Günümüz dünyasında seçimler, otoriter rejimlerin kendisini yeniden üretmesi açısından önemli bir rol oynuyor. Kimi araştırmalar seçimli otoriter rejimlerin çok daha kalıcı ve istikrarlı olduğunu gösteriyor (Geddes,1999). Dolayısıyla seçimlerin yapılıyor olması bir rejimin demokratik olduğunun ispatı kesinlikle olamaz. Seçimlerin hangi koşullarda gerçekleştirildiğine göre demokratik ve otoriter seçimlerden bahsedilebilir. Otoriter seçimlerin en belirgin özelliği, iktidarın seçimle ilgili kendi menfaatine düzenlemeleri her an yapabiliyor olması ( 16 Nisan’da sandıkların kapanmasına 1.5 saat kala mühürsüz oyların geçerli sayılacağının ilanı, bunun dünya tarihindeki en keskin örneklerinden birisidir). Politik partilerin kendilerini halka anlatabilme konusunda yaşadıkları adaletsizlikler de otoriter seçimlerin en belirgin ortak özelliğidir. Çeşitli araştırmalar otoriter seçimlerin, diktatörler tarafından politik elitleri, parti üyelerini veya kimi toplumsal kesimleri rejime içermek için kullanıldığını gösteriyor(Gandhi&Przeworski,2006). Seçimlerin otoriter iktidarlar tarafından kullanılmasının önemli bir sebebi de özellikle açık ara kazanılan seçimlerin muhalefetin iktidarı kazanma ümitlerini ortadan kaldırması ve ayakta kalma kapasitesini zayıflatmasıdır(Magaloni,2006). Seçimler aynı zamanda muhalefetin bir kısmına kimi iktidar adacıkları sunarak, bunların rejim karşıtı mücadeleden uzak durmasını sağlayabiliyor(Bkz. CHP’li Bodrum Belediye Başkanı’nın “Başkanlık rejimi ne güzel” açıklaması). Bu anlamda seçimleri bir “demokrasi şenliği” diye nitelemek her açıdan abes. Hatta otoriter seçimleri “demokrasinin laneti” olarak nitelemek dahi mümkün.
Türkiye’de gerçekleşen seçimler demokratik mi yoksa otoriter olarak mı değerlendirilmeli? Hiç kuşku yok ki devletin çeşitli kanatlarının 7 Haziran’da ortaya çıkan demokratikleşme olanağından ve Suriye’deki gelişmelerden korkarak Erdoğan arkasında hizalandığı ve topluma dönük çok yoğun bir tedip ve tenkil operasyonu başlattığı dönemle birlikte Türkiye’de demokratik denebilecek seçimlere veda edildiği tespit edilmelidir. 1 Kasım, 16 Nisan ve 24 Haziran oylamaları “beka sorunu” repliği eşliğinde meşrulaştırılan olağanüstü koşullar eşliğinde gerçekleşmiştir. Bu seçimler açıkçası iktidarı konsolide etme ve muhalefeti dağıtma amaçlı düzenlenmiştir. Bunlardan sadece 16 Nisan, beklenenin büyük oranda tersi bir sonuç yaratmış olsa da içinden geçtiğimiz ve herkesin neye benzediğinin anlamaya çalıştığı hilkat garibesi süper başkanlık rejiminin hayata geçmesinin hukuki kanalları oluşturulmuştur. Bir süredir fiili olarak işleyen süreç şimdi büyük bir hızla KHK’larla hukukileştirilmektedir. Seçimler, rejim değişiminin demokratik kanallarda gerçekleştiği intibaını yaratmak için kullanılmıştır. Bu amaçla seçim tarihinden seçim yasasına kadar kurumsal çerçevenin tamamı tüm yönleriyle hukuksuz bir biçimde iktidar tarafından düzenlenmiştir. Yaşanan; bir karşı-devrimin kansız bir biçimde hukukileştirilmesi, otoriter seçimleri kendisini meşrulaştırma aracı olarak kullanacak bir faşizan tek adam diktasının inşasıdır. Bu açıdan bakıldığında 24 Haziran seçimlerinin son seçimler olacağına dair tevatür gereksizdir. Toplum seçimlerin bu halini demokratik algıladığı, muhalefet seçimlerin gerçekleştiği koşulları politik tartışmanın konusu yapmadığı sürece 24 Haziran gibi onlarca seçim yapılabilir. Nasılsa miting bile yapmadan oylar artmakta, kekli kıraathane ile rejim değişimi gerçekleştirilmektedir.
Seçimlerin muhalefeti darmaduman etmek için en etkin araç olduğu da 24 Haziran’da bir kez daha ortaya çıkmıştır. 22 Haziran’da meydanları dolduran milyonlar, 24 Haziran gecesi itibariyle kapılarına kilit üstüne kilit vurup evlerine kapanmışlardır. Faşizm böylesi bir geri itişi güvenlik güçlerinin müdahalesiyle bu kadar hızlı başaramazdı. İktidarın sözde seçim zaferi, kitleler üzerinde yılgınlık yarattığı gibi düzen içi muhalefet partilerini de krize sokmuştur. CHP seçim gecesi yaşadığı akıl tutulmasına kadar süreç içinde kendi çerçevesinde başarılı olarak değerlendirilebilecek hamleler
yapmasına rağmen son bir ayda “CHP’den bir halt olmaz” imajını eskisinden de daha güçlendirmiş görünmektedir. Akşener’in partisinin uzun ömürlü olamayacağı ortaya çıkmıştı ancak bu kadar kısa sürede dağılmanın eşiğine geleceği herhalde beklenmiyordu.
Kitlelerin bu kadar büyük bir demoralizasyon yaşaması 24 Haziran öncesinde gerçekleşen dönüşümün ne boyutta olduğunun anlaşılamaması ve “kabustan kolayca uyanılabileceği”ne dair karşılıksız beklentidir. Demokrasi isteyen toplumsal kesimlerin büyük çoğunluğu bunun ağır bedeller ödenmesini de gerektirebilecek, çok daha ciddi bir yapılanmanın inşasını da mecbur kılacak bir talep haline gelmiş olduğunun farkına varmış değillerdir. Başarının kolay elde edilebilmesi artık mümkün değildir. Bu rejimi kuran güçler için tüm koşulların kolaylaştırıcı olduğu anlamına gelmez. Tam tersine rejimi kuran güçlerin arasında da çok ciddi çatlaklar bulunmakta, özellikle ekonomi konusunda çözümsüzlükten kurtulunamamaktadır. Erdoğan’ın BRICS toplantısı sırasında Trump tarafından ilk kez açık bir biçimde yaptırım ile tehdit edilmesine karşılık Putin ve Xi Jingping ile sıcak görüntüler vermesi, Türkiye egemen sınıfları açısından bilinmez sulara açılmanın eşiğinde olunduğunu göstermektedir. Erdoğan her zamanki kibir ve aşırı özgüveniyle emperyalist güçler arasındaki çatlaklarda slalom yapabileceğini düşünüyor ancak sonuçtan bağımsız olarak devlet ve sermaye açısından bağlı bulunulan ana limandan uzaklaşma her zaman risklere en açık olunan zaman olmaktadır. Rejimin şu andaki gücü kuruluşundaki çimentodan değil aslında çok güçlü olan muhalefetini, seçimlerle oyalama ve pataklama sonucunda da dağıtma konusundaki becerisidir. 24 Haziran seçimleri ve sonrasında yaşananlar Türkiye demokrasi güçleri açısından seçimlerin ideolojik, politik ve örgütsel olarak doğru karşılanamamasının yumuşak karın olduğunu bir kez daha ve çok çarpıcı bir biçimde. Demokrasi güçleri, seçimlerin hele de otoriter seçimlerin tek siyasal katılım biçimi olduğuna dair bilinçten hızla kopmalıdır. Alman Sosyal Demokrat Partisi 1 milyon kişilik bir milis örgütlenmesine sahip olmasına rağmen, Hitler’in Weimar Cumhuriyeti’ni yıkmasına bu bilinçten kopamadığı için seyirci kalmıştır. Alternatif siyasal mücadele ve katılım biçimleri dengeleri değiştirmediği sürece seçimlerin farklı sonuçlar yaratması beklenemez.
Tablodaki en sıra dışı çıkış Ahmet Şık’ın ve diğer kimi HDP’li vekillerin Meclis konuşmaları olmuştur. Özellikle Şık’ın konuşması tam da yeni rejimin meşruiyet kaynaklarını sorguladığı için bu kadar büyük tepki ve yankı bulmuştur. Yaşanan durumun normal olarak algılanmaması gerektiğini gösteren bu çıkış, yeni dönemin muhalefetin şekillenmesi açısından kritik önemdeki bir bilinç sıçramasına işaret etmektedir. Sosyalistler olarak görevimiz düzenin kanalları dışında yeni siyasal katılım ve mücadele biçimleri yaratırken bu meşruiyet sorgulamasının yaygınlaşması için yoğun bir çaba harcamak olmalıdır. Öncelikli görevimiz “ne yapılsa boş” düşüncesini kırmak olmalıdır.
Yolumuz uzun ve zahmetlidir, bu yolda yürüyebilmenin onuru ise hiçbir dönemde olmadığı kadar büyüktür.
KAYNAKÇA
Gandhi, J; Przeworski, A. (2006) “Cooperation, cooptation and rebellion under dictatorship”, Econ. Polit. 18(1):1-26
Geddes, B. (1999) Authoritarian breakdown: empirical test of a game theoretic argument. American Political Science Association’ın yıllık toplantısında yapılan sunum, Atlanta:GA
Magaloni, B. (2006) Voting for Autocracy: Hegemonic Party Survival and its Demise in Mexico. New York: Cambridge University Press
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]