24 Haziran seçimlerine bir iktisadi kriz içerisinde gidileceği her geçen gün daha da netleşiyor. Saray çevreleri seçim kararı açıklandığında doların üç beş kuruş düşmesinden yola çıkarak “erken seçim kararı piyasalara güven verdi” açıklamaları yapmışlardı, ancak bugün krizin kendisini “bakın gitme ihtimalimiz ortaya çıktığında bile ortalık nasıl sallanıyor, eğer iktidardan düşersek ekonomi dikiş tutmaz” gerekçesiyle oy devşirme kaynağı haline getirmeye çalışıyorlar. Dolar bugün 4,55 seviyesini de aştı. Merkez Bankası’nın faizlere dokunmayan “gerekirse müdahale ederiz” açıklamaları dövizin yükselişini yavaşlatmaya yetmiyor. Birçok kaynak, büyük bir dış kaynak ihtiyacında olan Türkiye ekonomisinin yükselen dolar karşısında son derece kırılgan bir yapıya sahip olduğunu döne döne vurguluyorlar. Merkez Bankası faizleri yükseltmekte geciktikçe “piyasalar” adı verilen küresel finans oligarşisi Türkiye ekonomisini daha güçlü bir biçimde kamçılıyor. Erdoğan küresel finans oligarşisini yatıştırmak üzere gittiği İngiltere’de ise sermaye çevrelerine saç baş yoldurtacak açıklamalar yaptı. Erdoğan’ın faiz takıntısını şekillendiren çeşitli etkenler mevcut. Bunların en başta geleni hiç kuşku yok ki inşaat sektörünün arz fazlasının emilebilmesi için konut satışlarının arttırılabilmesinin doğrudan faizlerin düşürülmesine bağlı olduğu. Halkbank ve Ziraat Bankası’nın piyasadan düşük faizlerle konut kredisi vermesi gibi taşıma sularla değirmenin dönmesi mümkün değil. AKP’nin ekonomik modelinde Türkiye ekonomisinin büyüyebilmesi iç talebin artışına bağlı olduğu için yüksek faizler iç talebin artışı için son derece önemli. Banka faizlerinin yükselmesi iç talebi baskı altına aldığı gibi borçluların durumu da sürdürülemez hale geliyor. Erdoğan’ın faizle mücadelesinde İslami hassasiyetlerin de bir etkisi olduğu muhakkak. OHAL’i patronlar adına grev erteleme mekanizması olarak propaganda eden (sanki OHAL yokken grevler ertelenmiyordu), iş cinayetlerinde dünya rekoru kıran iktidarın ruhu Siyasal İslam, faiz karşıtlığı ile “muhalif” görüntüsü üretmeye çalışıyor. Erdoğan’ın ekonomi konusundaki sağ kolları Cemil Ertem ve Yiğit Bulut ise reisin ekonomi konusundaki cehaletini ve aşırı özgüvenini de istismar ederek ülke ekonomisini uçurumun kıyısına taşıma görevini başarıyla yerine getiriyorlar. Kendilerine teşekkür borçluyuz.
Ekonomideki dalgalanmanın bu kadar belirleyici olacağı bir seçime gidilirken henüz ekonominin hak ettiği oranda tartışılmıyor olması şaşırtıcı.
Türkiye sermayesi 90’lı yıllarda devletin ödediği inanılmaz bir iç borç faizi ile yıllarca finanse edildi. Toplumdan vergilerle toplanan kaynaklar sermayenin büyütülmesi için seferber edildi. Normal koşullarda bu kadar büyük bir sermaye aktarımının üretimin altyapısının dönüşümüne hizmet etmesi, Türkiye ekonomisinin daha yüksek katma değer üretme kapasitesi kazanması beklenirdi. Oysa 90’lar furyası 2001 kriziyle, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik şokuyla sonuçlandı. Kriz finans kapital partilerinin neredeyse tamamının kitle tabanını kaybetmesine yol açtı. Erdoğan, devlet karşısında elini güçlendirmek isteyip bu konuda da AB ve ABD’den ciddi destek görünce Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmesi eşliğinde ülkeye muazzam bir yabancı sermaye girişi gerçekleşti. Türk parasının 2000’lerin ilk 10 yılındaki aşırı değerlenmesi ekonomide bir büyük sıçrama görüntüsü oluşmasına yol açarken bugünkü krizin en önemli sebeplerinden biri olan ara malları sanayinin çöküşüne yol açtı. Ucuzlayan döviz, Türkiye sanayisini aramalları konusunda yurtdışına bağımlı hale getirdi. Yunanistan AB üyeliğine girmesi sonrasında Alman sanayinin müşterisi olurken kendi üretim altyapısını yitirmesi sonucunda nasıl krize girdiyse Türkiye de emin adımlarla bu yolda ilerliyor. İspanyol krizinin aşırı konut arzından kaynaklanan kriz yapısıyla da rezonansa girince Erdoğan’ın faiz takıntısının yol açabileceği “harika” felaketlerin şiddeti daha da büyüyor. 2008 krizi sonrasının küresel ölçekte saçılan ucuz döviz ve sıfır faiz günlerinde ise ülkeye çekilen fonlar yine üretim altyapısına nitelik sıçratma hedefi yerine dağı taşı betonarme binayla doldurma amacına hizmet etti. Bugün sıfır faiz-ucuz döviz günlerinin sonuna gelinirken Türkiye sermayesi memesi alışmış bebekler gibi “isterim de isterim” diye bağırmaya devam ediyor, ne kadar çok ağlar kıyamet koparırlarsa bu işte karlı çıkacaklarını düşünüyorlar, ama ebeveynler memeyi kesmekte kararlı.
Bu noktada sermayenin artık heba ettiği fırsatların bedelini ödemesi gerekiyor. Kendisini büyütürken ülkeyi krizden krize sürükleyen, Kredi Garanti Fonu’ndan 1 yıl geri ödemesiz 35 milyar liralık fon için hükümetin gölgesine sığınıp gününü gün eden sermayenin düzeni daha çok sorgulanmalı, sermaye reisiyle birlikte bu toplumun sırtından atılmalıdır. Türkiye sermayesi ve devleti “yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan” dedirtecek derecede birbirini doğuran bir zulüm ve sömürü makinesi inşa ettiler. Giderek yaklaştığımız kasırganın gözünde, son derece yıkıcı bir biçimde rezonansa gelmekte olan siyasi ve ekonomik krizler emekçilere yepyeni bir ülkenin temellerini atma olanağı sunuyor. Bunun mümkün olabilmesi işçi sınıfının organik aydınlarının ve siyasi örgütlerinin bugün kendilerini kapitalizmin her türlü hegemonyasından çok daha fazla kopartabilmesine ve ortaya koşulların, olanakların hak ettiği ölçüde kapsamlı ve radikal bir toplumsal dönüşüm programı ortaya koyabilmelerine bağlıdır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]