Obama İçin Isıtılan Dünya
Mehmet YILMAZER
29 Kasım 2008
Obama’nın başkan yardımcısı Biden, seçim kampanyası sırasında “geçiş dönemi çok önemli, eğer Obama başkan seçilirse görev başına gelinceye kadar dünyada önemli gelişmeler olacak” demişti. Bir küçük bir de büyük iki gelişme şimdiden yaşandı bile! Gürcistan başkanının arabasına ateş açıldı, olay büyümeden kapanmış görünüyor. Ancak Hindistan’daki saldırı yeni bir 11 Eylül olarak yorumlanıyor. Mumbai limanına silah yüklü bir gemi ile gelen “militanlar” Hindistan’ın finans merkezinde özellikle batılıları hedef alan bir saldırı gerçekleştirdiler. “Adı duyulmamış” bir grubun olayı üstlendiği söyleniyor. Tetiğe kimlerin bastığı önemli değildir, bu saldırının Amerika’nın taze başkan yardımcısı Biden’ın ve birkaç gün önce de FBI’ın uyarısından sonra yaşanması önemlidir.
Obama da kampanyası sırasında Irak’ta güç azaltması yapacağını, ağırlığı Afganistan’a vereceğini söylemişti. Hindistan şok baskın nedeniyle ihtiyatı elden bırakmadan Pakistan’ı suçladı. Pakistan, Amerika için son zamanlarda sorun olmaya başlayan bir müttefiktir. ABD bu ülkeye elini kolunu sallayarak Taliban’ı izleme bahanesiyle saldırılar düzenliyor.
Son gelişmeleri dikkate aldığımızda dünyanın başlıca üç bölgesinde gerilim artıyor. Afganistan, Pakistan-Hindistan hattı, yani güney Asya; Somalili korsanlar bahanesiyle Afrika’nın Aden boğazı civarı-petrol ağırlıklı deniz trafiğinin en yoğun olduğu boğaz- ve Gürcistan eliyle Kafkaslar! Bu arada Irak’ı unutmak hata olur. Irak sözde parlamentosundan geçen güvenlik anlaşması orada işlerin yolunda gittiği izlenimini yaratmasın. Tam tersine Irak’ta gerilim tırmanıyor, ancak ABD burada hiç değilse bir müddet soluk alma gereğini duymaktadır.
Öte yandan bir Amerikan düşünce kuruluşu 2025 yılındaki dünyanın tablosunu çıkartmaya çalıştı. Gerileyen bir Amerika, güçlenme olasılığı olan Çin, Hindistan ve Rusya, ayrıca dünyanın gittikçe artan bir kaosa sürükleneceği, tablonun ana hatlarını oluşturuyor.
“Değişim” sloganıyla başkan seçilen Obama, Oval Ofisteki alev alev yanan dünya küresinin karşına geçince ne yapacak? Dünyayı hangi yönde değiştirecek?
Amerika 20. yüzyılın sonlarında tarihi atağını yaptı ve dünyayı neoliberal politikalarla yeniden paylaşmaya, ona “yeni bir düzen” vermeye soyundu. Fakat bu tarihi atak bir çöküşle sonuçlandı. ABD artık dünyada belirleyici başoyuncu değil, oyunculardan birisidir. Dünya güçler dengesine bu seviyeden bakmayınca yanılgılar kaçınılmaz olur. 2025’de nasıl bir dünyada yaşayacağımızı Amerika’nın en ünlü falcıları ( düşünce tankları deniyor) bile kestiremez. Zaten bunların hepsi, hatta devasa imkan sahibi tüm amerikan gizli servisleri dahil, 1980’lerin sonlarında bile dünyanın nereye evirileceğini öngörmekte toptan sınıfta kaldılar. Çok geçmedi Irak savaşı öncesi öngörülerinin büyük bölümü Ortadoğu’nun dehlizlerinde kaybolup gitti. Büyük Ortadoğu Projesi’nin artık adı bile geçmiyor.
Ancak bu Amerikan falcılarının (düşünce tanklarının) elbette bir rolü var, hem de çok önemli! Beyaz Sarayın ana eğilimini, hedeflerini ortaya koymak gibi önemli bir role sahipler. Obama’nın yürüyeceği yol döşeniyor. Daha doğrusu bunu bizzat kendisi seçim kampanyaları sırasında söyledi. Obama’nın Afganistanı işaret etmesiyle Mumbai’deki saldırının bağlantısı o kadar açıktır ki, eylemi hangi grubun yaptığı önemini kaybediyor. Afganistan, Şanghay Beşlisinin yumuşak karnıdır. Madem ki 2025 dünyasında Çin, Hindistan ve Rusya’nın öne çıkma olasılığı vardır, o zaman Amerika stratejisini bu güçlerin yıpratılmasına yöneltmek zorundadır. Bir yanda ağırlığın Afganistan’a kaydırılma hazırlığı, öte yandan Gürcistan eliyle Kafkasların karıştırılması ve Çin Denizinden sonra, Afrika’daki enerji yatırımlarından dolayı Çin için en stratejik nokta olan Aden boğazında gerilimin sürekli tırmandırılması Amerika’nın yeni stratejisinin üç ayağıdır.
ABD ve elbette tüm kapitalist dünya böylesine büyük bir ekonomik ve yapısal kriz içindeyken, ateşle oynamaya eşdeğer bu üçayaklı strateji ayakta durabilecek midir? Bozulan arabasını ABD, bir köşede sakin sakin onarsa daha iyi değil midir? Emperyalizmin niteliği unutulursa böyle bir soruyu sormak kaçınılmaz olur.
Bütün kapitalist merkezler ekonomilerini kurtarmak için paket üzerine paket açıklıyorlar. ABD bu konuda en uç adımları atıyor. 700 milyar dolarlık paketten sonra 800 milyar dolarlık bir yenisi daha kabul edildi. Özellikle emlak piyasasını canlandırmak için! Bu trilyon dolarların kaynağı nedir? Lafı uzatmadan söylemek gerekirse: Büyük ölçüde ABD Merkez Bankasının dolar matbaası! Bir muzip köşe yazarı yüz dolarlık banknotun basım maliyetinin 4,7 sent olduğunu bile hesaplamış… ABD, kendine 4,7 sente mal ettiği banknot ile dünyadan yüz dolarlık mal alabilecektir. Bu soygun silahsız yapılamaz. Peki silahla ne ölçüde yapılabilir? İşte bu sorunun cevabını Amerikan falcıları da bilmiyor, ancak başka seçenekleri yoktur. Ya Amerikan halkına büyük bedeller ödetecekler, “Amerikan rüyası” sona erecek, ya da dünyanın sömürüsünü derinleştirerek bu bedeli dünya halklarına-hatta sadece halklarına değil, geri ülkelerin irili ufaklı pek çok kapitalistine de-yayacaklardır. Üç ayaklı strateji ile bu denenecektir!
“Denenecektir”, diyoruz. Ancak bu konuda, yani Washington’un Obama sonrası ana stratejik yönelişinde daha taşlar yerine oturmamıştır. Yukarıda çizdiğimiz tablodan Bush dönemi politikalarının temel mantığının Obama eliyle yürütüleceği sonucu çıkar. “Washington bunu, yıpranmış, “yalancılığı” ortaya çıkmış bir yönetimle değil, Amerikan rüyasının “diriliş” sembolü Obama ile yapacaktır. Aradaki tek fark budur.” Ancak böyle bir tespit fazlaca yüzeysel olur. Amerika’nın silah ve enerji tekellerinin, Washington’un “şahinleri”nin gönlünde yatan bu olsa da, mevcut Amerikan gerçekliği ve dünya güçler dengesi buna ne ölçüde uygundur?
Önce Amerika’nın dünyaya kendi stratejilerini dayatmadaki “inandırıcılık” faktörüne değinmek gerekiyor. Bush yönetiminin tek kutuplu bir dünya yaratmak için stratejik dayanakları olan 11 Eylül saldırısının karanlık arka planı ve Saddam’ın olmayan kimyasal silahları, Amerika’nın inandırıcılığına büyük bir darbe vurdu. Bu olaylar dünyada oynanan büyük oyunlarla ilgili bir bilinç yarattı. Tüm dünyada anti-Amerikan bir hava oluştu. Bu hava bir siyah Obama ile silinemez. Öte yandan, elbette Amerika’nın çok daha inandırıcı provokasyonlar yapma gücü vardır. Ancak bunların yaratacağı “şok” 11 Eylül ölçüsünde güçlü olamayacaktır. Artık dünya, Sovyetlerin yıkıldığı ve kapitalizmin neoliberal politikalara hız verirken zafer çığlıkları attığı günlerdeki dünya değildir. Amerikan stratejilerinin tıkandığı ve neoliberal ekonomi politikaların çöktüğü bir dünyadayız. Mumbai baskını ne kadar dehşet verici olursa olsun, artık pek çok insan bunun Amerikan dış politika ile bağlarını sorgulamadan edemez.
İkinci olarak, kurtarma paketleriyle öyle bir hava yaratılıyor ki, piyasaya talebi arttırıcı yönde mali kaynak sürülünce yaşanan krizden çıkılabilecektir. Bu kısmi Keynes politikaları mevcut krize bulunan tek çare gibi görünüyor. İş bu ölçüde kolay olsaydı kapitalizm en azından 1950’ler sonrası hiç kriz yaşamazdı. Şimdi yaşanan kriz sıradan bir kriz değil; bu nedenle insanların yeniden araba, cep telefonu, ev almaya başlamasıyla ortaya çıkacak taleple çözülemez. Keynes politikalarının yarattığı talep, savaşa hazırlanan ülkelerde muazzam boyutlarda yaşandı; sonra da savaşın yarattığı yıkımın ortaya çıkardığı yeniden inşanın yürütülmesi kapitalist dünyaya büyük bir canlılık verdi. Ancak sadece bu değil, bu süreçte kapitalist ekonomiler yeni tekniklerle büyük bir yapısal değişim yaşadılar. Bu yapısal değişimin gerektirdiği sermaye birikimi ve tasarruf için kapitalist dünyadaki yığınların önüne iki moral değer konuldu: Vatan savunması ve Komünizme karşı savaş! Bu anlamda bugünün Keynes politikalarıyla onun gerçek koşulları arasında bir benzerlik yoktur.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaygınlaşan Keynes politikalarındaki iki temel koşul unutulmamalıdır. Amerika tüm kapitalist dünyaya silah satarak ve teknik gelişimi hızlandırarak muazzam bir sermaye birikimi sağladı. Savaş sonrası bu sermaye kapitalist dünyaya Truman ve Marshall yardımları adıyla aktı. Aynı zamanda bu dönem Amerika’nın liderliğinde kapitalist dünyadaki rekabetin asgari noktalara çekildiği bir ekonomik düzendi. Zaten her ülke kendini toparlayıp rekabet gücünü kazanınca Keynes düzeni işlemez hale geldi. Bugün finans oyunlarıyla şişirilmiş balon patlayınca sermaye kıtlığı başladı ve kapitalistler arası rekabet en yüksek noktalardadır. Keynes politikalarının maddi zemininin tam zıddı koşullar.
Piyasaya merkez bankası kaynaklarından para sürmek belki talebi canlandırabilir, ancak bu geleceğin tüketilmesi anlamına gelir. Bunun faturası ise kaçınılmaz bir şekilde bugün ya da yarın çalışan yığınların önüne konulacaktır.
Üçüncü olarak, Amerikan gerçekliğine” özel olarak değinmek gerekiyor. Amerika 1960’lı yıllardan itibaren silah sanayi dışında rekabet gücünü büyük ölçüde kaybetti. Amerikan sanayi “sermaye ekipmanları ve alt yapı olarak” gittikçe eskidi. 1980’lerin başlarında yapılan hesaplara göre eskiyen alt yapının yenilenmesi için gerekli sermaye o yılların rakamlarıyla 4 trilyon dolar civarındadır. Ve yenilenme en az yirmi yıl alacaktır. Amerikan kapitalizmi bu yolu seçmek yerine 1980’li yıllardan itibaren finans oyunlarıyla para yapmaya yöneldi. Bugün bu yolun sonuna gelinmiştir. Amerikan alt yapısı 1980’lerden çok daha kötü hale gelmiştir. Yenilenme için gerekli sermaye ise çok açık ki daha yüksek rakamlara tırmanmıştır.
Burada hem dünya kapitalizmi, hem de özellikle Amerika için çok zor bir dönüm noktasına gelinir. Dünya enerji kaynaklarının durumu, doğanın kapitalizme artık eskisi kadar cömert davranmayacağı ve kapitalist dünyadaki rekabetin tepe noktalarına tırmandığı gerçekleri dikkate alındığında, bir yol ayrımına gelindiği görülebilir. Kapitalizm ya finans spekülesyonuna dayanan gidişini yamalayarak sürdürecektir, bugün açıklanan tedbirler bu sınırdadır; ya da mevcut koşullara uygun üretimin yetkinleştirilmesi için köklü bir yeniden yapılanmaya yönelecektir.
Obama, Amerika’nın üç otomobil devi para istemek için senato komisyona dertlerini anlattıktan sonra “daha yenilik içeren projeler beklerdim” diyerek düş kırıklığını dile getirmiştir. Amerikan ekonomisi finans oyunlarından üretimde yetkinleşmeye dönebilecek midir? Ve bunu II Dünya Savaşı sonrasının kendisi için çok avantajlı koşullarında değil, güç merkezlerinin pozisyonlarını güçlendirmek için kıyasıya bir rekabet içinde oldukları günümüzde yapabilecek midir? Bunun için dev boyutlarda sermaye birikimi gerekiyor ve bu yatırımlar spekülasyon gibi hemen kar üretmeyip uzun bir zaman dilimine yayılmak zorundadır.
Kurtarma paketleri açılıyor, talep canlandırılmaya çalışılıyor. Hikâyenin bu kadarında bir sorun yok. Ancak kendilerinin yarattıklarına çok övündükleri küresel dünyada yeni pazarlar fethetmeden meta satışlarını arttırarak sermayelerini nasıl döndürecekler? Her güç merkezi bir köşede pusuya yatmış, yeni pazar fethi için pozisyon kolluyor. Amerika silah sanayi dışında eskiyen alt yapısını yenilemeden bu rekabet ortamında nasıl var olacaktır?
Kapitalizmin tarihinin gösterdiği gibi, büyük krizler köklü yapısal değişimleri dayatır. Bu değişim savaşı kapitalizmin serbest pazar tanrısının huzurunda en hoyratça ve en insafsızca yapılır. Bu yolda “şehitler” vermeden yeni bir yapıya geçilemez.
Yeniden Mumbai baskınına ve Amerika’nın kısmen ortaya çıkan yeni üç ayaklı stratejisine dönelim. Eğer ortaya çıkan işaretler bizi yanıltmıyorsa, Amerika ilk elden bugüne kadar gittiği eski yolundan yürüyerek rakiplerini yeni gerilimlerle kuşatmaya çalışacaktır. Bundan öteye bir adım atıp eskiyen üretim alt yapısını yenileyebilecek, yani finans spekülasyonundan üretim temeline dönebilecek midir? Bu adım devasa sermaye birikimlerini dayatıyor. Obama’nın stratejik yönelişleri tam şekillenmedi, ancak ikinci adıma yönelmeyen bir Amerika’nın dünya güçler dengesindeki yeri daha fazla gerilemekten kurtulamaz.
Her iki durumda da kapitalist dünyayı bugünden daha çetin rekabet savaşları bekliyor. Amerika finansa kayma yolundan üretime bir dönüş yapamazsa kendi konumunda daha büyük kayıplara uğramaktan kurtulamayacaktır. Üretim temelinde bir gelişmeyi gerçekleştirebildiği durumda güç merkezleri arasındaki rekabet her yönden çetinleşecektir. Gidiş öyle görünüyor ki, bu krizden çıkma savaşları güç merkezlerinden bazılarında önemli çökmelere yol açabilir.
2025 raporunda dünyanın gittikçe kaosa bürüneceği öngörülüyor. Bu “kaos” kavramının içinde dünya halkları, yoksullar vardır. Kapitalizmin yaşanan büyük krizine çalışan halklar oldukça örgütsüz ve zayıf konumlarda yakalandılar. Ancak bu kriz her geçen gün kapitalizmin bugüne kadar yücelttiği tüm değerler sistemini, “liberal bencil tarihin son insanı”nın düşkünlüklerini en kör göze batar hale getiriyor. Bu krizde dünya yoksullarını büyük acıların beklediği kesindir. Ancak bu krizi, kaybettikleri insani değerleri yeniden kazanarak ve bunları bir mücadele parolası olarak yükselterek yaşayacakları da bir o kadar kesindir.