Referandum sürecinin nasıl gelişeceği artık iyice belli oldu. “Hayırcılar darbecidir” demeciyle çıta daha kampanya başlamadan zirveye çıktı. Bu kadar saldırganlaşmanın da değişikliğin içeriğini anlatamayacak olmanın sıkıntısından doğduğu anlaşılıyor. Meclis kararı sonrasında en az 3 hafta geçmesine rağmen, AKP daha hala bu değişikliğin makul gerekçelerini üretebilmiş değil. “Koalisyonlara son vermek için evet”, “İstikrar için evet” 15 yıldır tek parti hükümeti ile yönetilen bir ülke için çok da anlamlı gerekçeler olamayınca iş Hayırcıların kimliği üzerine yüklenmeye kalıyor. Tabii burada da daha büyük bir acizlik çıkıyor. Demek ki bizler Evet desek kendi getirdikleri değişiklik önerisine kendileri Hayır diyecek! Çanakkale’de Meral Akşener’in toplantısını engellemek için otelin elektriklerini kestiren AKP Çanakkale milletvekili bir gün sonra Tokat’ta “Aslında Evetçilere daha çok baskı yapılıyor” diye dert yanıyor, örnek olarak ise Rıdvan’ı gösteriyor. Bir eski bakan nikah şahitliği üzerinden “Evet ne güzeldir” diye abuk sabuk konuşuyor.
Bahçeli’nin hamlesinin anlamı da daha açık bir şekilde anlaşılır hale geliyor: Bahçeli’nin kimi AKP’lileri bile şaşırtan gayreti cemaatçilerden boşalan yerlerin ulusalcılar ve MHP’liler arasında dağıtılmasında elini güçlendirmek. Erdoğan ile ulusalcıların arasını açmak için Başkanlık gündeminden daha etkili bir araç olamazdı. “Perinçek mi Erdoğan mı deseler tabii ki Erdoğan derim” demecindeki duygu seli, ortaokullu aşıkları anımsatıyor. Perinçek’in cevabı da bir zeka şırıltısı: “Erdoğan’ı seçersen beni seçmiş olursun artık o ben oldu.” Erdoğan’ın, Laclau’nun tarifiyle, bir boş-gösteren (empty signifier) haline geldiğini görüyoruz. Kandırıla kandırıla, ittifak değiştire değiştire aslında bir içeriği kalmamış her gün yeniden doldurulan ve yeniden içeriklenen bir boş-gösteren. Son KHK ile yapılan ihraçların da bürokrasi üzerinde Evet koalisyonu eliyle, farklı kanatlardan alınan listelerle gerçekleştirildiği görünüyor. Ancak vaziyet o kadar hassas ki listeler ortaya çıkar çıkmaz Saray’a yakın kimi isimler listelerin “Erdoğan’ı zor duruma düşürmek” için hazırlandığını iddia edebiliyorlar. İktidar bloğundan yansıyanlar, gelişmeler üzerindeki hakimiyetlerini gerçek anlamda kaybetmeye başladıklarını düşündürüyor.
Bu kaybetme hali Suriye sahasında daha da belirgin hale geliyor. “İslam’ın kılıcı” lansmanını son derece seven Saray, Trump görüşmesinden sonra aynı anda hem anayasa değişiklik önerisini imzalıyor hem de Rakka-Menbiç ısrarını yeniden açıklıyor. Bunun karşılığında da büyük bir hızla Rusya’dan yanıt geliyor. Astana toplantısı öncesinde Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi benzeri bir olay da 3 askerin Rus uçakları tarafından öldürülmesi ile yaşanıyor. Erdoğan Rusların Kürtlere özerklik getiren anayasa taslağı sonrasında dümeni bir kez daha Trump’a çevirmeye çalışıyor. Bu kadar zikzağın görünürdeki kontrolü kaybetmişlik tablosunu güçlendirdiği ortada. Bu kadar çok kandırılan, bu kadar çok fikir değiştiren, bu kadar çok zikzak yapan bir liderin tüm yetkileri elinde toplamak istemesi nasıl makul karşılanabilir? Ayrıca “Fırat’ın doğusuna çekilirse PYD’yi ve kantonları tanıyabiliriz” açıklaması not edilmeli. Müslüman Kardeşler’in ABD tarafından terör örgütü ilan edilmesi tehdidine karşı Menbiç karşılığında Rojava düşmanlığını frenleme ve İran’a karşı Suudilerin kalkanı olmaya soyunma seçeneği güçlenebilir önümüzdeki günlerde.
Ordunun içinin de kaynamaya devam ettiği, 15 Temmuz ile ilgili kamera kayıtlarının silinmesi, El Bab savaşında ordunun emir komuta zincirinin çalışmadığı bilgileri geliyor (T24’teki emekli askerin röportajı okunmalı). 15 Temmuz’da yaşananların üzeri neden örtülmeye çalışılıyor? Neredeyse Yeni Türkiye’nin Ergenekon efsanesine dönüştürülmek istenen bir olayın neden tüm detayları ortaya dökülmüyor? Bunun tek açıklaması 15 Temmuz gecesi taraf değiştirenlerin, Cemaatçilerle yola çıkıp yarı yolda Erdoğan tarafından ikna edilenlerin kimler olduğunun örtbas edilmesi olabilir mi? Ahmet Şık’a “15 Temmuz kitabı yazmayı bırak, yoksa seni tutuklarız” tehdidinin arkasında ne olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Kanal D’nin sabah haberlerini sunan İrfan Değirmenci “Ben TV’ye her sabah çıktıkça insanlar her şeyin normal olduğunu düşünüyorlardı. Oysa hiçbir şey normal değil. Bunu anlamak önemli” demiş. Son derece haklı. Geçen hafta yaşananlar bu anormalliği ve giderek de bunun sürdürülemezliğini ortaya çıkardı. Özellikle akademisyenlere dönük saldırı yeni bir kırılma yarattı. Saray’ın sınırsız iktidar hevesinin ne büyük bir toplumsal tahribata yol açtığı giderek daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Yalnız burada söylemi kurarken şimdiye kadar her gün dokunulanları, güvencesiz çalışanları, günübirlik iş değiştirmek zorunda kalanları da unutmadan konuşmak gerekiyor. AKP ideologları akademiye saldırılarını bir tür plebyen anti-elit anlatıya dönüştürebilirler. Barış akademisyenleri ve sosyalist öğretmenler bu büyük güvencesizlik düzenine itiraz ettikleri için güvencelerinden oldular. Aslolan neo-liberalizmin bir tür neo-popülist otoriterizm eliyle toplumun şimdiye kadar sinemediği gözeneklerine de taşınması. Neo-liberalizmin patrona fabrikada işçiler karşısında bahşettiği iktidar ve her işçinin dokunulabilirliği ile Türk tipi Başkanlık eliyle her vatandaşın dokunulabilir hale getirilmek istenmesi arasındaki paralellik dikkat çekici. Bu anlamıyla başkanlık neo-liberalizmin siyasetteki gerçek simetrisi olarak da anlaşılmalı. Başkanlık ile işçilerin güvencesizliği siyaset alanına da aynen aktarılıyor. OHAL durumunda temel insan haklarını da askıya alabilecek KHK çıkarma yetkisi kazanacak başkana Hayır derken işin bu kısmı unutulmamalı.
Ortaya çıkan yönetilemezlik hali daha çok baskı ve sindirme operasyonu ile denetim altına alınmak istenecek. Ancak bu tablo da vicdanlara daha çok hitap edebilecek bir ortam yaratıyor. Araf’ta duran, sadece kendi çevresine değil toplumun tümüne hitap edebilen, herkesin özgürlüğünü kendi özgürlüğünün koşulu olarak görebilen bir vicdan hareketi hegemonik bir hale gelebilir. Tek adamın sınırsız iktidarının nasıl bir güvencesizlik anlamına geleceği, ülkenin koca bir merdivenaltı atölyeye dönüşeceği, büyük patrondan iş alamamaktan deli gibi korkan patronun işçilerin canını istediği gibi çıkarabildiği bir neo-liberal işlikte yaşamanın nasıl bir azap olacağı rahatlıkla anlatılabilir. Bütün mesele, engellemeleri zekice ve ısrarlıca aşabilecek, vicdanlara hitap etmeyi başaracak bir akıl ortaya koyabilmekten geçiyor.
Yüksel Taşkın Hoca’nın Abbasağa dersinde söylediği gibi: “Bana düşmanlık yapanlara verebileceğim en büyük ceza adalettir. Biz de onlara adaleti vereceğiz, onlar gibi çirkinleşmeyeceğiz. Biz onlara benzersek insanlıktan utanırız. Biz insan kalarak kazanacağız, hiç şüpheniz olmasın.”
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]