Hitler ve partisi, Reicstag yangını provokasyonuna rağmen 5 Mart 1933 seçimlerinde mecliste mutlak çoğunluğu elde edememişti. Oysa o dönemde geçerli Weimar Anayasa’sını değiştirmek için üçte iki çoğunluk gerekiyordu. Hitler bu sorunu çözmek için “Geçici Yetki Yasası” adında bir tür OHAL yetkisi talep etti, oysa bu yetkiyi temin etmek için yeterli sandalye sayısına sahip değildi. Fakat Bismarck’ın ardılları (Kıvılcımlı’nın, Kemalizm’i YOL etüdünde bir tür Bismarckizm olarak tanımladığını hatırlayalım) Hitler’siz bir iktidarın alternatifinin iç savaş ya da komünist devrim olduğunu düşünüyor ve korkuyorlardı. Hitler, Bismarkçı Juncker’lerin gözünü boyamak için Potsdam Günü adı verilen büyük bir tören düzenledi. Burada Hitler kendisini Prusyacı muhafazakarların devamı olarak lanse etmeyi başardı (Yenikapı ruhu). Ardından mecliste Katolik Parti’nin milletvekillerinin desteği ile Geçici Yetki Yasası’nın kabul edilmesi sağlandı. O aşamadan sonra Hitler’in iradesi meclisi ikame etti, Anayasa değişiklikleri dahil tüm istediği yasal düzenlemeleri yapmaya hak kazandı. 1 sene sonra Almanya tek partili bir rejime sahip olmuştu, ordu devlete değil bizzat Hitler’e hizmet yemini etmiş idi (Başkomutan Erdoğan- aynı zamanda “Yasamanın, yürütmenin, yargının başı benim”) ve Nazi lideri hem şansölye hem de devlet başkanı yetkilerini elinde toplamıştı (Kabine üyelerini Başbakan’ın haberi olmadan Cumhurbaşkanı’nın değiştirmesi).
Heraklit “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” demişti ancak bu kadar benzerlik dikkatlerden kaçacak gibi değil. Erdoğan’ın OHAL rejimini Hitler’in Geçici Yetki Yasası gibi kullanmaya başladığını açıkça görebiliyoruz. Soylu’nun İçişleri Bakanı olması ve ardından hemen yaşanan KHK darbesi bu görüntüyü daha da güçlendirdi. OHAL’in uzatılmaması ile ilgili önemli bir duyarlılık yaratmak bugün açısından oldukça önemli. Demokrasi cephelerinin bu olağanüstü durumun olağanlaşmaması için şimdiden kamuoyu yaratma çabalarına girişmesi gerekiyor. Aranıp da bulunamayan kişilerin anne, baba veya eşlerinin gözaltına alındığı, şirketlere, kişisel birikimlere el konulduğu, akademisyenlerin tırpanlandığı (Hitler Almanya’sından kaçan akademisyenleri hatırlayalım) bir aşırılıklar hali söz konusu. Cemaat toplumun neredeyse tüm kesimleri için uğursuz olarak görülen bir oluşum olduğu için yaşananların bu boyutu hala yeterince tartışılmıyor. Fakat adli yıl açılışında yaşanan gerilim “milli ittifak” güçlerinin balayı döneminin çabuk sona erdiğini gösteriyor. Bu çatlağın derinleştirilmesi yönünde hamleler önemlidir. Eğitim öğretim yılının açılmasıyla daha birçok gerilim ortaya çıkacaktır. Erdoğan, Obama ve Putin görüşmelerinden rahatlamış olarak dönerse “Yenikapı Ruhu” konusunda daha da vurdumduymaz davranabilir.
Suriye’de açılan ikinci cephe ve Güney yerine Batı’ya yönelinmesi ABD’nin telkinlerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Rusya ile Halep konusunda bir al-ver yapıldığına dair izlenimler var. ÖSO’cuların Halep bölgesinden kuzeye çekilmesi Suriye ordusunun önünü daha da açmış gözüküyor. Buralardaki ilişkiler çok hamdır ve değişmeye açıktır. Fakat tüm vurgulara rağmen Menbiç meselesinde ilerlenememesi dikkat çekicidir. Şimdi tüm düğümler El Bab üzerinde yoğunlaşmış gözüküyor. Buranın nasıl çözüleceği hem Suriye’nin hem de Türkiye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceği ile yakından ilgili olacak gibi görünmektedir.
Ülkenin içindeki bu kaotik hal, toplumun birçok yakıcı sorunu da göremez hale gelmesine yol açıyor. Normal bir ülke olunmadığı 3. havalimanı inşaatında çalışan Mehmet Aytaç adlı Kürt işçinin üstüne benzin dökülüp yakılmasının konuşulamamasından kaynaklanıyor. Mesele ırkçılık ile alakalı olmasa dahi muazzam bir canilik iken bu haliyle çok ciddi bir çatışma yaratma potansiyeli taşıyorken görünmez kılınması sosyalistler açısından bir başarısızlıktır.
Erdoğan’ın takıntı haline getirdiği “mega-projelerin” ülke açısından ne büyük bir potansiyel yıkım içerdiği meselesi de politikleşememektedir. Örneğin Osmangazi Köprüsü’nden günde 40 bin aracın geçmesi taahhüt edilmişken bu sayı şu anda 7000’dir. 20 yıllık sürede devlerin yapacağı yıllık ödemelerin dolar cinsinden maliyetin 5,5 katına ulaşacağı öngörülmektedir. Devlet yandaş şirketlere bu kaynağı aktarmakta sıkıntı yaşamamak için Türkiye Varlık Fonu adı altında işsizlik sigortasını seferber etmiştir.
Dünyanın dört bir yanı depremlerle sallanmaktayken, yapılan bir araştırma sonucunda Marmara’da en az 7,2’lik bir deprem beklendiği belirtilmiştir. Bütün toplanma alanları AVM’lerce işgal edilmiş, normal iş saatinde trafik yüzünden bir yerden bir yere gidilemediği 20 yıldır AKP tarafından yönetilen İstanbul’da böylesi bir depremde kaç kişi ölecektir? Böylesi bir olası felaket ile ilgili rant projeleri dışında ne gibi bir önlem alınmıştır?
Sosyalistler olarak bu tarz, ana siyasi tartışmaların dışında kalan konularda politikleşme olanaklarını zorlayabilmemiz bir politik hattın inşa edilebilmesi açısından olağanüstü önemlidir. Sosyalistler politikada kendilerine ait bir alan inşa etmeyi becermek zorundadır. Demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olmak bu zorunluluğu ikame edemez.
Sonuç olarak artık bıkkınlık veren siyasetçilerin Diyarbakır’da çok yeni bir öneri getiriyorlarmış gibi teşvik paketi açıklamaları ile ilgili kafası karışık yandaşlardan Etyen Mahçupyan’ın değerlendirmesi ile bitirebiliriz. Kendisi 6-7 Eylül’ü gerçekleştirenlerin evlatları ile ittifakı içine sindirebilecek kadar fırsatçı bir sefil olsa da söyledikleri yaşananlara dair içeriden (merkezden değil ama çeperden) bir değerlendirme olarak önemli görünüyor: “Güneydoğu için rakipsiz tek bir teşvik var, o da barış. Hiçbir parasal katkı o bölgeyi kalkındıramaz. Aksine bir dizi fırsatçı iş adamına ek gelir transferi yapmakla kalırısınız.”
Unutmayalım, bu abluka dağılacak!
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]