüyle kaybettiği ve Kral’ın çıplak olduğunun bütün belirginliği ile ortaya çıktığı kimi berraklaşma anları da yaşamıyor değiliz. 22 Nisan’da Çağlayan’da faşizm karşısındaki onurlu duruşlarıyla 4 barış akademisyeni devletin çizdiği şizofrenik algıyı tuzla buz eden bir siyasi savunma gerçekleştirdiler. Sadece iddianameyi paspas etmekle kalmadılar, faşizmin kendisi önünde diz çekmeyen irade karşısında nasıl çaresizleştiğini de ortaya koydular. Zola gibi, dayatılan bu saçmalığı suçladılar ve hakikati görünür hale getirdiler.
AKP cephesindeki çatlakların çok daha görünür hale geleceği, Saray karşısında farklı kesimlerin demokratik bir zeminde daha güçlü bir biçimde bir araya geleceği günlerin işaretleri giderek çoğalıyor.
Halklarımızın ortak mücadelesini görünür kılacak, ezilenlerin farklı kesimlerini ortak bir zeminde buluşturacak bir 1 Mayıs bu işaretleri daha da güçlendirir.
Ülkenin, bölgenin, dünyanın önümüzdeki on yıllardaki şekillenişi olgunlaşırken ezilenlerin de söyleyecek sözleri var. 1 Mayıs’ta herkes bunu bir kez daha görecek.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]