Günümüzde pazar ekonomisi denilen, üretim yordamının çalışanları iyice bireyselleştirdiği, adeta atomize ettiği bir ortamda toplumun her kesiminde bir ‘örgütlenme’ veya ‘sosyalleşme’ krizi yaşandığını söylemek artık abartı değil. Kuşkusuz bu gelişmenin temelinde, üretimin nasıl yaptırıldığı yatmakta. Kârını en yüksek seviyeye çıkarmak için işverenler, yukardan inmeci bir şekilde üretim sürecini düzenlemekte, çalışanlar bu süreç içerisinde büyük bir makinenin küçücük parçaları olmaya zorlanmaktalar.
İşyerlerinde başlayan bu süreç dalga dalga toplumun tüm kesimlerinde yayılmakta, insanları bir arada tutan bağlar tam anlamı ile bir çözülme sürecine girmekteler. Bunun sonucu olarak birlikte yaşamın biçimleri olan örgütler, kurumlarda kendilerini bir krizin içinde bulmaktalar. Çalışanları kendi haklarını korumak için kurdukları örgütlerden biri olan sendikalarda benzer şekilde bu krizin içindeler. Gerek ülkemizde, gerekse de dünyada sendikaların tartıştıkları sorunlar bu temelden kaynaklanmakta.
Halkların Demokratik Kongresi’nin kurulması ile ülkemizde örgütlenme anlayışları, kongre tipi örgütlenme esprisi ile yeni bir boyut kazandı. Kürt halkının, mücadelesi ile ortaya çıkardığı bu anlayış, demokratik konfederalizmden eş başkanlığa kadar ete kemiğe bürünmeye başlıyor. En son yerellerde ilan edilen özyönetim, esasta örgüt krizinden çıkış yollarını göstermekte.
Çalışanlar açısından özyönetimin geçmişi ise oldukça eski. Ütopik sosyalizmin kurucularından Proudhon, geleceğin toplumunu özyönetim ile kurgulamaktaydı. Bu ütopya neredeyse iki yüz yıl boyunca çeşitli şekillerde ve adlarda denendi, ütopya gerçek yaşamla karşı karşıya geldi. Çoğu zaman ayakları yere değmedi yine de tüm eksikliklerine karşın çekiciliğini korudu.
Marks, Hegel’in diyalektik teorisini, kendi deyimi ile ‘kafa üstü durmaktan ayakları üzerine’ getirmişti. Ütopik sosyalizme getirilen eleştiriler ise, eleştiri düzeyinde kaldı, onu ayakları üzerine oturtma çabaları yetersiz kaldı. Özellikle sendikaların ütopik sosyalizm veya özyönetimden kaynaklanan somut girişimleri kapitalizm karşısında tutunamadı. Kurulan kooperatifler, sosyal konut projeleri belli bir süre sonra şirketleşerek düzenin bir parçası haline geldiler.
Ekim devrimi sonrası kurulan ‘işçi konseyleri’ (Sovyet) deneyleri, antikomünizmin kurbanı olurken; ‘batıda’ fabrika işgalleri, halk komiteleri, yerel komünler, takas ekonomisi gibi deneyler de kapitalist okyanusun ortasında ufacık adalar halinde kaldılar. Kürdistan’da, özellikle Rojava’da hayata geçirilen özyönetim ise giderek toplumun her kesimine yayılma eğiliminde. Teorik olarak sorulması gereken soru ise, ütopyanın artık nasıl ayakları üzerinde duracağıdır.
Pratikten giderek bu soruya cevap aranmalıdır, örneğin eş başkanlık, eş yöneticilik ne anlam ifade etmektedir? Kadın erkek eşitliği mevcut düzende bir talep, gelecek toplumda gerçekleşecek bir durum iken, örgütsel bir zorunlulukla (tüzük) mevcut düzende gerçekleşen bir duruma evrilmiştir. Üzerinden atlanmaması gereken bir konu ise tüzük zorunluluğu ile getirilen eşitliğin, gerçek eşitliğe ne kadar denk düştüğüdür.
Geçmişten farklı olarak tüzüksel eşitlik ile gerçek eşitlik arasındaki mesafe oldukça azalmıştır. Üsttekilerin eşitliğe razı olduğunu söylemesi yetmemiş, alttakilerin eşitliğe sahip çıkması gerekmiştir. Tüzük, sadece bu sahip çıkmanın önünü açmıştır. Kadınlar, kendi deney ve edindikleri bilgilerle gerçek eşitliğe oldukça yakınlaşma imkânına sahip hale gelmişlerdir.
Benzer bir gelişme sendikal yapılanma içinde geçerlidir. Ütopya çalışanlar için ‘üreten de yöneten de’ olmaktır. Kuşkusuz üretim araçları özel mülkiyette kaldıkça bu ütopya olarak kalacaktır. Alışıldık mantıkla gidersek, ütopyanın gerçekleşmesi ancak yeni bir üretim modelinde, sosyalizmde, gerçekleşecektir. Tıpkı kadın erkek eşitliğinin gerçekleşmesi gibi. Daha da kötüsü, Sovyet deneyinde olduğu gibi, üretim araçlarının özel mülkiyeti kalksa bile bu amaca ulaşmak pek mümkün olamamakta.
Ancak sorunlar bunlarla da bitmemekte. Fabrika işgalleri, patronsuz işletme modellerinde çalışanlar söz ve karar sahibi oldukları halde, ütopya gerçekleşmemekte. Tıpkı kadınlara eşit hakların anayasal bir ilke olmasına karşın, gerçek eşitliğin gerçekleşmemesi gibi. Nedeni açık: çalışanın yöneten olması için, zamanı, bilgisi, tecrübesi olması da gerekli. Bu ise yukardan bir politik karardan çok, iş yerinde gerçekleştirilecek bir pratikle mümkün.
Sendikal özyönetim öncelikle kolayca gerçekleştirilecek bir ütopya olmaktan çok bu çerçevede gerçekleştirilecek bir pratik şeklinde anlaşılmalıdır, yani bugün başlanıp geleceğin toplumunda tam anlamıyla gerçekleşecek bir yol haritası.
[button link=”www.sodap.org/mehmet-akyol-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]