Yazımız, Çukur dizisinin sanatsal açıdan değerlendirilmesine odaklanmıyor. Ama yine de bu konuda birkaç cümle edebiliriz; yiğidi öldürmeden önce hakkını teslim etmek adına…
Varoşlardaki yaşamı, o yaşamın içerisindeki küçük detayları da yakalayarak oldukça iyi sergilemiş. Oyunculukların geneli çok başarılı. Yer yer fantastik ögelerin de katıldığı “basit” bir senaryo üzerine kurulu dizi, hakkı verilen tiplemelerle başka bir hal almış. Görüntü ve müzikler de aynı ölçüde sağlam. Diziye dair söyleyeceğimiz iyi şeyler bu kadar…
Şimdi gelelim asıl konumuza.
Çukur, farklı toplumsal kesimler tarafından çok izleniyor. Yazımızın ağırlık merkezi, dizinin yoksul mahallelerdeki gençlik üzerindeki etkisi. Özellikle de “bizim” mahallelerdeki eşitlik, özgürlük mücadelesine adım atmış gençliğin…
Çukur’da “iyi mafya”yı seviyoruz. Dizi, bunu mu yapmak istiyor bilemeyiz ama sonuç böyle. Uyuşturucu ticareti yapan kötü mafyaya karşı, silah ticareti yapan iyi mafya…
İyi mafyanın yarattığı kültür, gençlerimizin yaşamına sızıyor. Hatta belki biraz da abartarak söyleyelim, sızmaktan da öte yaşamlarını büsbütün şekillendirmeye başlıyor. Mahallelerimizde Yamaçlarımız var, İdrislerimiz var; Metinlerimiz Kemallerimiz var. En çok da Yamaçlarımız… Dikkat edilirse özenilecek bir kadın figür yok. Bu konuya geleceğiz…
Şimdi “özenilesi” dizimizin arka planına bakalım. Öncelikle önemli bir noktaya, senaryodaki bir büyük eksikliğe değinelim.
Dizinin herhangi bir yerinde devlet yok. Ne demek istediğimizi, varoşlarda toplumsal çürüme meselesiyle uğraşanlar anlayacaktır. Toplumsal adaletsizliğin sonuçlarının can acıtıcı boyutta yaşandığı ve “en alttakiler”in yaşam alanı olan varoşlar, bu yönüyle adaletsizliğe karşı öfke ve isyanın mayalandığı mekanlardır. İsyanın panzehiri çürümedir. Devlet, çürümenin yolunu açar. Hatta, toplumsal çürümeyi yaratan mekanizmaların doğrudan içerisindedir devlet.
Uyuşturucu ya da silah ticareti fark etmez. Genellikle aynı ellerce yürütülür. Uluslararası organizasyonların, devletlerin, büyük sermaye kuruluşlarının yürütücüsü olduğu, milyar dolarların döndüğü “iş”lerdir bunlar. Kapitalist sistemin aksamadan çalışması için, üretilen metanın tüketiciye ulaşması ve paraya dönüşmesi gerekir. Bu yüzden toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar sokulur tüm bu çürütücü unsurlar. Birilerinin büyük paralar kazanması uğruna çürüme ve ölüm, uyuşturucuyla ya da silahla gelir. Aynı anda iki şey birden becerilir; isyan dinamikleri çürütülürken devasa karlar elde edilir.
Mafyalar ve çeteler, devletlerin, büyük patronların tepesinde olduğu bu melanet çarkın dişlileridir. Yani bizim iyi mafyamız, pek de “masum” değildir. Ana akım medyada yerini alan ve çok izlenen, çok kazanan dizimizde gerçekliğin bu yönü saklıdır; saklı kalmak zorundadır. Aksi halde Çukur’a tüm kapılar kapanır.
İyi mafyamızın yaşamındaki detaylara gelelim ve diziye özenen bizim gençlerimiz için bunları devrimci yaşamımızla, kültürümüzle karşılaştıralım.
O yaşamda kadın yok. Kadının söz hakkı yok. Dizideki kadınları, son derece silik figürler olarak ev işlerinde ve aşk ilişkilerinde görebiliyoruz ancak. Hatta o en çok özenilen kahramanımız Yamaç üzerinden kadına yönelik şiddetin türlü türlüsüne tanık oluyoruz. Kendisinden ayrılmak isteyen eşinin boşanma davası için tuttuğu avukatlarına tehdit… Kadının evinin kapısına adamlarını dikme… Bunu da aşkı için yapıyor Yamaç beyimiz. Kaç kadın kendisine aşık olan erkek tarafından şiddete, ölüme maruz kalıyor bu ülkede? “Aşk cinayetleri ülkesi”nde işte böyle bir dizi…
“Ama Yamaç’ın eşi Sena kendisi olmak için, kimliğini korumak için başkaldırıyor” mu diyeceksiniz? Evet zaman zaman kafa tutar Sena ama son noktada hiç de aklına yatmayan ve hatta şiddetle reddettiği bir yaşama “aşkı uğruna” tabi olur. Yine bir kadın, kendisi olamaz ve erkeğin yaşamını seçer.
Kadınların ve erkek devlet şiddetinin hedefi olan tüm cinsel kimliklerin özgürlük mücadelesini savunan bizler açısından, dizideki bu durumla devrimci anlayışımızı kıyaslamak bile abes kaçar.
Çukur’da yok sayılan yalnızca kadınlar mı? Karakterlerin çoğu dizide kendi kimlikleriyle yok sayılanlar arasında. Korkunç hiyerarşi içerisinde kimlikleri un ufak edilmiş durumda. Otoriteye koşulsuz itaat, bir değer olarak öne çıkartılıyor. Beylerin “öl” demesiyle ölecek karakterler… Otoritenin kimliği üzerinden şekillenmiş, bireylerin, birey özelliklerinin sıfırlandığı kendisine “aile” adını veren ve aşireti andıran bir sosyal topluluk…
Devrimciler, her bir bireyin özneleşmesinin mücadelesini verir. Devrimci mücadelede örgütlü yaşam esastır. Devrimcilerin ailesi de örgütüdür. Fakat kimlikleri sıfırlanmış, nesneleşmiş, itaatkar değil, her biri ayrı özne olan bireylerin yan yana geldiği zemindir devrimci örgüt. Devrimciler, örgütleri için, yoldaşları için gözlerini kırpmadan büyük bedeller de öderler ama bir öznenin bilinçli tercihidir bu duruş.
Dizide şiddet ve güç, yüceltilen değerlerdir. Bu yüceltme, Yamaç’ın uzun uzun gözümüzün içine sokulan kaslı vücudunda, “vurdu mu oturtan” dövüş yeteneğinde, karakterlerin silahla kurdukları ilişkilerde cisimleşir. Evet, şiddet varoşlardaki yaşamın dokusuna nüfuz etmiştir. Abartılı yanları da olsa Çukur’dakine benzer durumlar yaşanır. Burası tamam ama devrimcilerin özeneceği bir şey midir bu?
Yanlış anlaşılmasın, devrimciler şiddete başvurmayı reddetmez. Ama devrimci şiddet; şiddetin, ölümün yaşanmadığı, silahların -değil kutsanmak- müzelere kaldırılacağı eşit, özgür, kardeşçe yaşanacak yarınlara yürüyüşte zorunlu olarak ve son kez başvurulacak bir şeydir. Özünde, bu sömürü düzenini zorbalıkla ayakta tutanlara karşı ezilenlerin kendilerini savunmasıdır. Hatırlayalım, “bu kavga, en sonuncu kavgamızdır” der Enternasyonal Marşı. Son kavgamızla birlikte, kavgaların sona ereceği kızıl günlere giden yolu açmak içindir devrimci şiddet.
Dizide şiddetin yüceltilmesi durumu, işkencenin olumlanması noktasına kadar varmıştır. Öyle bir kötü karakter tablosu çizilir ki, ona karşı uygulanacak her türlü şiddet haklı ve doğrudur. Böylece işkence de normalleştirilir.
Devrimciler açısından her ne sebeple olursa olsun, her kime uygulanırsa uygulansın işkence insanlık suçudur. Bu konu son derece nettir.
Son bir nokta daha; otoritenin sembolü yücelerin yücesi beylerimiz, polis çağırdığında önlerini ilikleyip saygıyla bu çağrıya icabet ederler. Otorite, daha büyük bir otorite karşısında boyun eğer. Bu durumla, devrimcilerin devletle kurdukları ilişki de kıyas kabul etmez. Devrimciler, otoriteye diz çökmez.
Sonuç olarak, devrimci kültürle iyi mafyamızın kurduğu yaşam arasında bir benzerlik söz konusu bile değildir. Devrimcilerin kurduğu ve kuracağı yaşamlarda en iyisinden bile olsa çeteye, mafyaya yer yoktur, olamaz. Devrimcilerin mücadelesi, yoksul halklarımızın mahkum edildikleri “çukurdaki yaşamlardan” kurtuluş içindir.
Küçük bir not:
Ekranlarda ırkçılık yarışına girmiş onca dizi varken Çukur eleştirisi niye? O dizileri devrimci gençlerin bünyesi zaten kabul etmiyor; hepsi birer paçavra. Ama Çukur farklı. Çukur, bizim gençlerin yaşamına bir şekilde girdi. O nedenle konu etmemiz gerekti.
Ayrıca dizinin, memlekette estirilen şovenizm fırtınasına inceden bir selam çaktığı da gözümüzden kaçmadı… (Bakınız: Vartolunun ambulanstan insan kaçırma girişimi sahnesi)