2015 Bütçesi Aralık ayında Meclis Genel Kurulu’nda görüşülecek. Devletin bir yıllık gelir ve giderleri böylece planlanacak.
Bir devletin bütçesi sıradan bir muhasebe belgesi olarak görülemez. Yapısına şekil veren temel motifler genel olarak teknik ve ekonomik olarak algılanabilir, oysa aslında son derece siyasi bir belgedir. Devlet, iki türlü güç ilişkisine oturan bir organizasyondur. Birincisi toplumun ezilenleri ile egemenleri arasındaki güç ilişkisidir. İkincisi ise egemenlerin farklı kanatlarının oluşturduğu iktidar bloğunun kendi içindeki güç dengeleridir. Bütçeye baktığımızda aslında büyük oranda bu iki dereceli güç ilişkilerinin yansımalarını görürüz. İki güç ilişkisi de birbirini belirler, birinci dereceden etkiler.
2015 bütçesinin de böylesi bir konjonktürel güç ilişkisi okuması yapabilmek açısından okunabilmesi anlamlı olacaktır. İktidar bloğunu bir arada tutan hakim birikim rejiminin temel ihtiyaçları bütçenin kalemlerinin oluşturulmasında en belirleyici etkendir. Sermaye birikim rejiminin dönemsel ve orta vadeli ihtiyaçları hem devletin davranışlarını hem de devletin muhasebesi anlamına gelen bütçeyi belirler. Bu güç ilişkilerinden bağımsız bir bütçe hazırlanamaz.
Bütçelere Siyasi Güç Dengesini Yansıtır
Bütçenin dönemsel anlamda güç dengelerini yansıtan bir ayna olduğunu gösteren en güncel örnek 2015 bütçesinde en yüksek artış yaşayan bütçe kaleminin Cumhurbaşkanlığı Bütçesi olmasıdır. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması sonrasında yürütmenin mimarisi içerisinde bu makamın belirgin bir biçimde öne çıkması sonrasında bütçesi de %97 oranında artarak 201.5 milyondan 397 milyon liraya çıkarılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı’nın yatırım harcamaları ile ilgili ödenekleri 75.2 milyondan 158 milyon liraya çıkmaktadır. Demek ki Erdoğan, Sarayının müştemilatlarını, çeşitli illerdeki çalışma ofislerini, tamamen “milletin itibarı” için büyütmeyi planlamaktadır. 1.3 milyar liralık Saray yeterince “itibar” yaratamamış olmalıdır. Başbakanlık bütçesinin %0.5 oranında azaltılmasının planlanması da yine siyasi gelişmelerin seyrine uygun görünmektedir.
Türkiye ekonomisinin 2008 krizine tepkisi daralan küresel piyasalar karşısında iç talebi arttırmaya dönük bir hamle oldu. Erdoğan’ın zaman zaman Merkez Bankası Başkanı’nı doğrudan hedef alarak geliştirdiği saldırılardan hatırlayacağımız gibi faizlerin düşük olması bu talebin artmasında son derece hayati bir rol oynamaktadır. 2000’li yıllarla birlikte bankalar devleti iç borçlarla fonlayan kurumlar olmaktan büyük oranda çıkarak dışarıdan gelen sıcak parayı şimdiye kadar hiç olmadığı biçimde bireylere yönlendirmeye başladılar. Bireylerin borçluluk oranının Dünya ortalamalarının altında olması bu noktada bir derinleşme olanağı da sağladı. Orta sınıflar da genel olarak borçluluk oranlarını arttırabilmeyi bir tür refah artışı olarak algıladılar. Orta sınıfın borçlanması ve aldığı kredilerle iç talebi büyütmesi küresel kriz koşullarında ihracatın baskılanmasına karşı ekonominin çarklarının dönmeye devam etmesini sağladı. Bu iç talep boyutunun en fazla öne çıktığı alanlardan bir tanesi de hiç kuşku yok ki inşaat sektörü oldu. 2008 sonrasında inşaat sektörü ekonominin lokomotif sektörü haline geldi. AKP’li belediyelerin rant yaratma konusundaki engin deneyimleri sayesinde AKP’ye yakın zenginler yaratılması projesi açısından da inşaat sektörü muazzam olanaklar sunmaktaydı. Bu sebepten sermaye tarafından yapılan yatırımların yarıya yakını inşaat sektöründe gerçekleşiyor.
Halkı Gırtlağına Kadar Borçlandıran Ekonomi Mucizesi Olur Mu ?
Halkı borçlandırarak iç talebi patlatma stratejisinin en somut karşılığı hane halkı borçluluğunun son 10 yılda dramatik bir biçimde artması oldu. 2003 yılında hane halkları harcanabilir gelirlerinin %7.5’i kadar borçluyken bu oran 2013’te %55.2’ye kadar ulaştı. 2010’un ilk üç yılında %40’larda görece istikrar kazanan bu oran 2014 yılında yeni bir sıçramayla %55’e ulaştı. AKP’nin 12 yıllık iktidarının ortalama büyüme oranı %4.5’tir. Bu oran aslında Cumhuriyet tarihinin genel ortalaması içinde çok da ayrıksı bir görüntü oluşturmuyor. Fakat AKP’nin ekonomideki başarısı borçluğun arttırılabilmesini orta sınıflara bir gelir artışı olarak algılatabilmesidir. AKP’ye destek veren orta sınıflar, borçlanabilmeye devam etmeyi bir tür zenginleşme olarak yaşamaktadır, bu yüzden de AKP’nin olası düşüşünü de bu saadet zincirinin olası kopuşu olarak algılamaktadır. Borçlanabilme kapasitesinin bir diğer ifadesi de kredi kartlarında ortaya çıkan tablodur. Şu anda Türkiye’de nüfusun iki katı kadar kredi kartı bulunmakta. Sadece son sene içerisinde kredi kartlarının sayısı 6 milyon artmış durumda.
2001 krizinden finans kapitalin çıkardığı en önemli ders devletin yüksek borçluluğunun krizin tetiklenmesinde çok önemli bir rol oynayabileceği oldu. Gerçekleşen yapısal “reformlar” aracılığıyla özelleştirmeler sonrasında devlet borçları kapatıldı, belli oranda faiz dışı fazla ve mali disiplin ile de bütçenin faiz yükü azaltıldı. 90’lı yıllarda bütçedeki transfer harcamaları yani borç faiz ödemeleri vergi gelirlerini aşardı. 2015 bütçesinde vergi gelirleri 389.5 milyar olarak öngörülürken devletin faiz giderleri 54 milyar lira olacak gibi görünüyor. 90’larla 2000’li yılların en önemli farkı finansal sistemin karlılığı için bir zorunluluk olan borçlanmanın devletten, ağırlıklı olarak orta sınıfın omuzlarına yüklenmesi olmaktadır. Borçluluk toplumun yönetilebilmesi açısından da uygun bir siyasi iklim yaratmaktadır.
EKONOMİNİN ÇARKLARI DURURKEN FATURA İŞÇİYE Mİ?
Buna karşılık , Türkiye ekonomisinin büyüme hızı keskin bir biçimde yavaşlamaktadır. 2010
yılında % 9,2 ve 2011 yılında % 8,8 büyüyen Türkiye ekonomisinin, 2015-17 Orta Vadeli
Plan’a göre bu yılki büyüme hızının ancak yüzde 3,3 ve 2015 yılının % 4 olabileceği tahmin
edilmektedir. Büyümenin azalmasının en doğrudan etkisi ise işsizlikte yaşanan yükseliştir. İşsizliğin 2008 krizinden bu yana ilk kez çift haneli rakamlara ulaşması, özellikle genç işsizliğinin %20’ye dayanması borçlandırmaya ve iç talebi yükseltmeye dayalı ekonomik modelin sınırlarını ortaya koymaktadır.
Zengine Servet, Yoksula Vergi
Bütçenin ezenler ve ezilenler arasındaki güç ilişkisini yansıttığı en önemli işaretlerden bir tanesi de vergilerin bileşimidir. Devlet temel görevi toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimini sağlamak olan bir ilişkidir, bu ilişki devleti oluşturan kurumların yapısını ve faaliyetlerinin çerçevesini belirler. Dolayısıyla devletin faaliyetleri esas olarak egemen sınıf adına yürütülür. Dolayısıyla genel mantık gereği bu giderler daha çok sermayeden alınan vergilerle karşılanmaktaydı. Neoliberalizm bu mantığı tersyüz etti. Neoliberal maliye politikalarının en önemli veçhelerinden birisi de sermayenin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesiydi. Yüksek vergilerin sermayenin yatırım için ayıracağı payı azaltacağı, dolayısıyla büyümeye ve istihdama olumsuz etkisi olacağı varsayılmaktaydı. Dolayısıyla dünyanın birçok ülkesiyle birlikte Türkiye’de de sermayenin vergi yükü azaltıldı. Büyük sermayeden alınan kurumlar vergisi 1981’de %50 oranındayken bugün %20 oranında alınmaktadır. AKP iktidarı döneminde %30’dan %20’ye indirilmiştir. AKP iktidarının ilk yıllarında finans kapital ile AKP yakınlaşmasını sağlayan en önemli adımlardan birisi bu olmuştur. Erdoğan arada TÜSİAD’a atıp tutmaktadır fakat Kurumlar Vergisi’ni yeniden arttırmayı aklının ucuna getirmemektedir. Çünkü AKP’nin toplumsal tabanı olan Anadolu sermayesi de bu süreçte görece büyümüş, holdingleşmiştir. Gelir Vergisi de bu dönemde %40’dan %35’e çekilmiştir. Yani sermayenin vergi yükünün azaltılması konusunda AKP iktidarı boyunca kolaylaştırıcı adımlar atılmıştır.
Oysa servetten yüksek vergi alınması gelir dağılımının giderek bozulduğu bizimki gibi ülkelerde bir zorunluluktur. “21. Yüzyılda Kapital” isimli kitabın yazarı Thomas Piketty de “gelir eşitsizliğini ortadan kaldırmak için servet vergisi alınmalı” argümanını savunmaktadır. Piketty üretim tarzının kendisinin eşitsizliği sürekli yeniden ürettiğini gözden kaçırmakta ve sebeplerden ziyade sonuçlar üzerine yoğunlaşmakla, böylece de aslında gerçekleri kısmen perdelemekle eleştirilebilir. Fakat gelir dağılımı adaletsizliğinin gündemleşmesinde kısmen olumlu bir rol oynadığı teslim edilebilir. Piketty’nin Kasım ayı içinde Türkiye’de verdiği seminerde dillendirdiği görüşleri finans kapitalin en olgun temsilcisi Mustafa Koç’a sorulduğunda alınan cevap ise akıllara durgunluk verecek seviyededir: “Daha ne vereceğiz? Bir gömleğimiz kaldı. Kayıtsız ekonomiyi kayıt altına aldıktan sonra bunu tekrar konuşmak lazım” Türkiye’nin en büyük ve en çok kara eden işletmesi Tüpraş’ı el çabukluğu ile özelleştiren İş Bankası yaratısı finans kapitalin baş temsilcisinin gömlek romantizmine sarılması asgari ücretin 891 lira olduğu bir ülkede nasıl bir utanmazlıktır? Vergi meselesinin politikanın bir meselesi olmaktan çıkmasını fırsat bilen Koç, aklı sıra vergi yükünden şikayet etmekte ve kayıtdışını suçlamaktadır. Oysa bu bey aslında kayıt dışında çalışan asgari ücretlilerin kendi ara mal maliyetlerini nasıl da düşürdüğünü tabii ki bizden çok iyi bilmektedir. Türkiye’de kayıtdışı meselesi yıllardır gündemdedir, fakat Koç en büyük sermaye grubu olma ünvanını yıllardır kimselere bırakmamaktadır. Kayıt dışının kayıt dışı ve üç kuruşa çalışma anlamına geldiğini, tekstil/konfeksiyonun hala ülkeye en çok döviz getiren sektörlerden biri olduğu çok iyi bilinmektedir.
2015 yılında 427 milyar lira olması beklenen bütçe gelirlerinden en önemli kalemi oluşturan vergilerin %70’i dolaylı vergiler aracılığıyla toplanacak. Dolaylı vergilerin oranı bir ülkede işçi sınıfı ile egemenler arasındaki güç dengesinin en yalın işaretlerinden biridir. Sermaye güçlü olduğu ülkede, üzerinde ezilenlerin politik basıncını hissetmediği ülkede vergi vermez. Devletin toplumsal yeniden üretim işlevini yerine getirmek üzere giriştiği harcamaları da büyük oranda emekçilerin omuzlarına yıkar. Türkiye’de dolaylı vergilerin oranı AB ortalamasının 2.5 katı düzeyinde. 1980’de %63 olan dolaylı vergi oranı 2013 yılında %69’a yükseldi. Almanya’da aynı oran %28, Bulgaristan’da ise %20. Sermaye tamamen kendi ceplerini dolduran bir üretim sürecinin yeniden üretiminin kamusal maliyetlerini üstlenmekten dahi kaçınıyor, sahip olduğu siyasi gücü kullanarak bunu da emekçilerin, sömürdüğü kişilerin omuzlarına yüklüyor.
Dolaylı Vergi Adaletsizliktir
Demek ki devlet gelirleri toplanırken vergiler büyük oranda toplumun orta ve alt sınıfları üzerine yığılmış vaziyette. Finans kapital ve hızla büyüyen Anadolu sermayesi devlet maliyetlerini karşılamaktan büyük oranda kaçınıyorlar. Bunu yapabiliyor olmaları işçi sınıfı ile sermaye arasındaki güç ilişkisinin mümkün kıldığı bir durum. Neoliberalizm esas olarak işçi sınıfının siyasi ve örgütsel gücünü deforme etmeye dönük bir saldırıydı. Bu saldırının etkilerinin telafi edilebilmesi ise büyük oranda bu siyasi gücün yeniden inşa edilebilmesine bağlı. Türkiye, işçi sınıfının sendikalılaşma oranının en düşük seviyede, %6 düzeyinde kaldığı bir ülke. Artık ortada krizinden bahsedilebilecek bir sendikal hareket bile neredeyse kalmamış durumda. İşyeri işyeri örgütlenerek sendikal hareketin yeniden inşası şu günün koşullarında çok da kolay görünmüyor. Şu anda yukarıdan bir siyasi müdahalenin, ezilenlerin ürettikleri sermayenin denetimini ele geçirmenin siyasi araçlarını üretmenin üzerine düşünmenin daha önemli olduğu bir evreden geçiyoruz. Bu güç dengesinin bir diğer tezahürü ise dolar milyarderlerinin sayısı ile ölçülebilir. Türkiye’de, Fransa ve Japonya’dan daha fazla dolar milyarderi olması da kesinlikle ekonomik ve teknikçi bir yaklaşımla izah edilemez. Dünyadaki 2325 dolar milyarderinin 35’i İstanbul’da. New York’ta 103, Paris’te 33, Tokyo’da 26 dolar milyarderi yaşıyor. Kişi başına düşen gelirin 50 bin dolar civarında olduğu Singapur’daki 32 dolar milyarderine karşı 10 bin dolar olan İstanbul’da 35 tane bulunması ortadaki anomaliyi ortaya koymak için yeterince açıklayıcı görünüyor. Gelir dağılımın bu bozukluğunda vergi mekanizmasının gelir dağılımı dengesizliklerini törpüleyecek bir araç olarak kullanılamaması oldukça belirleyici.
Eğitimin ve Sağlığın Yük’ü Emekçiye…
Bu tablonun çok benzerini eğitim ve sağlık alanlarında da görebiliyoruz. Eğitim son kertede devlet ve sermaye açısından nüfusun işgücü haline getirilmesine dönük bir biyopolitika alanıdır. AKP son yıllarda bütçenin aslan payının eğitime ayrılmasıyla övünüyor. Oysa burada da AKP’nin çok iyi bildiğimiz algı operasyonlarından birisi ile karşı karşıyayız. Eskiden devletin personel giderleri ayrı bir bütçe kalemi olarak gösterilirdi. Yapılan değişiklikle her faaliyet alanındaki personelin giderleri kendi bakanlığının bütçesine eklenince 850 bin öğretmenin maaşının katkısıyla Milli Eğitim bütçesi birinciliği alır hale geldi. Bu sene örneğin Bakanlığın 62 milyar liralık bütçesinin %78’i personel harcamalarına ayrılmış durumda. Eğitim yatırımlarının payı ise 2002’deki %17’den 2014’te %9’a gerilemiş durumda. Öğrenci sayısı sürekli artan bir ülkede eğitim yatırımlarının düşmesi niteliksiz bir eğitim altyapısı anlamına gelmektedir. Eğitimin niteliğinin düşmesi sonucunda ise velilerin cebinden her yıl yaklaşık 15 milyar lira çıkar hale gelmiştir.
Özel hastanelerin de devlet tarafından finanse edilmeye başlanması sonrasında sağlık harcamaları bütçede patlamış durumda. Fakat son 5 yılda sağlık hizmetine ulaşabilmek için halkın kendi yaptığı harcamalar %85 artmış durumda. Sermaye işgücünün çalışır halde olmaya devam etmesiyle ilgili maliyetleri de hem bir kar alanı haline dönüştürüyor hem de bunun mali yükünü sırtından milyar dolarla biriktirdiği toplumun sırtına yüklüyor.
Yoksulları AKP’den Kurtarmak Gerekiyor
AKP’nin bütçede yoksullara sosyal yardım adı altında dağıtmayı planladığı ödenek, bütçenin %2’si tutarındadır. Bu oranın düşüklüğü AKP’nin yoksulların oyunu almak için uyguladığı popülist politikaların finansmanı için yapılan harcamaların daha büyük kısmının enformel kanallardan gerçekleştirildiğinin bir ispatı olarak da okunabilir. AKP’nin yoksullar üzerinde kurduğu denetim sadece din bağıyla kurulan bir ilişkiden kaynaklanmamaktadır. AKP uyguladığı neoliberal politikalarla toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa itmekte, bu kesimleri örgütsüzleştirmekte, ya da daha doğrusu bu kesimleri ayakta kalabilmek için kendisine örgütlemektedir. Bu yardımların bir sosyal yardım ve hak olarak değil de bir lütuf olarak dağıtılması yardımı alanının siyasi desteği ile yardımın sürekliliği arasında bir bağ kurulması AKP neoliberal popülizminin temel ayaklarından biridir. Sosyal hakların AKP’nin bir lütfu olarak değil de vatandaşlık hakkı olarak tanımlanması, yoksullukla mücadelenin bireyin değil toplumun sorumluluğu olduğu yaklaşımının benimsenmesi savunulmalıdır. Kolektif yaşam açısından bakıldığında yoksulluğun derinleştiği hiçbir toplum siyasi istikrara kavuşamaz. Üst orta sınıfların yoksulluğa sırtlarını dönmeleri, merkez sağ ve sol düzen partilerinin hiçbir yoksulluk politikasının bulunmaması Dünya Bankası’nın yoksulluğun sürdürülebilmesine dair projelerini Siyasal İslam’ın tarikat ağları ile hayata geçiren AKP, bu kesimleri rahatsız eden siyasi başarılarını büyük oranda yoksullar üzerindeki denetimi sayesinde kazanmıştır. Gezi Direnişi bu denetimi kıramadığı için yeterli oranda kalıcı mevziler üretememiştir. Dolayısıyla düzenin statükosunu sarsabilmenin devrimcilerin gerekirse iğneyle kuyu kazarcasına yoksulları örgütleme mücadelesini yükseltmesiyle mümkün olabileceği hiç akıldan çıkarılmamalıdır.
Sonuç Olarak; Ne İstiyoruz? Ne İçin Mücadele Ediyoruz ?
Bütçe bir ekonomi politik belgesidir. Var olan güncel güç dengelerini okumanın, adaletsizliklerini teşhir etmenin bir aracıdır.
Bizler, sosyal güvenlik, güvenceli çalışma gibi işgücünün temel haklarının bir maliyet gerekçesi olmaktan çıkarılmasını ve garanti altına alınmasını talep ediyoruz.
Bir vatandaşın asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılamakta kullandığı elektrik, su, doğalgaz ve ulaşım maliyetlerinin toplumsallaşmasını istiyoruz. İşgücünün yeniden üretilmesinin maliyetlerinin de sermaye tarafından üstlenilmesi gerekmektedir. Zenginlerden servet vergisi alınmasını ve sağlanan kaynaklarla bu sürecin maliyetleri karşılanmalıdır. Patronları dolar milyarderi yaptığımız artık yeter.
İş cinayetlerine yol açan işletmelerin sahiplerinin kasten adam öldürme suçuyla yargılanması gerektiğini savunuyoruz.
En önemli zenginliklerimizden birisi olmasına rağmen AKP iktidarı tarafından yıkıma sürüklenen tarımsal üretimin yeniden kamusal olarak örgütlenmesi gerektiğini savunuyoruz.
İşçi ve kamu çalışanlarının aldıkları ücretler derhal gerçekçi seviyelere çekilmelidir. İşçi ücretlerinin sadece enflasyon oranına göre belirlenmesinden “refah payı” uygulamasına geçilmesi gerekmektedir. Yani ulusal büyüme oranları da mutlaka düzenli bir biçimde emekçi ücretlerine yansıtılmalıdır.
Bizler bu taleplerimizin sermayenin denetimi toplum tarafından zaptedilmedikçe gerçekleşmesinin çok güç olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla 2015 Bütçesi’ne karşı yürütülen mücadele esas olarak işçi sınıfının bilinçlenmesine, örgütlenmesine, hayatının denetimini eline almasına dair özgüvenini arttırmasına hizmet ettiği oranda anlamlıdır. Günübirlik şiarlar ortaya atmak amacıyla değil de işçi sınıfının, ezilenlerin, taşeronda çalışanların, Kürt, kadın, genç emekçilerin ortak mücadelesini büyütebildiğimiz oranda yaşamak zorunda kaldığımız cehennemi dönüştürebiliriz.
Ürettiğimiz Zenginliğin Bizlere Sefalet Olarak Dönmesini Engellemenin Yegane Yolu Yeni Bir Hayat Mücadelesini Yükseltmektedir !
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]