Liberal demokrasi, siyaset ve ekonomi ayrımını esas alır. Kapitalizmin sömürüyü siyasi araçların erişiminden ayrıştırması ve onu ekonomik olanın içine hapsetmiş olması, burjuvazi açısından siyaset ve ekonomi ayrımını paha biçilmez bir servet haline getirir. Böylece hem sömürünün yeniden üretimi ve özel mülkiyet güvence altına alınmış hem de siyaset ve ekonominin birbiriyle bağlantısız alanlar olduğu yanılsamasının yaygınlaşmasının zemini yaratılmış olur. Bu açıdan sosyalist bir demokrasi deneyimi öncelikle bu ayrımı, siyaset ekonomi ikiliğini ortadan kaldırmaya yönelir. Piyasaların dokunulmazlığını ilga eder. Toplumun, burjuvazinin denetimi altındaki üretim ilişkilerine siyaseten hakim olmasının zeminini hazırlar. Üretimin sonucunda ortaya çıkan toplumsal artığın nasıl değerlendirileceğine karar verme tekelini sermaye sahiplerinden alarak üretimi gerçekleştiren gerçek güce, toplumun kendisine aktarır. Kapitalist demokrasiye dair en önemli sosyalist eleştiri, siyaset ve ekonomi ayrımının gerçek bir demokrasiyi imkânsız hale getirmesidir. Sağ popülizm bu eleştirinin burjuvazinin kendisi tarafından istismar edilmesi olarak da düşünülebilir.
Siyaset ve ekonomi ayrımını veri kabul ettiğimizde ve kendimizi burjuva demokrasisinin sınırlarına hapsettiğimizde, demokrasinin tanımı üzerine çeşitli tartışmalar yürütülebilir. İçinden geçtiğimiz koşullar açısından Adam Przeworski’nin “Demokrasi ve Piyasa” kitabında geliştirdiği demokrasi tanımı günceldir. Buna göre demokratikleşme, bütün çıkarların rekabet halinde olduğu ve belirsizliğin kurumsallaştığı bir süreçtir. Yani kimin yöneteceğine sonucu baştan belli olmayan, tarafsız seçimler tarafından karar verilir. Demokrasi, partilerin seçim kaybedebildikleri bir rejimdir. Bu siyasi rejim kazananlar ve kaybedenler yaratır, kaybedenler ise kurumsal yapının bir sonraki seferde kazanabileceklerine dair verdiği güvence sayesinde ortaya çıkan yenilgiyi kabullenirler.
Demokrasiler sadece belirsizliği kurumsallaştırmazlar. Aynı zamanda temel hakları da dokunulmaz kılarak burada da bir kesinlik alanı yaratırlar. Dolayısıyla demokrasiyi belirsizliklerin (kimin yöneteceği gerçek seçimler sonucunda belirlenir, politik kararlar müzakere ve tartışma sonucunda alınır) ve kesinliklerin (temel insan hakları, toplantı ve gösteri hakkı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü) dengeli bir birlikteliği olarak tanımlayabiliriz. Bu denge gerçek toplumsal güçlerin dengesine dayanmadığı sürece kısa sürede olmamışa dönebilir. Finans kapital açısından böylesi bir çerçevenin kabul edilebilmesinin yegane koşulu toplumsal artık üzerindeki mutlak sınıfsal denetiminin sorgulanmamasıdır. Bunun başarılmasının ideolojik aracı ekonomi ve siyaset arasındaki ayrımın korunmasıdır.
Faşizm ve otoriterizm, belirsizlik ve kesinlik alanlarını ters yüz eder. Kimin yöneteceği konusunda bir belirsizliğe kesinlikle tahammül yoktur, ayrıca iktidarı güvence altına alma konusunda el bağlayıcı unsurlar olarak görüldükleri için temel haklar konusunda bir kesinlik de kabul edilmez. Faşizm ve otoriterizm finans kapitalin artık üzerindeki mutlak denetimindeki kesinlik hariç tüm kesinlikleri ortadan kaldırabilir. Faşizm, toplumsal güçler arasındaki mücadeleyi dolayımlayan ve çelişkilerin şiddetsiz bir biçimde, dolayısıyla toplumsal ilişkileri yıkıma uğratmaksızın çözülmesini sağlayan oyun alanını ortadan kaldırır. Bu yüzden aslında kurduğu sistemi muazzam kırılganlıkla da yükler. Finans kapital açısından faşizmin ancak bir olağanüstü devlet rejimi olması onun bu zaafından kaynaklanmaktadır.
Saray açısından bu yola 2013’ten beri girildi ve çok önemli mesafe kat edildi. En son ittifak yasası ve seçimlerle ilgili Meclis’e getirilen yasalar kimin yöneteceği konusundaki belirsizliği bütünüyle ortadan kaldırmaya yöneliktir. Seçimleri garanti edecek ve kaybedilen hegemonyayı pekiştirecek bir başarı hikayesi üretilebilmesinin olanakları sınırlandıkça (ekonomik mucize, Afrin destanı, dünya lideri menkıbeleri vs.) bu yöndeki hamleler daha da derinleşmektedir. Saray kendisini egemenliğin temel kaynağı olarak konumlandıran bir siyasal rejimi adım adım kuruyor. Türkiye’deki siyasal rejim Türkmenistan tipi bir seçimli otoriterizmin kılığına bürünmektedir. Türkmenistan’da da seçimler yapılmaktadır. Ancak pusulaya mührün vurulduğu paravanın arkasında bir asker beklemekte, oy kullanan kişi bu asker tarafından “kendilerini zor durumda bırakmaması” için uyarılmaktadır.
Bu gidişin bir devrim olmaksızın geri döndürülme olanakları tüketilmiştir. Türkçü sosyal demokrasinin “Türklük sözleşmesine” (bkz. Barış Ünlü’nün aynı isimli kitabı) uyma konusundaki derin hassasiyeti bu sonu hazırlamıştır. Bu gerçek bütün yalınlığıyla kabul edilmeksizin bir adım ileriye yürüyebilmek mümkün değildir. Bu ön kabul, seçimlerle ilgili bütün gündemleri elinin tersi ile bir kenara itmeyi değil seçim sürecine bir devrim süreci olarak yaklaşmayı, normalden çok daha fazla ciddiye almayı gerektirir.
Bu yalın gerçeğin en net biçimde öncelikle sosyalistler tarafından anlaşıldığının ortaya konabilmesi demokrasiye sırtlarını dönmüş burjuvazinin tüm kanatlarına karşı ezilenlerin en geniş ittifakının inisiyatif alması anlamına gelir. Sosyalistler faşizmin bu kurumsallaşma çabasını devrim mücadelesini ileriye doğru sıçratma, siyaset ve ekonomi ayrımına dayanan burjuva demokrasisinin sınırlarını aşma olanağı haline getirebilecek yeteneği sergilemeye muktedir olduklarını ortaya koymalıdır. Bu açıdan geçtiğimiz günlerde Metin Çulhaoğlu (http://sendika62.org/2018/02/adini-koyalim-metin-culhaoglu-ileri-haber-476698/) ve Ergin Yıldızoğlu (http://sendika62.org/2018/02/tabutun-kapagindaki-son-civi-ergin-yildizoglu-cumhuriyet-477096/) önemli yazılar kaleme aldılar.(1) Sosyalistlerin bugün açık bir irade ile bir araya gelmeleri, faşizme karşı devrimi inşa etme kararlılıklarını ortaya koymaları ezilenlerin en geniş kesimleri arasında köprüler kurulmasını sağlayabilir, içinde sürece duyduğu öfkeyle umutsuzluk krizleri yaşayan on binlerce potansiyel anti-faşist militanın kafasını yukarı kaldırmasına hizmet eder. Sosyalistler bu ülkede gerçek bir demokrasinin ancak işçilerin ürettikleri üzerindeki denetimlerini arttırdığı, Kürtleri ve Alevileri de Sünni Türklerle birlikte gerçek vatandaş kabul eden bir yeni Cumhuriyetin inşa edildiği, barışın emperyalizmlerle değil bölge halklarıyla uzlaşıda arandığı, kadının özgürleşmesinin koşullarının mutlak güvence altına alındığı, Diyanet’in kaldırıldığı ve dinin devletten alınıp topluma iade edildiği demokratik laiklik programıyla kurulabileceğini güçlü bir şekilde haykırarak dengeleri değiştirebilir.
Bu süreçte her türlü safları sıklaştırma çağrısı önemsenmelidir ve yeni ittifaklar, eskilere alternatif değil onların da geliştirilmesi olarak görülmelidir.
(1) Türkiye siyasetinde her konuda iyi kötü mantıklı bir çerçevede düşünebilen insanların konu Kürt meselesi olunca anlaşılmaz salvolar yapmasına özellikle Yıldızoğlu’nun yazısında şahit olmamıza rağmen bu fikirdeyim. “Demirtaş’ın savunmasının ışık tuttuğu konular da, AKP’nin projesinin kuyruğuna takılmış olmanın vahim sonuçlarını sergiliyor” Oysa Demirtaşın savunması tam da kuyruğa takılmamaktan kaynaklanan bir öfkeyi ve karşı saldırıyı ortaya koymuyor mu?
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]