1 Kasım seçimleri, devletin çeşitli zıt kardeş fraksiyonlarının bir araya gelerek halkların yarattığı bir demokratikleşme olanağını boğma girişimi olarak da okunabilir. Dolayısıyla bir seçimi gayri meşru kılabilecek tüm unsurları içermesine rağmen düzen partilerinin hiçbiri bu meşruiyet noksanlığını gündemine almayı gerekli görmüyor. AKP, devletin koçbaşı olarak bu saldırının öncülüğünü üstlendi. Böylece 1. ve 2. Cumhuriyet birbiriyle mecz oldu, melez bir Leviathan’ımız oluştu. Perinçek bu durumu veciz bir şekilde “Erdoğan bizim savunduğumuz siperlere geldi” diyerek açıkladı.
Ahmet Tonak sendika.org’da çıkan son yazısında genel olarak sosyalistleri seçim sürecinde sınıf çizgisini ve ekonomi alanını görünür kılamamakla eleştirdi. HDP’nin “başarısızlığı”nı “kimlik siyasetine” fazla batmakla açıklamaya çalışan kimi arkadaşlar da çözümün sınıf siyasetinde olduğunu vurgular oldular. Normal zamanlarda bu değerlendirmeler çok olumlu bir gelişme olarak okunabilirdi belki ama bugünün temel dinamiklerini anlamayı zorlaştırdığını da kabul etmek gerekiyor. Cumhuriyet tarihinin en önemli krizlerinden birisi şu an itibariyle gerçek, maddi, toplumsal güçler arasında yaşanıyor. Şu anda, bu keskin momentte, bu mücadele içinde seferber edilemeyecek hiçbir güç bu anlamda burada, şu “an”da, sahiden bir karşılık ifade edemiyor. Erdoğan’ın yeni bir rejim inşa etme noktasında faşistleşme eşiğini de aşan bir aşamaya ulaşması, Kürt ve demokrasi düşmanlığı üzerinden düzenin tüm özel harp uzantılarıyla bütünleşmesi şu “an”ın önceliğini daha da büyütüyor. Batı’daki sosyalist güçler demokratikleşme ve devletin geriletilmesi momentinde Kürt siyasi hareketini yeni Leviathan karşısında yalnız bırakıp bir “sınıf çizgisi” inşasına mı soyunmalıdır, “kimlik siyaset”inden uzaklaşarak sınıf çizgisine mi sığınmalıdır? En genel doğrular zaman zaman dönemin acil görevlerinden uzak durmak için gerekçe haline dönüşebiliyor. Bu riskin farkına varmak gerekiyor. Faşizmin bu şahlanışına karşı mücadele şu anda varolan, somut güçler üzerinden düşünülmelidir. Varolan güçler bu faşizmin giderek kurumsallaşması durumunda toplumun tüm özgürlük imkanlarının, nefes alma olanaklarının yok edileceğini görmelidir. Bu anlamda 1 Kasım sonrası hepimizi bir kader anı bekliyor. Ya alandaki somut güçler bu saldırıya karşı demokrasi olanaklarına sahip çıkacak ya da tüm güçler açısından birkaç mevzi geriye süpürülme kaçınılmaz olacak.
Özyönetim ilanları HDP’ye oy mu kaybettirdi? Devletin savaş tercihini görmeden, bu savaşın devlet tarafından her durumda yükseltileceğini anlamadan böylesi bir eleştiri yapılabilir fakat bunun gerçekliği son derece sınırlı olur. Kürtler 1921 Anayasası’nda kendilerine söz verilen muhtariyeti (özerkliği) kendi doğal hakları olarak görüyorlar. Bu konuda da daha geri, kolektif hakların bir statü olarak tanınmadığı koşulları kabul etmeyeceklerini uzun süredir söylüyorlar. %90 oy aldıkları mahallelerde devlet güçlerinin ellerini kollarını sallaya sallaya hukuksuzluk yapmasına müsaade etmeyeceklerini pratik olarak sergiliyorlar. Bu devrimci hamle devlet tarafından ezilmek ve Batı’da halklarımız nezdinde itibarsızlaştırılmak isteniyor. Batı’daki devrimcilerin görevi halkların en doğal haklarına sahip çıkma uğruna verdikleri bir mücadeleyi oy aritmatiği üzerinden uygunsuz görmek olmamalıdır.
Demokrasi güçleri seçimin yarattığı yenilgi ruh halinden hızla çıkmalıdır. Savaş blokunun 1 Kasım seçimlerindeki “zafer”i, halkın iradesinin zorla, kafasına silah dayanarak, “ya ben ya kaos” ikilemiyle çaldığı gerçeğini gizleyemez. Türkiye toplumunun tarihsel momentlerinden birisindeyiz ve eğer Gezi- Kobane Direnişleri ile açılan özgürlük olanağına sahip çıkacaksak bu mücadeleyi şu anda, gerçekten, maddi bir güç olarak yürütecek güçlerin bir araya gelmesini sağlamak zorundayız. Faşizme karşı direniş cephesi, başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere tüm ezilenlerin dayanışması ile halklarımızın özgürlük olanağı olarak inşa edilmelidir. Savaş blokunun yamalı bohçayı andıran dikişlerini ancak böylesi bir direniş cephesi püskürtebilir. Bu cephenin inşasında HDP’ye büyük bir rol düşeceği açıktır. Bu rolün oynanamamasının ise Batı ile Doğu arasındaki ruh halinin birbirinden tamamen kopması gibi çok ağır bir bedeli olabilir.
Bugün Büyük Ekim Devrimi’ni anmak 100 yıl öncesinin belgeselleri ile nostalji yaparak değil bugünün somut direniş görevlerine Bolşevikçe sarılmakla mümkündür. Lenin, işçi sınıfının bu büyük devriminin anısını somut güncel devrimci görevlerin ikamesi için kullananları görse o muhteşem öfkesiyle bir kez daha haykırırdı: “Dün çok erken, yarın çok geç olacak. Bugün harekete geçmeliyiz!”
Faşist rejim AKP ve zombileri eşliğinde inşa olurken direnişe mi yoksa nostaljiye, kuru analizlere mi sığınacağız? Bugünün temel sorusu artık budur.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]