Seçimler ve Kriz
Mehmet YILMAZER
2 Temmuz 2011
Seçimler yüksek bir katılımla kazasız belasız gerçekleşmişti. Üstelik tabloya uzaktan bakınca AKP seçimlerden önemli bir zaferle çıkmıştı. Üçüncü dönem için yüzde 50 oy alarak bir ilki gerçekleştiriyordu. Fakat seçimlerin bundan daha önemli sonucu ise bütün engellemelere karşın bağımsızların 36 milletvekili çıkarmasıdır. Zaten seçimlerden hemen sonra kriz de bu noktadan patlak verdi. Hatip Dicle’nin planlı ve kasıtlı olarak parlamento dışı bırakıldığı ayyuka çıktı. Ardından diğer vekiller de cezaevinden meclise gelemeyince kriz büyüdü. Bu krizin niteliğine gelmeden önce seçimlerde ortaya çıkan genel tablonun bir değerlendirmesi gerekiyor.
AKP’nin Seçim Zaferi ve Anlamı
AKP’nin üçüncü dönem iktidarı öncekilerden bazı önemli farklılıklar taşımaktadır. Seçimlerin genel tablosuna bakıldığında ikibinli yılların başında ortaya çıkan siyasal güç dağılımında önemli bir kopma yoktur. Bilindiği gibi ikibinli yılların başında, 28 Şubat operasyonu sonunda ortaya çıkan ve kendi kaynağı olan “Milli Görüş” zemininden kopan AKP, önemli bir seçim başarısı kazanmış ve diğer partiler büyük ölçüde parlamento dışında kalmıştı. Bu, burjuva siyasetinde önemli bir kopuş noktasıydı. Seksenli yılların ortalarından itibaren, Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi nedeniyle burjuva siyaseti MGK kararlarının çerçevesinde kalmış, ordu hergün siyasete aktif olarak müdahale etmiştir. Daha doğrusu 12 Eylül askeri darbesi ile başlayan süreçte, ordunun bir müddet sonra kışlasına çekilmesi şöyle dursun, hergün daha fazla günlük siyasetin içinde olmuştur. Bu yirmi yıla yakın dönemde hem ordu hem de onun MGK’da çizdiği çerçevede siyaset yapan partiler iyice yıpranmıştır.
Bu yıpranmışlığın siyasal sonucu en açık biçimde AKP’nin ikibinli yılların başında iktidar olması ile görünür hale gelmiştir. AKP, belki de cumhuriyet tarihinin “en şanslı” partisidir. 1999’da Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle gerilla mücadelesi bir geri çekilme dönemine girmiş; öte yandan 2001 ekonomik krizinin bütün yükünü üçlü koalisyon (Mesut Yılmaz, Ecevit ve Bahçeli) taşımış, AKP iktidar olduğunda siyasal ve ekonomik olarak “arazi temizliği” yapılmış durumdaydı. Türkiye neoliberalizme doğru yelken açmak için hazırdı.
2003 AKP iktidarıyla başlayan süreçte egemen güçler arasındaki siyasal mücadele başlıca iki saflaşma ortaya çıkardı. Birisi iktidara yeni gelmiş “mağdur” “siyasal islam”, diğeri eski egemen anlayışı temsil eden “ulusalcı” kesimlerdir. Bu yıllarda “laiklik” “irtica” “türban” “cumhuriyetin savunulması” siyaset sahnesinde en öne çıkan konulardı. AKP iktidarının ilk iki dönemi siyasal islamla ulusalcıların yoğun bilek güreşi ile geçti. “Ergenekon savaşları” ile ordunun siyasete hergün müdahalesinin yolları budandı ve giderek engellendi. En son seçim sürecinde ne ordu gündemlere dahil oldu, ne de ulusalcı zemindeki CHP diline “irtica” konusunu doladı. Siyasal tablo değişmişti.
AKP iktidarının ilk iki döneminde siyasal islam, başarılı taktiklerle ulusalcıların siyasal zeminini büyük ölçüde güçsüzleştirdi. Bu konuda en önemli adım “Ergenekon davaları” ile ordu-siyaset ilişkisine verilen yeni şekildir. Öyle belgeler ortaya çıktı ki, ulusalcı strateji safında duranlar bile orduyu savunamaz hale geldi. Ordu-siyaset ilişkisi artık “batı normlarına” yaklaştırılıyordu. Bu operasyondan demokrasi bekleyenler yanıldıklarını özellikle bu seçim öncesi gelişmelerde kısmen kavrayabildiler. Sonuç olarak, AKP bol bol demokrasiden söz ederek “Ergenekon savaşlarını” yürütmüş olsa da, gelişmeler sonucu “telekulak ve gaz cumhuriyeti” ortaya çıkmıştır.
AKP’nin “mağdur” siyasal islam rolünden tipik bir merkez sağ partiye evrimleştiği diğer önemli konu Kürt sorununda yaşanmıştır. Açılım hikayesi tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve sonunda AKP “artık Kürt sorunu” yoktur noktasına geri döndü. Söylenenleri sadece seçim propagandası olarak algılamanın hata olduğu seçim sonrası yaşanan “yemin krizi”nde yeterince ortaya çıkmıştır.
AKP dış politika alanında da önemli bir evrimleşme yaşıyor. Irak savaşı ile başlayan ABD ile sürtünmeler, İsrail’e karşı sert çıkışlarla bir zirve yapmıştı. “Arap baharı” ile bu tablo değişmeye başladı. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası açık bir iflas noktasına gelmiş, AKP bölgede Washington’un yeni politikalarının uygulayıcısı konumuna gelmektedir.
Bu üç önemli konuda AKP’nin geçirdiği değişim dikkate alınırsa, “mağdur” bir siyasal islam çizgisinden cumhuriyetin tipik bir merkez sağ partisine doğru evrimleştiği görülebilir. Bu seçim dönemi propagandaları dikkate alındığında Kürt sorunu ve buna bağlı politikalar eski yerini korumuş, ancak “laiklik-irtica” gerilimi gündemden düşmüştür. Yerini çok düşük seviyeli polemiklere bırakmıştır. İşsizlik, pahalılık ve yoksulluk gerçekliği üzerine hiçbir düzen partisi dişe dokunur bir politika ortaya koymamıştır. CHP bu konuda bazı girişimlerde bulunsa da, söyledikleri kitlelerde güven yaratmamıştır.
Burada can alıcı bir soru akla geliyor. AKP iki dönem iktidarından sonra yıpranmak ve oy kaybetmek şöyle dursun, oylarını arttırarak seçimlerden galip çıkabilmiştir. Bu sonucu elde etmesinde hiç şüphesiz bazı nedenler sıralanabilir. Yıllardır CHP muhalefetinin zayıf ve hatalı politikaları bunlardan birisidir. Kılıçdaroğlu, Baykal’a göre bir adım önde olsa da, sadece bir adım atabilmiştir. Öte yandan, sıcak para sayesinde olsa da, ekonominin vitrini “iyi” görünüyor. Buna benzer başka nedenler de sıralanabilir. Ancak en önemli neden sınıflar mücadelesinin adeta buharlaşmış olmasıdır. Dünya ve Türkiye’de yaşanan önemli değişimler, sınıflar mücadelesinin koşullarında da büyük radikal değişimleri zorlamaktadır. Fakat işçi sınıfı ve onun örgütlenmeleri henüz bu koşulara göre yeni konumlanmasını yaratamamıştır. Düzene karşı çıkışın zemini neredeyse sadece Kürt sorunu alanına daralmıştır. Sınıflar mücadelesi yükseltilemediği sürece Türkiye’deki siyasal tablonun fazla değişmeyeceğini geçen on yıllar göstermiştir. AKP, yoksulları, 9 milyon yeşil kart ve dağıttığı sadakalarla şimdiye kadar kontrol edebilmiştir. Eğer yaygın ve bilinçli örgütlenmeler yaratılamazsa, bu sadaka politikası köklü bir ekonomik çöküşe kadar daha çok oy toplamaya devam eder.
Sonuç olarak, AKP üçüncü dönemine “mağdur” bir siyasal İslam partisi olarak değil, cumhuriyetin temel kurum ve ideolojisine bağlı tipik bir merkez sağ parti olarak başlamaktadır. “İleri demokrasi”, Kürt sorunu ve hatta yoksullara umut olma konularında yarattığı beklentilerin son sınırına dayanmış, bu konularda usta manevralarla şimdiye kadar uzatmaları oynayabilmiş, ancak artık somut çözümlerin ortaya konması gereken bir döneme girilmiştir. Üçüncü dönemde AKP, ordudan ikide bir azar işitip mağdur rolüne yatan bir “yarı” iktidar partisi değil, ülkenin gündemindeki her sorunun doğrudan muhatabı bir parti konumundadır.
CHP’nin Yenilgisi
CHP kaset operasyonundan sonra kendini bir yol ağzında buldu. Baykal döneminin başarısızlığı defalarca kanıtlanmış ulusalcı politikalarından koparak hangi yöne yelken açacaktı? CHP söz konusu olunca akla doğal olarak 1974’lerdeki Ecevit’in “halkçı” çizgisi geliyor. Ancak bizzat Ecevit’in terk ettiği bu çizgiyi Kılıçdaroğlu’nun yeniden takip etmesi neredeyse imkânsızdı. Sonuç olarak CHP’nin seçimlerde “aile sigortası” dışında söyleyeceği hemen hiçbir şey kalmadı. Bu kararsız çizginin bedelini de seçim sonuçlarıyla ödedi.
Neoliberal ekonomi politikaların egemen olduğu dünyamızda sosyal demokrat partilerin özgünlüğü hızla yok olmuş, sağ partilerle aralarında hafif nüans farkları kalmıştır. Hele Türkiye gibi sosyal demokrat bir parti geleneği olmayan, 1970’li yıllarda devletçilikten sosyal demokratlığa dönüşmeye çalışan CHP söz konusu olunca durum çok daha umutsuzdur. Neoliberal politikaları en pervasızca uygulayan AKP karşısında CHP, bu politikalara temelden karşı çıkamadığı takdirde sızlanmaktan başka bir seçeneği yoktur. CHP de yıllardır bunu yapıyor.
Dünyada neoliberalizme karşı halkların öfkesi gittikçe yükseliyor. Fakat bu öfkeyi genellikle düzen partilerinden hiçbirisi temsil etmiyor. Avrupa’da Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da yaşananlar bunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Bu ülkelerde olmayanı Türkiye’de CHP’den beklemek ölü gözünden yaş beklemek anlamına gelir.
Emek ve Özgürlük Bloğu
Seçimlerde AKP dışında tartışmasız bir zafer kazanan blok, bunu sadece arttırdığı milletvekili sayısı ve oy oranıyla değil, yarattığı yeni bir umutla başarmıştır. İlk kez Devrimci Hareketle, Kürt Özgürlük Hareketi arasında güçlü ve dayanıklı bir ittifakın işaretleri ortaya çıkmıştır. İktidarın bütün engellemelerine rağmen bu başarılmıştır. Kürt Hareketi, işçi sınıfı ve yoksulların sorunlarına doğru kararlı adımlar atarken, devrimci hareket de Kürt sorunu ile ilgili önyargılarından kurtularak, yıllardır devlet tarafından inşa edilen şovenizm bariyerlerine karşı cesaretli bir mücadeleye soyunduğunda önemli gelişmelerin olabileceği bu seçim sürecinde görülmüştür.
Seçimlerde elde edilen başarı güçlü bir ortak partiye yükseltildiğinde ülkenin siyasal tablosunda önemli değişimler yaratmaya aday bir güç haline gelebilir. Böyle bir partinin iki ana alanda güçlü bir mücadele yürütmesi kaçınılmazdır. İlki, Kürt sorunu veya genel olarak demokrasi sorunudur. Yeni anayasanın gündemde olduğu günümüzde bu konuda güçlü bir mücadele gerekiyor. Diğeri ise, neoliberalizmin yarattığı ekonomik ve sosyal yıkımlara karşı yaygın bir mücadeledir. Bu alandaki mücadele ne ölçüde yaygınlaştırılırsa, çoktandır sabitlenmiş gibi görünen üç renkli Türkiye siyasal haritası alın yazısı olmaktan çıkacaktır.
Yemin Krizi
Seçimlerde ortaya çıkan tablonun olağan gidişini yemin krizi bozdu ve Türkiye yeni bir krizin içine girdi. Krizin başlarında sessiz kalan Erdoğan daha sonra alışıldık tavrıyla herkese restini çekti. Siyasi taktik olarak garip görünen bu erken restleşmenin ardındaki güçleri ve niyetleri zaman geçtikçe daha iyi kavrayacağız. Ancak Başbakanın tavrından anlaşıldığı kadarıyla, en azından söylem olarak seçim meydanlarındaki “sertlik” artarak devam ediyor. Yani ikinci “balkon konuşması” da beklenildiği gibi balkonda kaldı.
Yemin krizine baktığımızda AKP seçim zaferine gölge düşüren iki gelişmeye tahammül edemediğini göstermiştir. İlki ve en önemlisi, artık yok dediği sorunun gerçek sahibi Kürt Özgürlük Hareketi ve Emek-Özgürlük Bloğunun zaferidir. İkincisi, kendisinin “ileri demokrasi” yolunda önemli gördüğü “Ergenekon davası” sanıklarını mecliste karşısında görmeye tahammül edememiş olmalıdır.
Seçimlerden hemen sonra cemaatin sözcülerinden Hüseyin Gülerce “ustalık döneminin ilk iki sınavı”nı vurgulayan yazısı ilginçtir. Zaferin sadece AKP’ye ait olmadığını vurgulama gereğini duyduktan sonra ustalık döneminin ilk iki sınavı olarak “yeni kabinenin kurulması” ve Yüksek Askeri Şura çalışmalarını sıralıyor. Bu yaklaşımı hareket noktası alırsak, yemin krizine yol açan gelişmelerin de “ustalık dönemi” sınavlarından birisi olarak kabul edilebilir.
Bu sınavı Başbakan’ın nasıl geçeceğini göreceğiz. Ancak epeydir tüm işaretler AKP’nin üçüncü döneminin çok gerilimli yaşanacağını gösteriyor. Yemin krizi de bu işaretlere bir yenisini ilave etti.
Kürt sorunu, buna bağlı olarak yeni anayasa, neoliberalizme karşı dünyada yükselen dalganın Türkiye’ye adım adım yaklaşması, ülkede son yirmi yıldır oraya çıkan ve neredeyse alın yazısı gibi algılanmaya başlayan siyasal güçler dengesini kökünden sarsmaya adaydır.