Ortadoğu’nun İşlerine Bulaşmak…
Mehmet YILMAZER
5 Haziran 2010
Davutoğlu Amerika’da Clinton’la yaptığı görüşme sırasında Mavi Marmara olayını “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” olarak nitelemiş. Şoku atlatmak için Başbakan hergün “sert” açıklamalarda bulunuyor. Ancak laftan öteye bir şey yok! Olması da çok zor. Ortadoğu’nun işlerine karışalı beri bu olay Türkiye’nin başına geçirilen ikinci çuvaldır. İsrail “one minute”in intikamını kanlı bir baskınla aldı. Evet, bundan sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.” Fakat nasıl?
Türkiye’nin bölge ile ilişkileri kabaca iki döneme ayrılabilir. 1950’ler sonrası NATO üyesi olan Türkiye, bölgede gözü kapalı Batı destekçisi politikalar izledi. Mısır’da Nasır devrimini aşağılayan, BAAS hareketinden nefret eden; 1960’lı yıllarda Cezayir kurtuluş savaşı sırasında bile Fransa’yı arkalayan Türkiye, bütün bu yıllarda İsrail’in Arap dünyasına yaptığı saldırıların hepsinde Batı dünyasının sözcülüğünü yaparak bölgede büyük bir nefret topladı. “Ortadoğu’nun NATO’su”nu kurmak için yaptığı bütün girişimler boşa çıktı. Ortadoğu’dan tümüyle tecrit olan Türkiye, NATO ülkesi olarak Sovyetlerin yumuşak karnında “cephe ülkesi” olarak yıllarını geçirdi.
Zaman aktı. Dünya değişti. 1990’lı yıllara gelindiğinde Türkiye, stratejik olarak boşlukta kaldı. Özal iktidarının Çin seddine kadar gitme girişimleri, Körfez savaşında “bir koyup üç alma” hayallerinin hepsi boş çıktı. Zaman biraz daha aktı ve Irak işgali yıllarına gelindi. 1 Mart teskeresi nedeniyle Amerika ile olan ilişkilerde ilk önemli kırılma yaşandı. Ve bu noktadan itibaren Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. Bu dönemin açılışı AKP iktidarının kendi niyetine rağmen gerçekleşti. Olaylar, Türkiye’ye ve AKP iktidarına tarihi bir fırsat sundu. Amerika’nın Afganistan ve Irak hesapları tutmamış, süper güç bataklıkta debelenmeye başlamıştı. Üstüne bir de büyük bunalım gelince, ABD egemenliği inişe geçmeye başladı. Bu süreçte Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” politikası hızla gelişti. Söylendiğine göre Türkiye bölgede “lider ülke” olma yolunda!
1990’lı yıllara kadar bölgede Batı takipçisi rolüyle İsrail’den başka dostu olmayan Türkiye, son beş yıldır bölgeye yeni bir kimlikle giriyor. Gazze saldırısı sırasında yaşanan “one minute” tepkisi Türkiye’nin bölgedeki görünüşünü hızlı bir şekilde değiştirdi. Aslında ilk beklenmedik değişim “1 Mart teskeresi” ile yaşanmıştı; ardından Gazze saldırısı sırasında İsrail’le yaşanan gerilim geldi; son Mavi Marmara olayı ile Türkiye kendi “11 Eylül’ünü” yaşarken, bölgede İsrail ve ABD baskılarına karşı “direnişin” sembolü haline geldi. 1950’leri başlangıç alırsak, Türkiye yarım asır sonra bölgede yeniden rol oynamaya soyunurken, önceki dönemin tam zıddı bir kimlikle, bölge halklarının gözünde “İsrail ve ABD karşıtı” bir kimlikle Ortadoğu işlerine bulaşıyor.
Oysa 2005’lerde yola böyle çıkılmamıştı. Irak’ta bataklığa saplanan ABD, kendi yükünü paylaşmak için Türkiye’ye, güçlenen İran eksenine karşı bölgede rol vermeyi tercih etti. Fakat bu yol haritası zaten daha başlarda çatallıydı. Çok kutuplu dünyada, bölgede, Türkiye’nin niyetleri ile ABD’nin stratejik amaçları uyuşmuyordu. Türkiye’nin ABD’nin stratejik hedeflerine tümüyle angaje olması, onu bölgede 1950’li yıllardaki konumundan daha beter bir açmaza sürüklerdi. Dünya değişmişti. Türkiye ara yollardan yürümeyi denedi. Ancak zaman aktıkça bu ara yollar, çıkmaz sokağa dönüşüyor.
Bugün AKP iktidarı iki büyük basınç altındadır. Kendisi fazla istemese de, büyük ölçüde olayların kendi akışıyla, hem Türkiye’deki siyasal İslami çevrelerin hem de bölge halklarının, İsrail ve Amerika’ya karşı tepkilerinin sözcüsü haline gelerek, büyük bir beklenti yarattı. Bu beklenti giderek büyüyor ve büyüdükçe kendi yollarından AKP iktidarı üzerindeki baskılarını yükselteceklerdir. Diğer basınç noktası, ABD ve elbette İsrail’dir. Türkiye kendine biçilen rolün dışına çıktıkça, üzerindeki baskı ve hatta provokasyonlar artacaktır.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa”, ne olacaktır? Türkiye’nin ara yollardan yürüme politikaları veya Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası, bir duvara yaklaşmaktadır. Bunun son üç alameti çok önemlidir.
Birincisi, İran’la yapılan “takas anlaşması”nın aldığı tepkilerdir. ABD, İran’ın böyle bir sürpriz yapacağını; Türkiye ve Brezilya’nın böyle bir sonuç elde edeceğini kesinlikle beklemiyordu. Yanına Rusya ve Çin’i alarak bu anlaşmayı boşa çıkartmaya çalışıyor. Konumuz anlaşmanın detayları ve geleceği değil. Çok kutuplu dünyanın nasıl bir şey olduğu, nasıl imkânlar ve tuzaklar hazırladığıdır. Trilyon dolarlarıyla kuyruğunu Amerika’ya kaptıran Çin, Avrupa’ya enerji hatları döşemeye kilitlenen Rusya, kendileri için yeterli gördükleri tavizleri aldıklarını düşünerek, “takas anlaşmasına” soğuk yaklaştılar. Çok kutuplu dünyanın nasıl bir şey olacağını daha kimse bilmiyor. Zaten bu “yeni dünya” yaşanarak kurulacak. Ancak bu dünya hem imkân hem de tuzaklarla doludur. Böyle bir dünyada Türkiye gibi ülkeler imkân zannettikleri şeylerin hızla tuzağa dönüştüğünü görecekler.
İkincisi, İsrail’le tırmanan gerilimdir. Bu gerilimin esas muhatabının Amerika olduğu unutulmasın. Basında çok sık “dünyadaki değişimi İsrail’in yeterince okuyamadığı” üzerine değerlendirmeler yapılıyor. Aslında bu değerlendirmeyi yapanlar şunu demek istiyor. “İsrail artık eski gücünde ve konumunda değil ve bunu kabul etmelidir.” Bu saflık değilse, körlüktür. İsrail, tam tersine değişen dünyayı iyi okuyor, mevzi kaybetmekte olduğunu görüyor; konumunu korumak için en riskli taktikleri göze almayı sürdürüyor. Ancak konum kaybeden sadece İsrail değil, Amerika’dır. Sonuç olarak, Amerika’ya da şu söylenmiş oluyor. “İsrail’e eskisi gibi sahip çıkma!” Buna Washington’un evet demesi mümkün değildir. İsrail, riskli taktikleriyle AKP iktidarını İran ve Hamas’ın saflarında göstermeye çalışarak, bölge dengeleri açısından en kırılgan noktaya itmeye çalışıyor. Bu nokta kırılgandır; Türkiye’nin “Batılı dostlarıyla” başının belaya girmesi olasılığını yükseltir. İsrail ne yaptığını biliyor. Ancak “eksen kayması” tartışmaları arasında AKP iktidarının ne yapmaya hazır olduğu açık değildir. İkide bir “eksen kayması yok” diye savunma yapan AKP iktidarı bunu daha ne kadar sürdürebilecektir?
Bu noktada üçüncü alamete geliyoruz. Bu da, Gülen hazretlerinin Amerika’dan yaptığı uyarıdır. Filistin ve Gazze (Hamas) sorunu İslami çevrelerde kritik bir rekabete yol açmıştır. Radikaller bu sorunda İran, Hizbullah ve Hamas ekseninden İsrail ve Amerika’ya tepkilerini yükseltiyorlar. Ancak Gülen hazretleri böyle düşünmüyor. Bu farklılıkların ortaya çıkması genel anlamda siyasal islamın kimliğinin netleşmesi açısından iyidir. Bu gerçeklikten dolayı, başbakan çok “sert” konuşuyor, ancak ne yapabileceğini kendisi de bilmiyor.
Sonuç olarak, AKP iktidarı çok kutuplu dünyanın kendisine verdiği imkânları kullanırken, her geçen gün tuzakların da sınırına yaklaşmaktadır. Kendisinden oluşan beklentileri bu dengelerde karşılaması mümkün değildir. Bu hem Türkiye’nin “batı eksenine” kuvvetli bağlarla zincirlenmiş olmasından; hem de siyasal islamın kendi iç yapılanmasından dolayı böyledir. Fakat son gürültüler arasında geri plana kaymış görünen bir sorunu hiç unutmayalım. AKP iktidarı sırtındaki “Kürt sorunu” kamburuyla bölgede özendiği etkin rolü hiçbir zaman oynayamaz. Geriye “sert” konuşmalar kalır. Ortadoğu’nun işlerine bulaşmak ateş çemberine girmek demektir. Bugüne kadar bu ateş çemberi pek çok devleti çürüttü. AKP iktidarı bu çemberi kıramayacağına göre, bu çürüme girdabının içine çekilecektir. Bu da Türkiye ve bölge halkları açısından iyi bir şeydir. Sahte umutların bir an önce ömürlerini doldurmaları, gerçek umutların yükselişinin kapısını açar.