Bugün Türk-İş binasını işgal eden Tekel işçileri, bize bir kez daha Tekel direnişinin neleri öğretemediğini adeta haykırıyor; “Ben direniyorum, direnmeye devam edeceğim, sizler neredesiniz?” “Sizler”den kastettikleri, sürekli olarak onun adına hareket ettiklerini, hatta onların öncüsü olduklarını söyleyen çevreler, yani her renginden ve türünden “solcular.” “Neredesiniz” derken de, “Hadi buyurun, ben ayağa kalktım, nereye gidiyoruz?” demek istiyorlar sanırım. Neden mi?
Tekel direnişi üzerine bugüne kadar yapılan değerlendirmelere bir göz atın. O kadar çok ortak nokta var ki; işte sınıf, halk direniyor. Bizler her zaman direnişin yanındayız. En çok destek veren de zaten biz olduk… Ve benzeri. Gerçekten de direniş başladıktan sonra ilerici, demokrat tüm çevreler adeta seferber oldular, yardım ve destekte birbirleriyle yarışa girdiler. Verilen bu destekle direniş daha da güçlendi, adeta ülkenin gündemine oturdu. Direnişle, gerek sınıfın kendisi, gerekse de düzen karşıtları büyük bir moral kazandılar.
Sadece destek ve dayanışma da değil, direnişin değerlendirmesinde de bu yarış sürdü. Her çevre kendi değerlendirmesinin ne kadar “doğru” olduğunu, “diğerlerinin” hangi yanılgılar içinde olduklarını sayıp döktüler. Olay büyüktü ama solun değerlendirmeleri hiç de o kadar büyük görünmüyordu. Direnişi 16 Haziran’larla kıyaslayanlar bile, onunla farklılıklarını dile getirmek yerine, büyüklüğünü karşılaştırmakla yetinmekteydiler.
Fark?..
Evet, direnişçi işçilerle birlikte direniş meydanında sabahlayanlar arada bir farkın olduğunu sezebiliyorlardı, ama dile getirmek zordu. Benim içinde öyle oldu. Dile getirmeyi fişeklemek için bir şey lazımdı. Türk-İş binasının işgali gibi.
16 Haziran’da sol sınıfa destek vermekten öte hazırlık sürecinden, hayata geçirilmesine kadar bizzat direnişin içinde idi. Bu ilk fark. İkincisi daha da yaman: Direniş amacına ulaştı, hükümet hazırladığı yasa önerisini geri çekmek zorunda kaldı.
Tekel direnişinin hazırlanışı ve hayata geçirilişi ise bambaşka bir süreç olarak yaşandı. Hükümet, Tekel’i özelleştirme kararı alırken, sendika ve işçiler şöyle bir kıpırdadılar, soldan da cılız protestolar yükseldi. Hükümet, “ben işçime sahip çıkacağım” diyerek Tekel işçilerinin ağzına bir parmak bal sürdü, herkes “rahatladı.” İşçiler işlerini kaybetmeyeceği rehavetine daldılar. Sendika ise “beladan” kurtuldu. Sol ise “ben dememiş miydim, sınıf uyuyor, ne yapsan fayda yok” diyerek gönül rahatlığı ile “köşesine çekildi.”
2009 sonu yaklaştıkça, işçiler gerçeğin soğuk yüzü ile karşı karşıya kaldılar. Verilen sözleri nasıl yanlış anladıklarını fark ettiler. Artık iş başa düşmüştü. Ankara yollarına döküldüler. Arkalarına önce sendika, sonra sol düştü, destek “tam”dı. Hadi sendikaya bir laf söylemeyelim, bu sendikaların bizim solcuların düşlerindeki türünden bir sınıf sendikası olmadıkları açık. Peki ya solcular? Sınıfın öncüsü olduğunu kendi söyleyip kendi dinleyenler? Direniş dendi mi mangalda kül bırakmayanlar? “Tamam, sendika üzerine düşeni yapmadı, peki sen niye yapmadın?” diye soran birisine ne cevap verebiliriz ki? “Neyse ki bir soran olmadı” deyip işin içinden sıyrılmak isteyen varsa ne denebilir ki?
Ve görev…
“Niye yapmadın” diye sorana ilk cevap, “ne yapabilirdim?” oluyor. Solcular elbette bildiklerini ve yapabileceklerini yaptılar. Ama sorun “ne yapılması gerektiği”nde. 2010 Türkiyesinde on binden fazla işçi direniyorsa “sol ne yapmalıdır” sorusudur. “Ne yapmalı” sorusuna cevap verdikten sonra, “nasıl yapmalı”ya geçilir ve yapılamadıysa nedeni aranır. Oysa yapılan tüm değerlendirmelerde ilk görülen, neden bir şeylerin yapılamadığı oldu. Sınıf bilincinin yokluğundan, maddi şartların yetersizliğine kadar her şeye değinildi. “Ne yapılmalıydı, başka ne seçenek olabilirdi” sorusu ise gündeme bile gelemedi.
Özelleştirme kararı alınmasından, direniş çadırları kurulmasına kadarki süreci bir yana bırakalım. Direniş çadırlarında bile işçilerin sola, solun işçilere sorması gereken bu değil miydi? Ocak ayı sonunda çalıştıkları işletmelerin kapılarına asma kilit takılan işçilerin kafalarında hangi soru olmalıydı?
Düşünün, işyeri binası ve makineler orada duruyor, onları çalıştıracak işgücü kapı önüne konuyor, neden? Cevap hep aynı; “işyeri zarar ediyor.” Pazar ekonomisinin “görünmeyen elleri”nin bu konuda ki hükmü açık, zarar etmek ne de, her zaman kârını daha da fazla arttırmak zorundasın. Oysa biliyoruz, insanın ihtiyaç duyduğu “mal ve hizmetleri” üretmek her zaman kârlı olmuyor. Hatta, en çok ihtiyaç duyulanlar en az kâr getirenlerdir. Kim ekmek satarak zengin olabilir ki? Ama daha az ihtiyacımız olan pastadan zengin olmak çok kolay.
Pazar ekonomisi Tekel işyerlerinin kapısına kilit vurmak istiyorsa çalışanlar ne yapmalıdır? Kadere razı olacaksak, üzerinde konuşmaya ne gerek var? Başka bir seçenek bulunamaz mı?
Mart ayı başında direniş çadırlarında uçuşması gereken soru bu değil miydi? Bu soruya örneğin Yayladağı işletmesinden bir işçi şöyle cevap verdi; “evet işletmemizi bir açık bölge halinde getirip, Suriye ile sınır ticareti şeklinde orada bu malları satabiliriz.” Doğru, neden olmasın? Sendika, bomboş duran işletme binasını, örneğin on yıllığına ücretsiz kullanmayı hükümetten talep edebilir. Diğer bir işçi ise; “Yayladağı tütünü Küba tütününe benziyor, elle Puro üretimi neden yapmayalım?” dediğinde her solcu coşup, “evet yapabiliriz, Küba’daki sendikaları tanıyorum, onlar aracılığı ile bir kaç tütün sarma ustasını buraya getirip işin inceliklerini de öğrenebiliriz” diye bir cevap vermez miydi?
Bir başka direnişe…
Hükümet ve kapitalist düzen çalışanın ekmeğine göz dikmiş. Tamam, doğru. Elinden ekmeğini almasına engel olacak bir güç de görünmüyor henüz ortalıkta. Bu da doğru. Sömürüsüz bir dünya için mücadeleyi yükseltelim, eh, bu da doğru. Doğru da, bugün artık düzen üretim yapmaktan kaçan bir karakter aldı. Yani ekmek üretmekten kaçıyor bir anlamda. O zaman aç mı kalalım? Aç kalmaktansa, kendi ekmeğimizi kendimiz için üretmeye başlamak gerekli değil mi?
On bin kalifiye işçi, yirmi işletme binası, bir yığın makina, aygıt, alet… Neyi çağrıştırıyor? Evet, “Un var, şeker var neden helva yapamıyoruz ?”dersek, “hani usta?” demeyin. Usta da orada işte, neden görmüyoruz?
“Geleceğin toplumu nasıl kurulacak” sorusuna kimsenin hazır bir reçetesi yok günümüzde. Ama bu doğrultuda atabileceğimiz adımlar var. Kapitalizm kârlı olmadığı için insanın ihtiyacı olan bir üretim alanından çekiliyorsa, bu alanı doldurmaya talip olmak, geleceğin toplumunu kurmak için bir adım olarak algılanmalıdır.