Demokrasi ve Adalet Şaklabanlıklarına Karşı
Referandumda Boykot Cephesini Örelim!
M. Sinan MERT
22 Mayıs 2010
Anayasa değişikliği ekseninde yapılan tartışmalar aslında sadece anayasa ile ilgili olmaktan çoktan çıktı. Daha ziyade belli bir durum değerlendirmesi ve tarih okuması yapmanın manivelası haline dönüşmeye başlayan bir malzeme karşısındayız. AKP merkezli söylem ve ideoloji üretim merkezi, bu ülkenin solunu, darbeci olarak damgalamaya ve ülke tarihini darbeci solla demokrat sağın mücadelesi olarak lanse etmeye, böylece kendilerine önemli bir sosyal destek sağlamaya çalışan bir kampanyanın yürütücüsü olarak ortaya çıkmıştır. Anayasa tartışmaları olması gereken mecradan uzaklaşıp AKP’yi demokrat bir dönüşümün mimarı olarak gösterme telaşının aracı haline dönüşmüştür. Ülkenin tüm önemli meselelerini kendini parlatmak, oynadığı role herkesi inandırmak için araç olarak kullanan AKP, Kürt meselesinden sonra yeni Anayasa ihtiyacını da sömürmenin yollarını bulmuş gözükmektedir. Fakat işin kötüsü bu meselelerin tümü AKP tarafından ele alındıktan sonra daha da kangren haline dönüşmektedirler. Anayasa meselesinin de bu noktaya ulaştığı söylenebilir.
Artık Anayasa meselesinin AKP açısından ne anlam ifade ettiği ortaya çıkmıştır. Bu anlamın, ülkeyi demokratikleştirme olduğuna bizi ikna edebilecek tek bir kanıt bulunmamaktadır. Anayasa değişikliğinin özünü tartışmanın merkezinden uzakta tutmak derdiyle tasarıya eklenmiş maddeler hiçbir konuda ciddi bir dönüşüm içermemektedir. BDP’ ye liberaller tarafından aşırı yüklenilmesine yol açan parti kapatmalarla ilgili değişiklik, meclis dışında kalan muhalif partiler için hiçbir anlam ifade etmemektedir. BDP, kendisi için hiçbir şey ifade etmeyen bir değişikliğe destek olmadığı için büyük bir rahatlıkla CHP-MHP bloğunun eklentisi olarak lanse edilebilmiştir. Herkesin rahatlıkla anlayabildiği çok açık ve net bir tutumu anlamamakta ısrar edenlerin gerçekten başka bir takım dertlerinin olduğu açıktır. Bu dert, ülkede AKP dışında bir reformist seçenek bulunmadığına duyulan büyük bir iman ve dolayısıyla AKP için iyi olan her şeyin hepimiz için iyi olduğuna duyulan büyük bir inançtan kaynaklı olabilir. Fakat aklın sınırlarını zorlayan bu ön kabuller, ancak ve ancak fanatik bir AKP taraftarlığı ile açıklanabilir. Örneğin Oral Çalışlar’ın bu tartışmalar sürecinde aldığı taslağı kayıtsız şartsız destekleyen ve BDP’ye saldırgan bir dille yaklaşan tavır, kimileri açısından özel bir momentten geçildiğinin bir ispatı gibi okunabilir. Militarizmden darbe yiyen kimi kesimlerin AKP’nin yükselişi üzerinden bir hesaplaşma yaşandığı hissine kendilerini bu kadar kaptırmaları bize sahiden de bir akıl tutulması olarak gözüküyor. Burada yine bir fren mekanizması olarak BDP’nin aldığı tutum çok daha büyük savrulmaları kısmen engellemiştir. Ahmet İnsel’ in oylamalara katılmayan Ufuk Uras’a attığı fırça sonrası Uras’ın utangaç ifadelerle ve Ertuğrul Günay’ın alkışlarına mazhar olarak kullandığı oy ise ülkemiz sosyalistleri açısından en hazin tabloyu oluşturmuştur. Ülkemiz solunun bir kısmı, kendi siyasi misyonunu AKP’yi küstürmeyip onu daha ciddi bir demokratikleşme kalkışması için itelemek olarak tanımlar hale gelmiştir. Allahtan bu kesim çok ciddi bir öbekleşmeyi temsil edememektedir ve doğrusu CHP’nin Kılıçdaroğlu hamlesiyle iyice daralacak gibi durmaktadır.
Anayasa tartışmalarında kısmen sorgulayıcı bir tutum içinde olanların bile neredeyse Ergenekoncu olarak etiketlendiği bir noktaya vardık. Nuray Mert’in başına nelerin geldiği ortadadır. Bu durum aslında AKP’nin ideolojik hegemonyasının ne boyutlara ulaştığının bir göstergesidir. Utangaç bir İdris Küçükömer tartışmasından sağ siyasetin büyük demokrasi mücahidi olarak kutsandığı bir evreye sıçradık. Menderes-Özal-Erdoğan üçlemesi ülkemizin demokrasi yıldızı olarak gösteriliyor. Bir süre sonra bunu kabul etmemenin Ergenekoncu ya da demokrasi karşıtı olarak damgalanmak için yeterli olacağı bir sürece doğru ilerliyoruz. En büyük ortak noktaları iflah olmaz bir piyasacılık, eş dost zengin etme becerisi olan bu adamların biyografilerini çok iyi biliyoruz. Menderes NATO’ya girebilmek için ABD’ye yaranmak adına Kore dağlarında ölen binlerce gencin katilidir. Özal’ın ismi 24 Ocak kararlarının mimarı olarak, 12 Eylül’ün hemen ardından Vehbi Koç tarafından Evren’e yazılan mektupta ekonominin başına geçirilmesi gereken adam olarak talep edilmiştir. Tarihe Zonguldak işçilerinin unutulmaz sloganıyla “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” olarak geçmiştir. Erdoğan’ın “ayaklar baş olursa” demeci bile tek başına ne menem bir demokrasi anlayışı ile karşı karşıya bulunduğumuzun göstergesidir. Türkiye tarihinde egemen sınıf ve tek belirleyici olarak bürokrasiyi ve orduyu gören, finans kapitalin ve onun yardakçısı tefeci-bezirgân sermayenin yediği haltları görmezden gelen ultra liberal, sivil toplumcu yaklaşım böylesi demokrasi kahramanı imalatlarına feyiz vermektedir. Kemalistlerin tüm bozulmaların miladı olarak 1946(1950) Menderes iktidarını göstermelerinin simetriği şimdi yeni sermaye sınıfının ulemaları tarafından tersten üretilmektedir. “Hâkim sınıfın düşünceleri toplumun hâkim düşünceleri” kılınmak istenmektedir. Tabii ki herkes istediği saçmalığa inanma özgürlüğüne sahiptir ama kimi önemli solcu aydınların bu momentteki fikir babalığı tarihin tekerrürü gibi gözükmektedir. Bu düzen ta Kadro hareketinden beri kendisine soldan ideolog devşiremeden laf, söz üretememektedir. Egemen sınıflar içi çatışmada Yalçın Küçük ile Murat Belge’nin karşı kamplarda bu kadar iştahla rol alabilmesi durumun vahametini ve tarihsel gelişime uygunluğunu ortaya koymaktadır. Askerin en fazla sillesini yiyen BDP’nin bu kadar sağlıklı bir tutum geliştirebildiği ortamda, solun böylesi isimlerinin farklı kamplara devşirilebilmesi işçi sınıfı mücadelesinin objektif güçsüzlüğünün yarattığı sübjektif bir sonuçtur.
Sosyalistler bu değişiklik paketine ve tarih kurgusuna seçmeci bir tutumla “iyi olanı alalım, kötü olanı bırakalım” tarzında yaklaşamazlar. İdeolojik ayrım çizgilerinin gittikçe silikleşmesine yol açan böylesi tutumlar, solun tasfiyesini hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Oy verirken karar vermek zorunda olan bir vatandaşın politik aklı ile sınıf hareketi inşa etmek gibi bir görevle karşı karşıya olan iradenin yaklaşımı aynı olamaz. Zaten AKP de böylesi bir “seç, beğen, al”cı tutumun önünü kapatmak için elinden geleni yapıyor. Maddelerin tek tek oylanmasına yanaşmıyor. Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararın ne gibi sonuçlar yaratacağını göreceğiz, bunun sonrasında tabloda ciddi kaymalar ortaya çıkabilir. Fakat solun, bu kamplaşmada yeri olmadığını halka göstermesi gereken bir çizgi belirleyebilmesi önemlidir.
Boykot taktiği bu noktada işlevsel bir araç sunabilir. 3. Cepheyi simgeleyebilmesi açısından ciddi bir olanaktır. BDP’nin de boykot cephesine yakın durması aslında önemli bir siyasi seçeneğin oluşması ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadar önemli bir tartışmada 3. Kanadın bu kadar görülebilir bir pozisyon alabilmesi önemli bir kazanım olacaktır. Boykotun, kimi kombinasyonlarda evet oylarının oranını arttıracağı dolayısıyla AKP’ye yarayacağı değerlendirmesi bizi ilgilendirmemektedir. Yargıyı AKP’nin istilasına karşı savunmak solun görevi değildir. Küçücük çocuklarımızı taş atıyor diye içeri tıkanların, bunu bir sorun haline getirmeyenlerin getirdiği adalet zaten bizim adaletimiz değildir. Solun siyasi tutumlarının bu kadar önemli olduğunu düşünenler, solu iktidar yapma mücadelesine destek olmalıdır. Aksi takdirde bizleri birilerinin peşine takma noktasında gösterilen telaşlar tasfiyecilikten başka bir anlam taşımamaktadır. Şu anda sosyalist solun en büyük görevi kendisini bu atmosferde bir farklı ses, bir farklı yaklaşım olarak görünür hale getirebilecek tutumlar almaktır. Böylesi bir hedefe doğru yürüyebilmek için kısa vadede büyük faydalar getirecek reformlar bile ellerin tersiyle itilebilir. Böylesi kazanımları gerçek kılabilmek için öncelikle toplumsal anlamda etkin bir siyasi özneye dönüşebilmek gerekmektedir. Boykot böylesi bir taktik adım yolunda önemli kazanım yaratabilir.
AKP pragmatizmi, tüm tarihsel gerçeklikleri de bir güzel çarpıtarak kendisinden bir eylem ve demokrasi güzeli yaratmaya çalışıyor. Fakat bunların kendi hırsızlıklarını örtmek için kullandıkları bütün şekerlemelere karnımız tok olmalıdır. Kendi iktidarını büyütme savaşını demokrasi mücadelesi diye yutturma çabasını göstermeleri haklarıdır. Fakat buna alet olanların yarın karşımıza solcu, demokrat, özgürlükçü diye çıkabilme şansları yoktur. Halkın da balık hafızalı olmasının b ir tarihsel sınırı vardır. Zaten aç ve işsiz bırakan bu demokrasi şaklabanlıklarının, halkın demokrasiye olan inancının %50’nin altına düşmesinde ne oranda etkili olduğunun üzerine düşünmek de kayda değer sonuçlar ortaya çıkarabilir.