Güz Sancısı Nasıl Biter?
M. Sinan MERT
10 Şubat 2009
Türkiyeli gençler yakın tarihlerini büyük oranda dizilerden, filmlerden öğrenmeye devam ediyorlar. Güz Sancısı filmi, İstanbul’daki gayrimüslimlerin büyük bir kırıma uğratıldığı bir devlet organizasyonunu olabildiğince açıktan anlatmış. Anadolu’nun dört bir yanından kamyonlara doldurulup ellerinde kazmalarla İstanbul’a taşınan yoksullar, gayrimüslimlerin evlerini, dükkânlarını yağmalıyorlar.
Aralık ayında Maraş katliamının 31. yıldönümü geçti. Aslında çok benzer bir hikâye. Olağanüstü hali, giderek askeri darbeyi tetiklemeye çalışan devlet güçlerinin açık bir tertibi. Sünniler kışkırtılacak, Aleviler kesilecek. Katliamın başlatılacağı gün Maraş’ın tutucu ve yoksul dağ köylerinden insanlar, kente akın ettiriliyor. Nasıl kandırılıyorlar? Alevilerin mallarına el koyacaklar. Bu arada kör insanların gözlerinin tornavidalarla oyulduğu, hamile kadınların karınlarındaki ceninlerin bile idam edildiği bir insanlık ayıbı yaşatılıyor.
Yoksulluğun nasıl insanlık dışı bir hale zorladığını hepimizi gözlere önüne seren iki örnek. Bizleri yoksul bırakanlar, yoksulluğumuzdan yararlanmayı da o oranda iyi biliyorlar. Katliamlarını bize işletiyorlar, pis işlerinde çocuklarımızı kullanıyorlar. Yoksul mahalleleri uyuşturucunun, fuhuşun yatağı haline dönüşüyor. Sadakalarıyla yoksul oylarımızı satın alıp iktidarlarına kurulup o ihale senin, bu belediye benim servetlerine servet katıyorlar.
Bugün İstanbul’un en zengin 1000 ailesinin kaydı çıkarılsa, bunlardan kaçı servetlerinin önemli bir kısmına 6-7 Eylül olaylarında sahip olmuşlardır. Sonucun hiç de azımsanmayacak bir sayı çıktığına eminim. Zaten bu adamların suçları ortaya dökülmesin diye birçok şeyi konuşamıyoruz ya.
Şimdi önemli soru şu: Yoksullar hep zenginlerin tetikçisi olmak durumunda mı? Bizler, bizim gibiler neden hep tarih boyunca bu kör gözüm parmağa oyuna mahkûm olmuşuz? Birilerinin planlarının figüranlığında kendimizi gibileri doğramayı marifet bilmişiz? Neden bütün yoksunluklarımızın gerçek sorumluları ile uğraşmaktansa hep kendimize benzeyen diğerlerini, büyük açılara gark etmişiz?
Bu zor sorunun belki de en önemli cevabı solla, devrimcilerle ilgili olanı.
Sol, yoksulun aklı ve vicdanıdır. Öyle olmak zorundadır. Yoksulun aklı ve vicdanı olamayan sol, sosyete solu olmaya mahkûmdur.
Sosyete solunun halktan haberi yoktur. Halkın değerlerine olağanüstü yabancıdır. Kendine hayrandır. Halka inanmaz, işini hep devletle halletmeye çalışır. O karanlık, geri yığınlardan, çetelerin cirit attığı sokaklardan ölümüne korkar. Taksim’den dışarı çok zor adım atar. Solculuğunun esas kısmını akşamları, içki masalarında yapar. Tüm teorisini, kendisini ateş çemberine çekecek olanlara karşı silahlanmak üzer kurar. Kürtlerle aynı fotoğrafa girmek istemez. Her türbanlı gördüğünde aklına ilk gericilik lafı gelir.
Yani sosyete solunun baya bir tuzu kurudur. Solculuğu bir “sosyal faaliyettir”. Hiçbir şey için acelesi yoktur.
Solu ve mücadeleyi yoksulların öz malı haline getirmek için çırpınanlar ise, her daim sınıfın, ezilenin, dışlananın, horlananın, yok sayılanın yanında olmayı görev bilir. Halkın değerlerini bilir, onları incitmemek için özen gösterir, ama aklının yattığı doğrularından da asla vazgeçmez. Devletin en çok vurduğunun derdini anlar. Dövüşür, dövüşene hürmet eder. Kızgındır, öfkelidir, telaşlıdır.
Şimdi bize bu sol lazımdır. Yoksulları AKP’nin oy deposu olmaktan kurtarmak için, kendi kurtuluşlarının mimarı yapabilmek için yoksulun pusulası olacak solun kendisini yoksullarla beraber inşa etmesinin yolunu bulmak gerekir. Bu yol, yoksulun sofrasının, işinin, çoluğunun çocuğunun geleceğinin bir parçası olabilmekten geçer.
6-7 Eylül’ün, Maraş’ın, AKP’nin ve daha binlercesinin, patrondan yediğimiz küfürün, işsizliğimizin, çocuğumuzun geleceksizliğinin, ırkçılığın solsuzluğumuzun bedeli olduğunu gördüğümüzde ve solumuzu büyütmeyi hayat memat meselesi olarak görmeye başladığımızda insanca yaşam kapısını araladık demektir.
15 Şubat’ta Kadıköy’de görüşürüz!