“Diktatörler için en muhkem kale, halkın ataletidir.”
Erdoğan bir taraftan sağından solundan çatırtılar duyulan bir iktidar bloğunu bir arada tutmaya ve konsolide etmeye çalışırken esas tahkimatını devletin zor aygıtlarını kontrol altına alma noktasında gerçekleştiriyor. YAŞ toplantısında Erdoğan-Akar ikilisinin TSK üzerindeki mutlak denetiminin arttığı söyleniyor. 15 Temmuz’un en karanlık noktalarında bir tanesi kendi denetimi altındaki bir ordunun (varsayalım ki) önemli bir kısmının darbeye kalkışmasını engelleyemeyen, hatta bunların eline esir düşen bir Genelkurmay Başkanı’nın konumunu her şeye rağmen güçlendirebilmesi. Olağan şartlarda hem MİT Başkanı’nın hem de Genelkurmay Başkanı’nın 16 Temmuz’da görevden alınmaları gerekirdi. Oysa bunun tam tersi gerçekleşiyor. Akar ve Fidan, tek adam diktatörlüğünün en önemli payandaları haline getiriliyor. Son KHK ile MİT’in üzerindeki Cumhurbaşkanlığı denetiminin arttırıldığına da dikkat çekmek gerekiyor. Erdoğan böylece güçler birliği sisteminin zırhı olarak zor aygıtı üzerindeki denetimini de geliştirmeye çalışıyor. Neye hazırlandığı çok belli. İktidarı hiçbir biçimde devredemeyeceği bir noktayı çoktan aştığını, çözülen hegemonyasının ise onu ancak zor aygıtı üzerindeki tahakkümünü arttırarak iktidarını koruyabileceğine daha fazla ikna ettiğini gösteriyor. Yaşanan herhangi bir seçimde işler kontrolden çıkarsa ve kaybederse de bir biçimde iktidarını korumanın taşlarını döşediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
2010 referandumunda Erdoğan’ın sivil ve asker bürokrasinin direncini kırma hamlesini “demokratikleşme” olarak okuyup anlatan “yetmez ama evetçiler” haklı olarak çok eleştirildi. Şimdi benzer işlevi üstlenen Perinçek var. Erdoğan’ın Avrasyacı olma eğilimini, iktidara verdiği açık desteğin gerekçesi haline getiriyor. Oysa Erdoğan’ın tek istediği iktidarını tahkim etmek. Onun politik çizgisini Nietzcheci bir “güç istenci” motivasyonu besliyor. Her dönem karşısına çıkabilecek ahmaklar ise onun bu hamlelerini teorileştirmeye çalışıyorlar. Birkaç ay öncesine kafasındaki ideal yönetim modeline örnek verirken Hitler’e atıfta bulunmuştu. 15 Temmuz sonrasında yaşadıklarımız bunun prompter yokluğundan kaynaklanan bir dil sürçmesi olmadığını açıkça gösteriyor. KHK’ların kapsamı giderek genişliyor, hayatın her alanına dair düzenlemeler kararname ile gerçekleştiriliyor. OHAL’in ise giderek olağanlaştırıldığını, hatta şirinleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Erdoğan’ın topluma sunduğu vaat nedir derseniz, o da “kefen”. “Kefenleri giymeye hazır mıyız?” dünya siyasi literatürüne geçmesi gereken bir faşist nutuk örneği olarak anılmalıdır. Bir taraftan zor aygıtı üzerindeki denetimini arttıran Erdoğan, bununla hala yetinemiyor ve topluma dönerek oraya da “Kefen giymeye, yeni 15 Temmuz’lara hazır mıyız?” mesajları gönderiliyor. Burada Türk Devleti’nin “alarm” durumunun Erdoğan için kendi diktatörlüğünü inşasının en önemli meşruiyet kaynağı haline geldiğini görüyoruz. Trump’un ABD Başkanı olduğu bir dünyada tekinsizlik giderek artıyor. Küresel ve bölgesel paylaşım mücadeleleri keskinleşiyor. Giderek Türk Devleti’nden Anti-Kürt devletine dönüşen buradaki yapıda her açıdan kendisini savaşa hazır tutmaya çalışıyor. Toplumun böylesi bir talebi var mı? Bir kesimin bu saçma sapan büyüklenme hikayelerinden etkilendiği muhakkak ancak geniş orta sınıflar için bu söylemlerin çok radikal olduğu da açık. Bir taraftan büyük bir devlet eliyle rant dağıtma projesi işlerken yoksullara da “Kefenleri giymeye hazır mıyız?” çağrısı yapmanın kendisi de aslında absürtlüğün, tıkanmanın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu değerlendirilebilme olanağı tamamen sürece karşı gelişecek muhalefetin başarabileceği bir iş.
Bu konuda ise Erdoğan’ın elinin güçlendiği bir Ağustos ayı yaşadık. HDP’nin Vicdan ve Adalet Nöbetleri kendi tabanı ile gerçek ilişkisini sergilemesi ve sağlamasını yapması anlamında önemli olsa da genel ölçekte önemli bir enerji yaratamadı. Bunda en önemli pay hiç kuşku yok ki yaşanan muazzam izolasyonda. Ülkenin en büyük üçüncü partisinin milletvekillerinin demirden kafesler içinde sokaklarda yattığı, temsil ettikleri ile buluşmalarının denetimli sağlandığı bir ay süren bir eylem toplumun en geniş kesimlerinin gözünden uzak yaşandı. CHP tabanının yoğun olarak izlediği “muhalif” kanallarda bu eylemden neredeyse hiç bahsedilmedi. Bu durum içinden geçilen sürreel atmosferi daha da güçlendiriyor. HDP’nin bu yalnızlaştırılması -kimi önemli ziyaretlere rağmen- toplumun makus talihinin aşılıp aşılamayacağı ile ilgili en temel turnusol kağıdı.
Bu anlamda Adalet Kurultayı meselesi şimdiden devasa bir fiyaskoya dönüşmüştür denebilir. Ülkede en büyük adaletsizliğe uğrayan kesimin temsilcilerinin konuşamadığı bir Adalet Kurultayı, ancak majestelerinin muhalefetinin tasavvur edebileceği bir faaliyet olarak tarihe geçti. Adalet Yürüyüşü’nden farklı olarak bu hamle CHP’nin kendi ezberine dönme adımı olarak değerlendirilebilir. Yılmaz Özdil “CHP bu ruhla yürürse zafer kaçınılmazdır.” diyerek bu ezbere dönme halini çok güzel tasvir etmiş. Ülke biri Malazgirt’ten biri de Çanakkale’den bağıran iki milliyetçilik arasında diktatörlük yolunda emin adımlarla yürüyecektir bu şekilde. Kılıçdaroğlu’nun tutuklanma tehdidinin önce yükseltilip sonrasında “yok öyle bir şey” noktasına gelinmesi bu sonuçta ne kadar etkili ileride daha iyi anlayabiliriz.
Toplumun üzerindeki ataleti atmasının ön koşulu kurucu bir iradenin, farklı politik aktörleri bir arada hareket ettirebilmesidir. Dolayısıyla ne zaman ki bu çokluk bir araya gelme potansiyelini güçlendiriyor o zaman tribünler sahaya girme nabzına ulaşıyor, ne zaman çokluk kendi tikellikleri içinde kendisini ifade etmeyi tercih ediyor tribünlerdeki yükselen nabız yerini atalete bırakıyor. Bu durumu 2013’ten beri çok iyi biliyoruz. Ancak geçtiğimiz dört yıl içinde çokluğun bu yıkıcı ve dönüştürücü potansiyelini sezen düzen güçleri kendilerini Erdoğan diktatörlüğü ekseninde tahkim etmeye çalışırken çokluğu aktive edebilen politik aktörler kendi sınırlarına çarpıp çarpıp geri döndükçe diktatörlük hamlesi bir kademe daha derinleşmiş, çokluğun refleksleri ise o oranda zayıflamış oluyor.
Sosyalistler olarak bizlerin böylesi bir dönemde ön açıcı, aktive edici güç olarak devreye girebilmesi ise yine kendi tikelliklerimizi aşıp sosyalist bir çokluk olarak döneme müdahale edebilme potansiyelini ortaya koyarak mümkün olabilirdi. Bunun önündeki en büyük engel ise dönemin olağanüstülüğünün gerektirdiği alarm halinin yeterince netleşememiş olması. Oysa Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümünde diktatörlükten kurtuluş için topluma umut verecek ortak bir programı ortaya koymak mümkün olabilir. Bunun yaratacağı etki, çokluğun sosyalizm ekseninde hareketlenmesini, ezilenlerin “CHP’den medet umma talihsizliği”nin aşılmasını, demokrasi mücadelesinin bütün potansiyel adaylarının kendisine çeki düzen vermesini sağlayabilir. Böylesi bir ortak program, hiç umulmayacak derecede geniş kesimlerden destek görebilir ve farklı bir ağırlık merkezi yaratabilir.
Arayışlar, sorgulayışları ve dönemin gerçekliğine özgü planlamaları hızlandırmamız gerekiyor. Ağustos’un getirdiği atalet ancak böyle atılabilir.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]