Erdoğan’ın Meclis’ten son olarak geçirdiği/geçirmeye çalıştığı yasaların güçler dengesinde yeni bir noktaya taşındığımızın göstergesi olarak okunması gerekiyor. 2010 referandumu sonrasında Ergenekon, Balyoz gibi davalarla, Büyükanıt komutasındaki ordunun kış koşullarında gerçekleştirdiği ve mutlak başarısızlıkla sonuçlanan sınır ötesi harekâtının artık üstü örtülemez bir noktaya taşıdığı prestij kaybıyla siyaset sahnesinde çok gerileyen ordu yeniden siyaset sahnesinde yerini alıyor. 2012’de orduyu nasıl en az AKP kadar önemli bir aktör olarak görmek yanlış idiyse ( o dönem çeşitli sosyalist arkadaşlar askeri vesayetin ortadan kalkmasını demokrasinin yeter şartı olarak gören söylemler geliştiriyorlardı) bugün de ortaya çıkan yeni iktidar bloklaşmasını görememek siyaseti doğru okumayı zorlaştıracaktır. AKP’nin iktidar odağında neredeyse yalnızlaşmasını doğru okuyamayanlar “AKP faşizmi” tespitine uzun süre mesafeli durdular. Yanlış politik vurguların her zaman ağır politik bedelleri olur. Ulusalcılığın temel odağı Ordu’nun bir politik odak olarak çözülüşü ulusalcılığın politik imgeleriyle yeni bir politik ilişkinin kurulabilmesini mümkün kılıyordu. Bu mümkünlük hali Gezi’de zaten kendisini çok açık bir biçimde ortaya koymuştu.
Bugün ise ordunun Erdoğan’ın 7 Haziran’da aldığı yenilgi sonrasında büyük bir hızla yeniden siyasetin merkezine çekildiğini görüyoruz. Ordu bu süreçte hukuk alanında aldığı bütün darbelerin telafisini gerçekleştirecek gibi görülüyor. Erdoğan, sağlı sollu sarsıcı darbeler aldıkça hem akıl tutulmasını koyulaştırıyor hem de daha fazla orduya sığınmak zorunda kalıyor. Bir dönemin çok tartışmalı EMASYA protokollerinin geri gelmesi, askerin dokunulmazlık zırhıyla taçlandırılması, askerin görev suçları dolayısıyla ancak askeri mahkemelerde yargılanması düzenlemesinin yeniden yapılması askerin “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” diye düşünmediğini, savaşı ve politik krizi mevzilerini güçlendirmek için değerlendirdiğini görebiliyoruz. Erdoğan’ın kendisini güvence altına almaya çalışırken koştuğu Amok koşusunda aslında ne büyük risklerle gebe bir yola girmek zorunda kaldığını görüyoruz. Erdoğan kaybediyor olmasaydı bu tavizleri vermezdi. “Askeri vesayete” kategorik olduğu için değil gücü paylaşmanın kendisine ne ağır kayıplara yol açabileceğini bildiği için yol veriyor. Ankara’nın kulislerinde darbe söylentilerinin giderek yaygınlaştığını duyabiliyoruz.
“Başlayacak savaşta, size düşmanımızın kim olduğunu söyleyeceğim. Bir adı yok, bir yüzü yok ve bir partiye de üye değil. Bu düşman finans dünyasıdır.” Bu sözler ülkesi şu anda işçi, gençlik, kadın isyanlarıyla sarsılan Fransa’nın “sosyalist” devlet başkanı François Hollande’a ait. Hollande, Sarkozy’den sola sığınarak kurtulan milyonların umudu olarak gelmişti. Şu anda De Gaulle sonrası 5. Cumhuriyet olarak adı verilen politik dönemin kamuoyu desteği en düşük seviyelere inen (%14) devlet başkanı durumunda. İktidarı boyunca halka verdiği sözlerin hepsini yutan, patronların ayağına mavi halılar sermek için yırtınıp duran Hollande prestiji bu biçimde yerlerde sürünürken Meclis’i by-pass ederek El Khoumri yasasını geçirmeye kalkınca Fransa toplumu bir “canavar” gibi ayağa kalktı, Fransız polisinin son dönemlerdeki en vahşi saldırılarına maruz kalsalar da direniş büyüyor.
Holande’ı düşman bellediği finans dünyasıyla, Erdoğan’ı da “tarihsel muarızı” militarizmle kol kola girmek zorunda bırakan olgu aslında aynı. Kapitalizm ile demokrasinin giderek bir arada sürdürülemez hale gelmesi. Siyasi gücünü toplumla paylaşmak istemeyen hükümet/başkanlarla, servetlerini paylaşmaktan krizden çıkışı ertelemek pahasına ısrarla kaçınan kapitalistler topluma karşı bıçaklarını bilemekten başka çare bulamıyorlar. Temsili demokrasinin tükenişine adım adım yaklaşılmasını da buradan okumak gerekiyor. Siyasi ve ekonomik (aslında bunları birbirinden bağımsız okumak da belki en büyük yanlışımız) güç dengesizliği temsili olanın demokratik olabilme olanaklarını giderek daraltıyor. Çok güçlü sokak hareketleri ve bunların denetimindeki siyasi örgütler belki de bu tıkanışı aşabilecek araçlar olarak önümüzdeki günlerde giderek ortaya çıkacak. Poulantzas bize bir kez daha yüzünü gösterecek.
Bütün toplumsal kabarışların ortak etkisi ise şu biçimde tezahür ediyor: “İnsanlar kazanabileceklerinin farkına vardılar. Bizler düşündüğümüzden daha güçlüyüz, elitler ise hayal ettiğimizden daha fazla kırılgan”. NuitDebout buluşmalarında izlenen “Merci Patron” belgeselinin yaratıcısı böyle demiş. Şimdi bizim de geldiğimiz eşik tam da bu. Düşündüğümüzden daha güçlü olduğumuza, diktatörlük heveslilerinin ise görünmeye çalıştıklarından çok daha titrek ve dağılmaya eğilimli olduğuna inanmak.
Rıza Türmen’in ortaya attığı tartışma ve Demokrasi Cephesi tartışmalarına önerdiği model aslında geliştirilmeye oldukça açık görünüyor. NuitDebout’nun yarattığı kamusal alan Fransa’da ezilenlerin farklı networklerini birbiriyle güçlendirme olanağını nasıl yarattıysa Demokrasi Meclisleri’nin yerellerden yukarıya bir kurultay örgütlemeye soyunması ihtiyaç duyduğumuz hisse hızla ulaşmamıza hizmet edebilir. Kadın mücadelesini, liselerden patlayan öfkeyi, barış çağrısını, kıdem yasasına karşı mücadeleyi yan yana getirerek hep birlikte güçlenecekleri uzamı yaratma görevi sosyalistlerin omuzlarında. Birkaç güzel örnek çığ gibi büyüyen bir dalgayı tetikleyebilir.
Her şeyin başı kendi zihinlerimizdeki savaşı kazanmakta.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]