Kasım ayı Ortadoğu’da çok sıcak gelişmelere gebe. Hararet o noktalara çıkabilir ki oluşan çatışma Ortadoğu’dan çok daha geniş bir çemberde yangına dönüşebilir.
Arka planda kapitalizmin çözülemeyen krizinin ve merkezlerde giderek radikalleşen siyasetin devindiği koşullarda, Suriye savaşının sonu yaklaştıkça kınlarından çıkacak yeni kılıçlar var gibi görünüyor. Suudi Arabistan ve İsrail, İran’ın her krizden kazançlı çıkmasından çılgına dönmüş durumda. Deyr-ül Zor’un tamamen Suriye ordusunun eline geçmesi İran-Irak-Suriye-Hizbullah hattının böylece güvenceye alınmasına karşı Suudların karşı hamlesi, Lübnan’daki piyonları Hariri’yi istifa ettirmek oldu. Hani şu Türk Telekom’u alıp içini boşalttıktan sonra Erdoğan’ın ayaklarının dibine bırakan Hariri. Son aylarda ayakyolu haline getirdiği Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da Lübnan Başbakanlığı’ndan istifa etti. Oysa istifadan bir gün önce Beyrut’ta İran dini lideri Hamaney’in özel temsilcisi ile görüşmüştü. Suudlar onun da Katar gibi İran’a yanaşmasından korkmuş olabilirler. Yurtdışında istifasını açıklayan bir başbakanın kararının sebebi olarak İran’ın ülkesinin içişlerine yaptığı müdahaleyi göstermesi ise ancak Türkiye’de gözlenebilecek tutarsızlıkta politik izahlardan biri olabilir. (Örneğin, lise çağındaki gençlerin %90’ını kendi deyimiyle “niteliksiz okullara göndermekle” övünen bir milli eğitim bakanı) Suriye savaşının ibresinin terse dönmesinde ve Esad’ın ayakta kalmasında çok önemli bir rol oynayan Hizbullah, Lübnan’da da etkisini büyük oranda arttırdı. İsrail, İran’a karşı bir cephe açmak adına Lübnan’da yeni bir askeri maceraya kalkışır mı? Buna dair işaretler var. İsrail Lübnan sınırına yakın bölgede uzun süredir bir askeri tatbikat gerçekleştirmekte. Suriye savaşının son ilmiği atılacakken İsrail’in bu hamlesinin gidişin yönünü değiştirmesi zor olur ancak fazlasıyla yeni çatışmayı tetikleme olasılığı var. Hariri’nin istifa açıklamasında İran’ın “Arap dünyasına sızan ellerinin kesilmesinden” bahsetmesi, Netanyahu’nun Londra’dan yaptığı ve istifayı İran tehdidinin delili olarak göstermek isteyen açıklaması dikkat çekici. Independent yazarı Patrick Cockburn Trump’un İran’a karşı çıkışına şöyle dikkat çekmişti: “13 Ekim’de Trump İran’a çok büyük bir sözlü saldırı başlattı. İran’ı Ortadoğu’daki terörizmden sorumlu tuttu. Peki ABD IŞİD’i yendikten sonra İran’a karşı koymaya öncelik verecek mi yoksa bu sadece sözlerden mi ibaret? Bunun yanıtını kimse bilmiyor.” (Birgün Pazar, 5 Kasım 2017) Hariri istifası birinci seçeneğin ağırlık kazandığının göstergesidir. Tabii Trump’un ABD devleti içinde bir stratejik ortaklaşma sağlama yeteneğinde olup olmadığı da hala tartışma konusu.
Deyr-ül Zor ile birlikte Kerkük’ün de Irak güçlerinin eline geçmesi ve Barzani’nin hesapsızlığının bedelini çok ağır ödemesi de dengeleri İran yönüne kaydırdı. Birkaç ay önce patlayan Katar ve Körfez ülkeleri çatışmasında da Katar, İran’a yaklaşarak üzerindeki ablukayı büyük ölçüde kırdı. Türkiye’nin Barzani’nin burnunu sürtmek istemesi de İran’ı güçlendirdi. Irak Savaşı’ndan beri denklem hep böyle işliyor. Diplomatik deneyimini ve asker gücünü birbirini destekleyecek biçimde kullanan İran, ilk hamleyi yapan hangi aktör olursa olsun dalganın üzerine oturmayı ve gelişmelerden yararlanmayı çok iyi beceriyor.
Burada dikkat çekici gelişmelerden birisi de yine İran tarafından Suriye’nin Rakka’ya dönük askeri operasyon hazırlığı içinde olduğunun açıklanmasıdır. PYD’nin Deyr-ül Zor konusunda frene basması güç dengesinden mi yoksa pazarlıklardan mı kaynaklandı tam olarak bilemiyoruz ancak savaşın başından bu yana gerçekleşmeyen Suriye-PYD çatışması böylesi bir noktada yaşanabilir. PYD’nin hem enerji kaynağı hem de ekilebilir topraklar olarak Suriye’nin çok önemli bir kısmını elinde tuttuğunu biliyoruz. Dolayısıyla Suriye merkezi yönetimi ile PYD arasında bir gerilim yaşanması kaçınılmaz. Böylesi bir hamlenin çok daha derin yan etkileri olacağı açıktır. ABD ve Rusya’nın da böylesi bir noktada karşı karşıya gelmesi olasıdır. Türkiye’nin Katar gibi büyük bir hızla Şii kampına yanaşması da Kürtlere dönük hamlelerin olasılığını arttırıyor.
Bölgede istikrarsızlığın artmasını tetikleyebilecek ve kendisini köşeye sıkışmış hisseden liderler var. Suudi Arabistan’ın 32 yaşındaki veliaht prensi Muhammed bin Salman kariyerine Yemen’de yaşadığı yenilgiyle başlamak istemiyor. İran’ın büyüyen siyasi gücünün ucuzlayan petrol fiyatları ile birlikte Suudi Arabistan’ı çöküşün eşiğine taşıdığını görüyor. Hafta sonu Suudi Arabistan’da yaşanan gelişmeler sıra dışıdır. İran’la hesaplaşmada mesafe kat edemeyecek bir Suudi Arabistan yüklendiği gerilimlerle çok büyük iç karışıklıklar yaşamaya gebe. Dün gece saatlerinde düştüğü söylenen uçak, muhtemelen tasfiyeden kaçmaya çalışan prens ve bürokratları taşıyordu ve Bin Salman’a bağlı güçler tarafından düşürüldü. İç gerilimin şiddetini anlamak açısından aydınlatıcı bir örnek.
Keza Erdoğan da İran karşıtlığının ilmek ilmek işlendiği Batı’da Zarrab davasının kendisi için ne kadar ağır sonuçlar doğurabileceğine ikna olmuş durumda. Hatta buna kesin emin olmuş ki İran’ın hamlelerine açık çek verecek noktada. Irak Başbakanı Abadi ile hızla hemzemin oluverdi. Yaşanacak türbülansı Rojava’yı ezmek için kullanma konusunda aşırı istekli davranacağı kesin. Binali’nin yarın başlayacak ABD gezisi öncesinde oğullarının off-shore hesapları ile gündeme gelmesi not edilmeli. Ayrıca Yıldırım’ın en önemli görüşmesinin Musevi lobisine Varlık Fonu’nu anlatmak ile ilgili olduğu da Erdoğan’ın bilindik bel kıvraklığı ile saf değiştirme hamlelerini hesapladığını gösteriyor. Zarrab Davası’nın, Halkbank’ın Erdoğan’ın emriyle İran’a ABD ambargosunu delmek için kullanılmaktan yargılandığı bir davaya dönüşmüş olma ihtimali çok yüksek. İran’a karşı gelişen konjonktür davanın olası sonuçlarını daha da ağırlaştıracaktır.
Ortaya çıkan enerjinin küresel güçler arasında bir karşı karşıya gelişi doğurması olasılık dahilindeyse sosyalistlere düşen halkların, asalak sömürücülerden ve emperyalizmden kurtuluş programı ekseninde daha güçlü toplanmasını sağlamak olmalıdır. Ekim Devrimi’nin en önemli derslerinden birisi de büyük altüst oluşların yarattığı bütün acılara rağmen dönüşüm olanağını da büyütmesi olduğu değil midir? Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım olmasaydı 20. yüzyıl bir Devrimler Çağı olma vasfını kazanabilir miydi? Kapitalizmin ve milliyetçiliklerin halkları yıkıma sürüklediği bir çağda, sosyalizm insanlığın yegâne şansı olarak bir kez daha, ama 21. yüzyılın bilinciyle parlayacaktır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]