Hava Dönüyor mu?
Mehmet YILMAZER
21 Nisan 2009
Genelkurmay başkanının konuşması ve son Ergenekon dalgası havanın dönmekte olduğuna dair işaretler verdi. Genelkurmay başkanının konuşmasında birkaç önemli konu öne çıkıyor. Ancak en önemlisi ve konuşmanın temel felsefesi Cumhuriyetin çözümlenemeyen bir sorunu: “sivil-asker ilişkileri” üzerinedir. Bu konunun yeniden dile getirilmesinin bugünlere özgü bir anlamı olmalıdır. Bu konunun tüm cumhuriyet döneminde her zaman bir sorun olduğunu bu ülkede yaşayıp ta bilmeyen yoktur. Dönemlere göre asker-sivil ilişkisindeki ağırlık değişmiş, ancak dengedeki kayma ordu aleyhine dönüşmeye başlayınca mutlaka bir geri tepme-askeri darbeler olarak-yaşanmıştır.
Cumhuriyet tarihine baktığımızda “asker-sivil ilişkisi”nde iki önemli dönüm noktası vardır. Tek partili dönemden “çok partili” döneme geçildikten sonra DP iktidarı yıllarında Menderes iktidarı çeşitli yollarla ordunun ağırlığını zayıflatan uygulamalara girmiştir. 27 Mayıs darbesi ile ordunun konumu restore edilmiştir. 1960’tan sonra ordunun ağırlığı sürekli artmıştır. 12 Eylül darbesi ve sonrasında ise sadece ordunun ağırlığından söz etmek artık yaşanan olguyu açıklayamaz hale gelmişti. Daha önceleri on yılda bir politikaya müdahale ederken ordu, özellikle Kürt Sorunu nedeniyle, 1980’ler sonrası her gün politikanın içinde olmuştur. Kürt sorunu askeri yöntemlerle çözülemediği ve derin devletin keyfilikleri en yüksek noktalara tırmandığı ölçüde önemli bir yıpranma yaşanmış, Milli Güvenlik Konseyinin politikalarının çemberinde kalan bütün düzen partileri bunun bedelini 2002 seçimlerinde köklü bir şekilde ödemiştir.
Öte yandan dünyadaki gelişmeler, AB süreci ve 1 Mart teskeresinde ordunun yeterince aktif davranmaması, dış dengeler açısından da geleneksel “sivil-asker ilişkileri”nde değişimlere yol açmıştır. Sonuç olarak, ordunun politikaya müdahalesi zirve noktasına tırmandıktan sonra inişe geçmiştir. 22 Temmuz seçimleri öncesi ve sonrasında yaşananlar, Ergenekon dalgaları ve ünlü “Dolmabahçe uzlaşması” bu konuda yeni dengelerin kurulmakta olduğunun işaretleri olarak algılandı. Bu dengelerde cumhuriyetin geleneksel yapısının tersine ordu pozisyon kaybetmekteydi. Bu yaşananlardan hareketle özellikle liberal kesim “demokrasinin geliştiğine” dair aptalca hayallere bile kapıldılar.
Başbuğ’un konuşmasında bir vurgu “sivil-asker ilişkileri”nde yeni gelişmelere işaret ediyor. Ordunun profesyonelliğine vurgu yapan Genelkurmay başkanı yeni bir kavramla bunu pekiştiriyor.
“Bunun doğal neticesi olarak da askerlere kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi verilmelidir. Elbette bu otonominin boyutları yasalarla belirlenmelidir.” “Önemli boyutta otonomi talebi”nin pratikteki karşılıklarını gelecek günlerde göreceğiz. Öte yandan, “sivil-asker ilişkileri”nde AB normlarını özleyenlere adeta bir cevap olarak şu söyleniyor: “Denilmektedir ki: “Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.” Bu görüş, pek doğru değildir.”
Bütün bu söylenenler, Türkiye’nin iç politik dengeleri, AB süreci ve yeni ABD yönetiminin Türkiye için ön gördüğü “model ortaklık” kavramı çerçevesinde düşünüldüğünde, “sivil-asker ilişkilerinde” ordunun kendi pozisyon kaybını telafi edecek yeni bir denge arayışı olarak yorumlanabilir. Önümüzdeki dönemde bu alanda yeni bir bilek güreşi kaçınılmaz görünüyor.
Konuşmada ikinci önemli konu Kürt Sorunuyla ilgili söylenenlerdir. Aslında yeni hiçbir şey yoktur ve devletin pozisyonu eskisi gibi “kişisel haklar” zemininde kalmaktadır. “Türkiye halkı” kavramı üzerine pek çok tartışma yapıldı, hatta bunun bir genelkurmay başkanı tarafından söylenmesini “küçük çaplı bir devrim” diye değerlendiren köşe yazarları bile oldu. Fakat Başbuğ kesinlikle bir anayasal düzenlemeye karşı olduğunu vurgulayarak sınırları kalın bir şekilde çizdi. Öte yandan Irak’la yapılan görüşmelerin hedefinin PKK’nin tasfiyesine odaklandığını ve son operasyonları da dikkate alırsak soruna yaklaşımda hiçbir değişim olmadığı yeterince görülebilir.
Son olarak, Başbuğ yumuşak bir üslupla da olsa cemaatlere yaptığı uyarı önemlidir.
“Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır.”
Bu alanda bir hesaplaşma kaçınılmazdır. Başbuğ konuşmasında bunun işaretlerini verdi. Elbette bu hesaplaşmanın tarzını bugünden kestirmek zordur; açık darbelerin veya 28 Şubat tarzı “postmodern” darbelerin yolları kapanmıştır. Olayların buraya doğru gittiğini sezen veya istihbaratıyla öğrenen F. Gülen birkaç hafta önce “yeni bir tarikat yaratırlar yeni operasyonlar başlar” demeye gelen bir açıklama yapmıştı. Derinliklerde bir şeylerin biriktiği çok açıktır. Ayrıca Hizbullah’ın “Gülen cemaatine” son yaptığı uyarı da birikimin tek yönlü olmadığının açık bir kanıtıdır. Olay Türkiye sahnesinde nasıl oynanacaktır? Henüz bu bilinmiyor.
Sonuç olarak, genelkurmay başkanının konuşması sivil iktidarın gücünün, Kürt sorununda devletin duruşunun ve siyasal iktidarın cemaatlerle olan ilişkilerinin sınırlarıyla ilgili yumuşak ve akademik üsluplu bir uyarıdır.
* * *
Son Ergenekon dalgasındaki geri tepmenin temelinde sadece koca koca rektörlerin tutuklanması yatmıyor. Bilindiği gibi bu topraklarda Osmanlıdan beri iktidarın iki ayağı vardır: Seyfiye ve İlmiye, yani “kılıçlılar-ordu” ve “ulema-hocalar” . Cumhuriyet döneminin askeri darbelerinde de hep bir “ulema” kanadı olmuştur. Bu nedenle “profesörlerin” ve “hocaların” gözaltına alınmalarında şaşılacak bir şey yoktur. Son operasyonda esas sorun operasyon gücünün “çağdaş eğitimi destekleyen” derneklerin üzerine giderek kendini deşifre etmesinde yatıyor. Böylece polis içinde “fethullahçılar”ın örgütlü olduğu söylentilerini operasyon gücü kendi eylemiyle kanıtlamış oluyor. Eğitim alanındaki laik ve islâmi güçlerin rekabeti çoktandır bilinen bir şeydi, fakat ilk kez operasyon konusu oluyor. Son operasyon dalgası Ergenekon’un bugüne kadar yarattığı etkiyi önemli ölçüde bozmuştur.
AK Parti iktidarı ekonomik krizin de güçlü etkisiyle yıpranma sürecine epeydir girmişti. Seçimler bunu ortaya koydu. Seçim sonuçlarının en önemlisi DTP’nin AK Partisinin elinden “Kürtlerin de sözcüsü” olduğu iddiasını çekip alması oldu. Böylece ordu ile AK Parti iktidarı arasında yapılmış uzlaşmalardan biri önemli bir zemin kaybına uğramıştır. Öte yandan, AK Parti, iktidar gücünün verdiği sarhoşlukla taktik hatalar yaptıkça ordu ile Ergenekon konusunda vardığı uzlaşmanın zeminini de zorlamaktadır. Zaten Başbuğ’un konuşmasında cemaatlere yapılan uyarı, bu uzlaşmanın ömrünün sonlarına yaklaşıldığının işareti olarak algılanmalıdır.
* * *
Hava ne tarafa doğru dönüyor? Siyasal islamın gücünün biraz daha törpülenerek cumhuriyetin restore edilmesi yönünde bir dönüş var! Ancak burada iki önemli handikap vardır. İlki, bölgedeki güç dengeleri ve ABD ile ilişkilerin yaratacağı sonuçlarla ilgilidir. AK Parti iktidarı ABD ile “model ortaklık” kurabildiği ölçüde kendine güç kaynağı yaratmış olur. Fakat bu öylesine bataklık bir yoldur ki, kısa vadede edinilen kazançlar orta vadede büyük yıkımlara kapı açar.
İkinci olarak, iç politika dengelerinde CHP’nin AK Partiye karşı bugüne kadar yürüttüğü laikliğin korunması temeline dayanan politikalar iflas etmiştir. AK Partisine karşı “yoksulluk ve yolsuzluk” temelli politikalar yapılınca bunun sınırlı da olsa bir etkisi olmuştur. AK Partisine gerçekten alternatif olabilmek için yoksulları onun ağından koparmak gerekir. Bunun için de cesur sol politikalar gereklidir. Tam bu noktada kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımı da dikkate alınca düzen açısından büyük bir risk vardır. Kitlelerde biriken öfke kendini ifade edebileceği bir kanal bulursa nereye kadar gideceği belli olmaz. Bu nedenle hava AK Partisinin aleyhine dönmeye başlasa da, hangi yönde yığınak yapacağı belli değildir. Düzen partileri bu konuda büyük açmazlarla karşı karşıyadır.
Yaklaşan gerilim tüm cumhuriyet tarihi boyunca olduğu gibi bir kez daha sadece “laiklik-irtica” temelinde kalırsa bu durum geniş yığınlar üzerinde bıktırıcı bir etki yaratabilir. Böyle bir durumda yoksulluk ve çürümeye karşı cesur politikalar kendine daha fazla bir alan açabilir.
Tarih tekerrür mü edecek? Geniş yığınların öfkesi kendine yeni kanallar mı açacak? Tam da “üçüncü bir cephe” yaratma çalışmalarına hız verilecek bir zaman!