İçinde bulunduğumuz anın en önemli sorusu nedir? “Ne yaşıyoruz?” sorusunun cevabı konusunda büyük oranda anlaşan geniş kesimler, “Ne Yapmalıyız?” sorusuna ortak bir cevap veremedikleri için ortama bir tür atalet ve umutsuzluk hâkim oluyor. Aslına bakılırsa iktidarı ve muhalefetiyle iflah olmaz bir kriz içerisindeki düzenin durumunun, düzen karşıtları açısından muazzam bir umut yaratması gerekmez mi? Eğer düzenin krizi, düzen karşıtları açısından bir umut yaratmıyorsa, hatta bunların önemli bir kısmı düzenin “normalleşmesi” hayali ve beklentisi ile yanıp tutuşuyorsa karşıtlar cephesinde de önemli bir kriz halinin varlığını tespit etmek önemlidir.
Sosyalist hareketin genel krizi, 2008 sonrasında kendisini daha da belirgin bir biçimde ortaya koyuyor. Neoliberal ekonominin dünyanın yoksullarının ve orta sınıflarının üzerine çöküşü aslında büyük bir öfke dalgası yarattı. Arap Baharı ve Güney Avrupa’daki meydan eylemleri solun inisiyatifiyle gerçekleşen ve içerisinde solun kendisini bir düzen alternatifi olarak inşa edebileceği olanaklar yarattı. Bizde de Gezi benzer biçimde Türkiye siyasi tarihinin en yaygın ve kitlesel halk eylemi olarak yaşandı. Kitlelerin bu ileriye atılışı solun devrimci programı ile desteklenemeyince hızla geriye çekildi. Ancak solun alternatif olamaması, hatta Yunanistan’da Syriza’nın “başardığı” gibi giderek bir hayal kırıklığı haline dönüşmesi öfkeyi ortadan kaldırmadı. Bugün dünyanın dört bir yanında sağ popülist, neo-faşist, ırkçı ve yabancı düşmanı hareketleri destekleyenler aslında solun düzen yıkıcı programı altında devrimci dönüşümü için savaşabilecek kitlelerin arasında olabilirdi. Tıpkı 1918-38 sürecinde olduğu gibi solun kapsayamadığı düzen karşıtı öfke, küresel güçlerin hesaplaşma dinamiklerini, milliyetçi boğazlaşma potansiyellerini tetikliyor. Bu yüzden “öfke birikiyor” tespitinin kendi krizini aşamamış, kendisini bir seçenek olarak inşa edememiş sola bir faydası olmayacağını öğrenmiş olmamız lazım.
Geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz Daryush Shayegan’ın Doğu modernleşmesini tasvir etmek için kullandığı “iki arada bir deredelik” ve “melez bilinç” kavramları, solun 2008 sonrası konjonktüre yeterli yanıtı üretememesinin sebebi üzerine düşünmek için de kullanılabilir. 1989 sonrasında yaşananlar önümüze çok önemli alanda yenilenme görevi koymuştu: Sosyalist ekonominin ilkeleri ve sosyalizm-demokrasi ilişkisinin yeniden inşası. Bu iki alanda da sosyalistlerin ekserisinin üzerinde anlaşabileceği ve kitlelerde de karşılığı oluşmuş bir yeni program inşa edemedik. İki uç tutum, yani sosyalizm deneyiminin neredeyse hiçbir noktasına toz kondurmadan sahiplenme ve ezberleri tahkim etme tavrı ile hiçbir ideolojik süzgeç bırakmadan yeni olduğu görülen her düşünceyi sahiplenme tutumu arasında salınarak sağlıklı bir hat geliştiremedik. Dünyadaki sosyalist hareketin 2008 sonrasında yaşadığı etkisizlik (kimi ilham verici çıkış ve deneyimlerin parlaklığını unutmadan bunu söylüyoruz) ile ülkemizde yaşanan devasa krizde sosyalistlerin yaşadığı dağınıklık aslında aynı kökenden besleniyor. Yaşanan bu etkisizliğin daha ziyade sınıfın yaşadığı güçsüzleşmeden ve yapısal değişimden, neoliberalizmin ve güvencesizliğin yarattığı tahribattan, sosyalist hareketin daralan kitle bağlarının zayıflığından olduğu üzerinde de tartışılabilir ve bunların hiç kuşku yok ki anlamlı payları vardır. Ancak yine de çubuğun bir devrimci programın yokluğu noktasına bükülmesi sosyalistler açısından çok daha faydalı sonuçlar üretecektir. Ancak o zaman, bu krizin aşılabilmesinin ise kitlelere çok net ve berrak bir biçimde anlatabileceğimiz bir sosyalist ekonomi tahayyülü (“Sosyalizm neden kapitalizmden üstündür?”) ve Sovyetlerde yaşanandan daha farklı bir “sosyalist demokrasi” çerçevesinin yaratılması ile mümkün olabileceği keskin bir bilinç haline dönüşecektir. Lenin’in dediği gibi “devrimci teori olmadan devrimci pratik” olmaz noktasında isek bunun hepimiz açısından da görünür olduğu düşülebilir.
Geçtiğimiz hafta açıklanan büyüme rakamları onca hayhuya rağmen gelinen noktanın emekçiler açısından ne büyük bir yıkım yarattığını ortaya koymuyor mu? TÜİK’in neredeyse hiçbir inandırıcılığı kalmamış verileri bile bu yalın gerçeği ortaya koymaya yetiyor. %7,4 büyümeye rağmen kişi başına düşen gelir azaldı. İşgücü ödemelerinin milli gelir içindeki payı %2 oranında azalırken (%36,5-%34,5) sermayenin el koyduğu artığın oranı ise %2,6 artmış (%47,1- %49,7). Genç işsizlik %21, geniş işsizlik kapsamında 6 milyon kişi var. Ücretli çalışanların %45’inin en fazla 2 bin, bir sonraki %45’inin ise 4 bin lira ücret aldığı bir toplumda kişi başına düşen ortalama gelirin 10 bin dolar olduğunu anlatmak da bir başka garabet oluşturuyor. Asgari ücretli 2 çalışanın olduğu 4 kişilik bir ailede kişi başına düşen gelir sadece 2400 dolar!
Türkiye toplumu Cumhuriyet sonrasının en önemli krizini yaşıyor, bu kendisini bir politik kriz olarak ifade ediyor. Ancak toplumun çok geniş kesimleri açısından büyük bir arayış hali var. Sorunların çözülmeden kronikleşerek birikmesi ve toplumu içten içe kemiren çürüme hiç umulmadık noktalardan kırılmalara yol açıyor. Kendilerini yakan işçiler ve deizme kayan imam hatip öğrencileri olguları dahi bu ağır ağır yaşanan fakat hızla momentum kazanan toprak kaymasının alametleridir. Türkiyeli sosyalistler olarak yukarıda anılan iki başlığa ek olarak bir de derin kültürel fay hatları ile bölünmüş bir ezilenler kitlesinin bir arada yaşama programını inşa etmek gibi bir görevle de karşıyayız. Kürt halkının deneyimi bu konuda olağanüstü zenginlikte bir çerçeve sunuyor halihazırda.
Sosyalistler olarak toplumun bu tarihi kırılma anında belirleyici bir rol oynayabileceksek bu ancak iddialı ve devrimci bir programı halka taşıyarak mümkün olabilir. Seçimler muhakkak ki önemli ancak doğru perspektifle yaklaşılamayan, kendine ve programına inanmayı öne almayan bir yaklaşım hem köklü bir dönüşüm için önemli bir fırsatın heba edilmesine hem de sosyalistler üzerindeki tasfiyeci basıncın artmasına yol açacaktır. Ezilenlerin devrim için ileri atılamadığı hiçbir tarihsel dönemin demokrasi doğurmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor.
1 Mayıs bu anlamda kafayı toplamanın, özgüveni arttırmanın, ortak mücadele kararlılığını pekiştirmenin, AKP’nin en önemli kozu emek-sermaye çelişkisini görünmez kılma maharetini boşa düşürmenin imkânını sunmaktadır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]