Türkiye’de Saray faşizminin giderek kurumsallaşma adımları atmaya, diktatörlüğün azgın saldırganlığının ezilenlerin iradesini teslim almaya çalıştığı bir dönemde Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ölümünün 46. yıl dönümünde hatırlamak birçok farklı boyutta katkı sunabilir.
Kıvılcımlı da bir faşist tek parti düzeninin kurumsallaşma adımları attığı bir dönemde devrimci mücadeleyi yürüttü. Sovyetler Birliği ile Kemalizm arasındaki balayının 1925 sonrasında yerini kapsamlı bir anti-komünizme terk ettiği, Takrir-i Sükun sonrasında komünist avlarının süreklileştiği bir dönemde sürekli daha ağır sorumluluklar almak zorunda kaldı. TKP’nin önder kadroları tarafından neredeyse devlete teslim edildiği bir provokasyon sonrasında herkesin geri çekilmeyi, kendisini güvence altına almayı düşündüğü bir dönemde o mücadele içerisinde çelikleşmeyi seçti. Devlet bu kararlılığının bedelini kendisine ödetmek için ağır işkenceler, uzun cezaevleri yılları dayattığında ise arkadaşlarını en ağır işkencelerde bile ele vermemenin iç huzuruyla cezaevi yıllarını bir Kızıl Profesör olmak için değerlendirmeyi seçti. Kıvılcımlı’nın faşizm karşısındaki direnme iradesi düzenin karşısında olağanüstü bir ideolojik direnci geliştirebilmiş olması ile doğrudan alakalıdır.
Kızıl bir profesör olmak şiarıyla girdiği Elazığ Cezaevi’nde hazırladığı YOL etüdü Leninizm’in Türkiye koşullarına dönemin olanakları düşünüldüğünde inanılmaz yetkinlikle uygulanmasıdır. Bu etüt içerisinde yer alan “İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark” isimli bölümü Kürt Sorunu’nun Lenin’in ulusal soruna bakışının bir uygulaması olarak de değerlendirilebilir. Bugün hala sol cenahta olağanüstü kafa karışıklıklarına yol açan ulusal sorun büyük bir berraklık ile kavranmış ve ortaya konmuştu: “… Türkiye’nin kendisi bu ulusal kurtuluş hareketlerinden önemli bir tanesine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketi Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatörlüğü altına girdiği için kapitalist niteliklerden ve çelişkilerden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Türkiye dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına rağmen iç ilişkilerinde ezen bir ulus rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz ‘Doğu illeri’ sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu yok etme siyasetine uğratıldı.” (YOL ikinci cilt, sf. 326, Bibliotek Yay, 1992, İstanbul) Bugün bu yalın gerçeğin sol içerisinde hala yeterince anlaşılmak istenmemesi günümüzde, demokrasi cephesinin inşasını zorlaştırması anlamında faşizmin hala en çok güç olduğu toplumsal zaaflarımızdan birisi değil midir?
Kıvılcımlı’nın Türkiye’de egemen sınıfları sayarken Finans Kapital’in yanına Tefeci Bezirgan sermayeyi kasabalardaki acente, Türkiye’de kapitalizmin yerleşmesinin ve hegemonya üretmesinin temel kaynaklarından biri olarak yerleştirmesinin anlamı bugün çok daha iyi anlaşılıyor. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve neo-liberalleşme dalgası, bu yapışık kardeşleri birbirleriyle çelişki yaşayan iki sosyal güç haline getirdi. Siyasal İslam’ın yükselişi Türkiye’nin egemen sınıfları arasında bir çatlak olarak değil de ilericilik/gericilik, İslamcılık/Batıcılık çelişkileri içinden okununca ezilen sınıfların önemli bir kısmı egemen sınıflara yedeklenmekten kurtulamadı. Çatışmanın oldukça geç bir momentinde yaratılan HDP seçeneği, Gezi isyanından Rojava deneyiminden de güç alarak topluma farklı bir okuma, farklı bir saflaşma önerdiğinde düzenin ezberi bozuldu. 7 Haziran’da oluşan toplumun kendi kaderini kendi eline alma seçeneğini boğmak için geliştirilen saldırı bu bozulmanın paniğini yansıtıyor. Oysa cin şişeden çıktı, atılan maya tuttu, zor gelişmeyi yavaşlatabilir ancak kervanın menzile ulaşmasını da engelleyemez.
Kıvılcımlı, devrimci teorisyen geleneğinin Lenin sonrası dünyada belki de Gramsci ile birlikte en dikkat çekici örneklerinden bir tanesidir. Takipçilerinin onu fazlasıyla “nev-i şahsına münhasır” bulması bu açıdan izolasyon üreten yanlış sonuçlar doğurmuştur. Kıvılcımlı da aynı Gramsci gibi üstyapının, kapitalist hegemonyanın inşasında ne kadar hayati bir rol oynadığını anlamış, Osmanlı’dan İslam’a Türkçe’nin kökenlerinden Aleviliğe, Servet-i Fünun’dan Necip Fazıl’ın ilk konağı Bergsonculuğa kadar geniş bir alanda çalışmalar yapmıştır. Gramsci’nin Machiavelli ile kurduğu ilişkinin bir benzerini de o İbn-i Haldun ile kurmuştur. 2. Enternasyonal’in ekonomik determinizmine karşı insancıl üretici güçleri Marksizm literatürüne kazandırmış, tekniğin-ekonominin etki alanını sınırlandırmaya çalışmıştır. İnsancıl üretici güçler ile maddi üretici güçlerin koordineli çalışması yaklaşımı ile “yapı mı özne mi?” tartışmasına da özgün bir katkı sağlamıştır.
Hiç kuşku yok ki bütün dev miraslarda zaman geçtikçe yanlışlanan yönler de çıkacaktır. Kıvılcımlı da bu muhasebeden muaf tutulamaz. 27 Mayıs sonrasında Milli Birlik Komitesi’ne sunulan Anayasa taslağı, kadük kalmaya mahkum bir girişim olarak tarihe geçmişti. Kıvılcımlı “tarihsel devrimci güç”e proletarya partisi adına bir müdahale yapmaya çalışmıştı, fakat ortada örgütlü bir proletarya olmayınca sonuçsuz bir girişim olarak kalmaya mahkumdu. Bir de herhalde 1960’larda İhtiyat Kuvvet’te çizilen çerçevenin Kürt Sorunu başlığında politik ortama daha fazla taşınması gerekirdi.
Komünistlerin sayılacak kadar az olduğu bir toplumda bir hayatı devrime ölümüne adayacak inanç, işkencede sorgucuya saldıracak özgüven, dünya devrim deneyimini bu karmaşık toplumsal yapıya tercüme edecek yaratıcılığı bir kişilikte birleştirebilmek neresinden baksanız inanılması zor bir iştir. Gençler başta olmak üzere bütün devrimcilerin bu mirastan alacağı çok şey var!
* Yazarımızın Özgürlükçü Demokrasi gazetesinde 11 Ekim 2017 tarihinde yayınlanan yazısıdır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]