2011’de Arap Baharı ile ortaya çıkan ve sonrasında Türkiye’den Yunanistan’a, İspanya’ya, hatta oradan ABD’ye ve İngiltere’ye yayılan aşağıdan yukarıya dönüşüm dalgası devletler tarafından artan baskı rejimleri ve emperyalist paylaşım mücadelelerinin kızışması ile karşılandı. Ortadoğu’da Obama’nın son günlerine yaklaşırken işler her noktada hızlandı. Ortadoğu’da yeni bir statükonun oluşmasına çok uzak değiliz ama buraya geçerken derin bir uçurumun yanından yürüneceği de açık. Paylaşımdan pay alma hevesindeki güçler altına hücum mantığıyla bölgeye saldırıyor. Sandıklardan Nuh Nebi’den kalmış haritalar, bilinçaltlarından utanmazca ve hastalıklı düşmanlıklar ortalığa saçılarak krizlerden, güvencesizlikten, işsizlikten bunalmış milyonlara savaş göz kamaştırıcı bir hayal gibi sunuluyor. Rusya’nın 40 milyon siville gerçekleştirdiği savaş tatbikatları, Almanya’nın Baltık donanmasını desteklemek için envanterine kattığı gemiler, ABD’nin tarihinde görmediği derecede skandal iki adayla gittiği kaotik bir seçim kapitalizmin istikrar noktasına gelmesinin çok da kolay olmadığının işareti gibi. 1980’den bu yana olağanüstü büyüme hızlarıyla dünya ekonomisini sırtlayan Çin’de aşırı borçlu şirketleri yüzünden risk sahasına girmiş görünüyor. Türkiye, dolar kurunun 3.10’lara dayandığı ki 400 milyar dolarlık dış borca sahip bir ekonomi için ciddi bir risk anlamına geliyor hem Halep’te hem de Musul’da savaş peşinde koşuyor. Büyük ekonomik açmazlar kitlelerdeki umutsuzluğu ve düzenden yabancılaşmayı arttırdıkça milliyetçilik duygularının şahlandırılması ve savaş tamtamlarının çalınması yönetebilmek için tek yol gibi görünüyor. Erdoğan’ın ekonomik kriz ve bölgesel savaş gündeminin tam da göbeğinde başkanlık kartını yeniden açması olağanüstü koşullar sayesinde yönetebilme, istediği noktaya ancak kaos sayesinde ulaşma çizgisinin yeni bir tezahürü gibi görünüyor.
Görünen o ki bu yaşananlar giderek sadece tek bir ülkede değil tüm dünyada yönetememe krizini derinleştirecek. Kapitalizm sorunları tespit etmekten çözüm noktasına bir türlü yürüyemiyor. Kapitalist sömürünün maskesi liberalizm de tel tel dökülüyor. Ezilen sınıfların mücadelelerini sönümlendirmek karşılığında elde edilen siyasal demokrasi dünyanın her tarafında ciddi bir tehdit altında. Bugün kapitalizm ile demokrasinin birbirini destekleyen değil tam tersine köstekleyen olgular olduğunu daha da açık görebiliyoruz. Artık neredeyse her ülkenin bir Erdoğan’ı var. Sermaye sınıfı kendi ekonomik düzeni rıza üretemediği için ancak böylesi popülist büyücülerin, ezilenlerin arkaik güdülerini harekete geçirerek yönetme peşindeki maço diktatörlerin gölgesinde yaşayabiliyor. Ortada insanlığın Aydınlanma sonrasında elde ettiği tüm kazanımları sıfırlamaya hevesli bir rüzgar esiyor.
Sol-sosyalist güçler şu aşamada bu rüzgarı dindirebilecek güce sahip değil. Çünkü aslında solun kendisi de takıntılı bir kendini tekrar etmenin yarattığı izolasyonizmle finans kapitalin hegemonyasından sersemlemiş bir liberalizmin etkisinden çıkamıyor. Venezüella’da Bolivarcı sosyalizm Chavez’in aurasına rağmen sermayeyi tam anlamıyla toplumsal denetim altına alamamanın bedelini ödüyor. Syriza halkın umut ve cesaretini ülke ekonomisinin tarihsel bir talanının önünü açmasına hizmet etmekten ötesini yapamıyor. Türkiye’de sol düzenin en yıkıcı siyasi krizini yaşadığı bir dönemde kısırlaştırıcı bir sıkışmışlık durumundan çıkıp sürece kendi müdahale kanallarını yaratamıyor.
Oysa sadece Türkiye’de değil tüm dünyada insanlığın yegane umudu solda, sosyalizmde. İslamcı kökenli yazar Levent Gültekin son yazısında Sezar’ın hakkını Sezar’a şöyle vermiş: “Diyeceğim o ki sol, bütün eksikliklerine, bütün yetersizliklerine, üslup sorunlarına rağmen yaşadığımız şu günlerde vicdanını, insanlığını bütünüyle yitirmiş bir ülkenin kalan son vicdanıdır. Bunu görememek, hakkını teslim edememek ise en büyük vicdansızlıktır.” ( Solcular “millet düşmanı” mı?, diken.com.tr)
Peki düzenin bu çöküş durumuna rağmen solun gerçek bir alternatife dönüşememesi sadece devlet zoruyla açıklanabilir mi? Bunu doğru kabul etmek uzun erimli bir karamsarlığın gerekçesi olurdu. Oysa solun kurdunun sol odluğu açıktır. Daha önce de bu noktayı çok tartıştık o yüzden burayı bence çarpıcı bir alıntıyla geçiyorum: “Post-kapitalist devrim ilk denemede bir trajediydi. İnsanlar bugünlerde haklı olarak farstan hazzetmedikleri için, dünyayı sarsan bu olaydan uygun dersleri çıkarmamızı sağlayacak kavramları geliştirmediğimiz müddetçe, hiçbir kitle hareketi 1917’den ders almak istemeyecektir.” (Cihan Tuğal, Türk Model’inin Çöküşü-Arap Ayaklanmaları İslami Liberalizmi Nasıl Yıktı?, s. 314, Agora Yayınları) Sadece kavramları değil de bir praksisi, eylem-düşünce birliğini diye eklemek Cihan’ın post-marksist tutumunun perdelediği gerçeği daha da açığa çıkarmaya katkı sunabilir.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum ki kapitalizm bu bataktan kolayca çıkamayacak ancak biz de demokrasi ve mülkiyet ilişkilerini birlikte düşünüp ele alacak ve dönüştürecek bir düşünce ve pratik yaratamadıkça halkların bizden umut ettiklerini karşılamakta zorlanacağız. O yüzden şimdi Marks’ın köstebeği gibi yeraltında derin dehlizler açma zamanı. Tüm gücümüzle bu derin dehlizleri en yıkıcı bir biçimde nasıl inşa edebileceğimize, ezilenler ile sahici birlikleri nasıl yaratabileceğimize yüklenmek, düzenin gündeminde boğulmadan kendi meselemize kafa yormak durumundayız. Bu dehlizleri kazabildiğimizde sömürü düzenini hiçbir diktatör, hiçbir başkanlık rejimi, hiçbir savaş kurtaramayacak.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]