“-Sizce ‘sınıf’ kavramının kamusal söyleme olduğu kadar akademiye de muzaffer bir biçimde geri dönem şansı var mı?
– Durum bundan daha karışık. Benim tezim, sınıfın insanların politika hakkında düşünme biçimlerini gerçekten belirlediği. En fazla lise eğitimi almış ve ekonomik olarak daha az başarılı olmuş insanların elit karşıtı öfkesi bir gerçek. Ancak, bunların çoğu kendilerini proletaryanın bir parçası olarak da görmüyor. Kendi durumlarını bütünüyle ekonomik terimlerle açıklamıyorlar, daha ziyade kimlikle en fazla da ırksal kimlikle ilgili terimlerle açıklıyorlar. Dolayısıyla özel olarak ABD’de ama muhtemelen diğer ülkelerde de yaşanan durumun ulusal, etnik veya ırksal biçimli kimliğin aslında sınıf kimliğinin vekili haline gelmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Kısacası, bu tip kimlikler sınıf kimliğini ikame ediyorlar.” (Donald Trump and the return of class: an interview with Franscis Fukuyama, opendemocracy.net, 20 Ocak 2017)
1989 sonrasında liberal demokrasinin zaferini en ikonik biçimde ifade ederek “tarihe geçen” Fukuyama, şimdi yeni bir dönemin çığlıklarını tercüme ederek karşımıza çıkıyor. Sosyalizmin 20. yüzyılın sonundaki yenilgisi ile tarihe karıştığı düşünülen sınıf, paylaşım, sınıflar savaşı gibi meseleler üzerlerine dökülmüş betonu kırarak kendilerini hissettiriyorlar. Ağzından çıkan her lafla insanlığın kendinden utanmasına yol açan sağ popülizmin enerjisinin eşitsizlikten, güvencesizlikten, gelecek kaygısından, kendisine anlam üretmek için en ilkel kimliğine sığınma güdüsünden kaynaklandığını herkes görebiliyor. Bu enerji ya faşistleşen sağ popülizmler eliyle dünyayı yıkıma götürecek, ya “reformistler” tarafından ılımlı bir gelir dağılımı düzeltmesi ile yönetilebilir hale getirilmek istenecek ya da 21. yüzyıl sosyalizmi temelinde yapılanan politik aktörlerle bütünleşerek yeniden paylaşımcı bir hatta girecek. Devletlerin dünyanın her yerinde otoriterleşme eğiliminde olması, burjuvazinin en azından bir kanadının bu dalgayı büyütmekte beis görmemesi hem küresel paylaşımın yeni randevusuna hazırlık hem de ülke içinde gelişecek demokratik-yeniden paylaşımcı mücadelelere karşı bentler oluşturmak amacını taşıyor.
Yazılımlar ve otomasyonun hayatın her alanında her seviyede işgücünü ikame ederken mallarda büyük bir ucuzlamaya yol açması da Marx’ın Kapital’de çerçevesini çizdiği komünizmin şafağı tablolarını hatırlatıyor. Birim meta üretiminde gereken emek gücünün sürekli azalması hatta kimi durumlarda sıfırlanma eğiliminde olması ise komünizm için gereken bolluğun habercisi olarak da okunabilir. ABD firması Tesla Motors’un CEO’su Elon Musk Dubai’de düzenlenen Dünya Hükümeti Zirvesi’nde zorunlu ve evrensel bir vatandaşlık ücretinin giderek bir mecburiyet haline geleceğini açıkladı. “Ürünlerin ve hizmetlerin çıktısı olağanüstü artacak. Otomasyon ile bolluk gelecek. Neredeyse her şey çok ucuz hale gelecek. Bence bir vatandaşlık ücreti düzenlemesi yapmaya mecbur kalacağız.” Çünkü üretim artarken istihdam olanakları da o ölçüde azalacak. 10 yıl sonra şu anda bildiğimiz mesleklerin bir kısmı ortadan kalkacak.
Yannis Varoufakis de geçtiğimiz hafta Avrupa çapında yeni bir “New Deal” önerisini tartışmaya açtı. Bu öneri 5 temel başlığa dayanıyor: geniş ölçekli yeşil yatırım, iş güvencesi planı, yoksullukla mücadele fonu, evrensel vatandaşlık kar payı (şirketlerin karlarının belli bir oranını küresel vatandaşlarla paylaşmaya zorlamak) ve hemen hayata geçirilmek üzere barınma hakkının kamusal güvence altına alınması.
Kapitalizm yarattığı büyük adaletsizliğin yarattığı şok dalgaları ile sarsılmaya devam ediyor. Popülizmin şaşaalı günleri bittiğinde ayakta duran ve ikna edici bir programa sahip bir solun orada olabilmesi dünya tarihinin rotasını değiştirecek etkilere sahip olacaktır.
Böylesi bir rota değişikliğinin eşiğinde olan bir ülke de Türkiye. Saray’ın “kazanan her şeyi alır” hamlesi giderek büyük bir fiyaskoya dönüşme görüntüsü veriyor. Her alanda atılan hamleler boşa düşüyor. “Hem Putin hem Trump” noktasından “Ne Putin ne Trump”” durumuna belirgin bir gidiş var. İşsizliğin %12’nin üzerine çıktığı bir momentte “büyükanne” maaşı ile durumun idare edilmesi kolay görünmüyor. Erdoğan sahaya indi ancak o da “Bütün yetkileri tek elde topluyoruz” demekten ötesinde bir dil kuramıyor. AKP tabanında “ya bu yetkileri alan kişi aleyhimizde olursa” kaygısı giderek hissediliyor.
Bu yüzden de Hayır üzerindeki baskılar giderek artıyor. 1982 anayasası oylamasında bile akıllara gelmeyecek engellemelere hazırlıklı olmak lazım. Eğitim Sen 8 No’lu Şube Başkanı Sevtap Akdağ bir haftadır gözaltında tutuluyor. Nusaybin’in Xerabe Bava köyünde bir açık hava işkencehanesi kurulmuş gibi görünüyor. Milletvekilleri bir alınıp bir bırakılıyor. HDP’li kimsenin olmadığı TV programlarında HDP’nin aslında neden boykot diyeceği tartışılıyor. İstanbul Baro Başkanı HDP’nin AKP’ye destek olsun diye Hayır dediğini anlatarak büyük bir şifreyi çözüyor!
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki bu dönemde yaptıklarımız, yapamadıklarımız, başıma gelenler, gelmeyenler bizimle bir ömür boyu gelecek. Bu akıl ve izan dışı baskı ve zulmün karşısında duranlar bedel ödüyorlar ve ödeyecekler ancak geleceğe taşınacaklar. Zulmün kenarında köşesinde kendisine düşecek üç beş kemik derdiyle zavallılık yapanlar ise emin olun insan içine çıkamaz hale gelecekler.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]