Türkiye adım adım önemli bir yol kavşağına yaklaşıyor. Cumhuriyetin yapısında, dış politikada ve ekonomi alanında büyük çöküşlerin ve dönüşlerin eşiğinde! Son gelişmeler nedeniyle dış politikadaki sıkıntı iyice öne çıktı. Rusya’nın yaptığı hamle hala hararetle tartışılıyor. Hava sahasının ihlali bu tartışmaları iyice hızlandırdı. NATO’nun “Türk hava sahasını ihlal eden Rusya’yı uyarması” Ankara’yı çok sevindirdi. Ağabey NATO, Rusya’ya efelenince Ankara biraz olsun itibarını kurtarmış oluyordu…
Ortadoğu’da Ankara’nın dış politikasının iflası üzerine çok yazıldı; ancak Rusya’nın hamlesi ile ortaya çıkan durum tarihe bir göz atmayı gerekli hale getiriyor.
Soğuk savaş yılları geride kaldı. O yılların dış politikası basit bir denkleme oturuyordu. Sovyetler Birliği’nin yumuşak karnındaki Türkiye, NATO’nun “cephe ülkesi”ydi. 1950 yılı sonunda Kore’de “kahramanca” savaştıktan sonra NATO üyeliğine layık görülen Türkiye, “Sovyetlerin güneye sarkmasının önünde cephe ülkesi” oldu.
Bu yıllar, NATO silahlarına büyük paraların ödendiği ve ABD onaylı üç askeri darbenin yaşandığı yıllar oldu. Komünizme karşı savaş yürüten NATO, “özgür dünyayı korumak için” iç savaşlara hazırlık olarak hemen bütün kapitalist dünyada Gladyo örgütlemelerini yaratmıştı; Türkiye’de de “Özel Harp Dairesi” böyle kuruldu. NATO, antlaşmasında olduğu gibi Türkiye’nin sınırlarına yönelen tehditlerle değil, ülke içinde yükselen sınıflar mücadelesi ile ilgilendi. Bunun karşılığı on yılda bir gelen askeri darbeler oldu. “Komünizm tehdidine karşı cephe ülkesi” Türkiye denklemi, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile çöktü.
1990 sonrasında Türk dış politikasında yepyeni bir dönem başlıyordu. Sovyetler Birliği yıkılınca “cephe ülkesi” Türkiye’nin “stratejik önemi”nde büyük bir erime yaşandı. Bu yıllar Özal yıllarıdır. Özal bu boşluğu iki yönden kapatmayı denedi. İlki, ABD’nin liderliğini yaptığı 1991 Körfez Savaşı’na katılıp “bir koyup üç alma” stratejisiydi. Genelkurmay itiraz edince Özal’ın bu hevesi kursağında kaldı. İkinci stratejik yöneliş, çöken Sovyetler Birliği’nin yarattığı boşluktan yararlanarak “Türk dünyasına açılım”dı. Azerbeycan’da askeri darbe girişimi dahil bütün denemeler çok kısa süre sonra tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. 90’lı yıllar Türk dış politikasında büyük hayaller ve büyük düş kırıklıkları dönemi oldu.
Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç alma” ve “Türk dünyasına açılma” hayalleri 90’lı yılların ortalarına gelindiğinde tam bir düş kırıklığına dönüşmüştü. Bu yıllar Türk dış politikasında pusulasız, boşlukta gezinme yılları olmuştur. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda iç politik dengelerde de köklü değişimlere denk düştü; 12 Eylül askeri darbesinden beri sürüp gelen Milli Güvenlik Konseyi politikalarının iflasıyla iki binli yıllarla birlikte Siyasal İslam-AKP dönemi başladı.
AKP iktidar olur olmaz kucağında Irak’ın işgali sorununu buldu. Dış politikada çok sancılı bir sürecin eşiğine gelişmişti. Türk dünyasına açılım çökmüştü. Bu kez Irak’ın işgali ile Ankara’nın İslam dünyası ile ilişkileri çok sancılı bir eşiğe gelip dayanmıştı.
ABD’nin Irak işgaline destek verilmesinin mecliste reddedilmesi Türk dış politikasında beklenmedik köklü bir değişime yol açtı. Aslında Erdoğan iktidarı desteği savunmuştu, ancak cemaatler ittifakından bu sonuç çıkmadı. Böylece Türkiye’nin bölgede itibarı cumhuriyet tarihinde olmadık ölçüde yükselişe geçti. Ankara için yepyeni bir dış politika ufku ve imkanları açılmıştı. Bu günler Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” hayallerinin yıldızının parladığı günlerdi. Bu gidişe bir de 2009 yılında Davos’ta Erdoğan’ın yarattığı ünlü “one minute” krizi eklenince Türkiye’nin bölgedeki yıldızı hiç olmadık ölçüde yükseldi.
Arap isyanları sırasında Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelişiyle AKP iktidarı bölgedeki itibarının zirvesine ulaşmış oldu. O zamana kadar belli ölçüde örtülü olarak yürüttüğü Sunni eksenli dış politikayı artık tüm bölgede egemen kılabileceği hayaline kapılan AKP, Suriye ve Irak’ta çok açık iktidar oyunlarının içine girdi. Bu günlerde AKP kendisini bölgede “oyun kurucu” olarak görüyordu. Erdoğan açısından zayıf halka Suriye’de Esad iktidarıydı. “Bir kaç aya Şam’da Emeviye Camii’nde namaz kılmaya” niyetlenen Erdoğan’ın dış politikasındaki kırılma aslında bu noktadan itibaren başlamış oldu. O günden bugüne derinleşerek devam ediyor.
90’lı yıllarda “Türk dünyasında” egemen olma; 2005 sonrası Ortadoğu’da “oyun kurucusu” olma hayalleriyle geçen dış politika yılları, bugün tam bir iflas ve çökme noktasına gelmiştir. 2010’lu yıllarda bölgenin yıldızı olan Türkiye, sahada oyun kurucu olduğuna inanıyordu; bugün oyun dışına itilmiş durumdadır. Son bir kaç yıldır dış politikanın “iflasından” sık sık söz edilir olmuştu; Rusya’nın hamlesiyle artık daha farklı bir döneme girilmiştir. Ankara’nın dış politikası tam bir çöküş yaşamaktadır.
ABD’nin stratejik boşluğundan yararlanarak ipe un seren, güvenli bölge tekerlemesiyle oyalanan Ankara’nın Moskova’nın hamlesinden sonra artık kıpırdayacak bir alanı kalmamıştır.
Rusya çok doğal olarak, Esad iktidarının geleceğini garanti altına almak için Halep-İdlip-Lazkiye ve Halep-Rakka eksenlerine vuruşlar yapmaktadır. Özellikle ilk hava saldırılarından sonra Batı dünyası koro halinde “Rusya’nın niyeti IŞİD’e saldırmak değil” şarkısını söylemeye başladılar. Sanki kendileri IŞİD’e karşı ciddi bir savaş içine girmişler gibi hep bir ağızdan Putin’i suçladılar.
Türkiye köylü kurnazlığı seviyesindeki politikalarıyla Cereblus-Afrin arasına güvenli bölge kurup “yüz binlik üç kent inşa etmek” gibi akıl almaz saçmalıkta önerilerini BM kürsüsünden dünyaya duyurmuştu. Rusya’nın hamlesinden sonra Ankara’nın Suriye politikasındaki son oyalanma taktiği olan güvenli bölge hayali de çökmüştür.
Tam da bugünlerde Erdoğan’ın Brüksel’e gidip “Suriyeli göçmenler” sorununu AB ile tartışması rastlantı değildir. Artık Ankara, Suriye sorununun yükünü ne politik olarak ne de maddi olarak taşıyamayacak noktaya gelmiştir. Burnundan kıl aldırmayan Erdoğan, Suriyeli göçmenlerin yükünün “taşınamaz noktaya geldiğini” Brüksel’de anlatmak zorunda kalmıştır.
Soğuk savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliği’nin presi altında ikide bir ezilme tehlikesi atlatan Türkiye, “Türk dünyasına açılma” ve ardından Ortadoğu’da “oyun kurucusu olma” hayallerinin çökmesinden sonra, tarihin ironisi, yeniden Washington ve Moskova’nın kapanının ağızında sıkışmıştır.
Ülkede ve dünyada olanları okuyamayan, ya da sadece Siyasal İslam penceresinden ve Kürt düşmanlığı noktasından bakarak kendine bir dünya kurmaya çalışan AKP, yolun sonuna gelmiştir. Partinin ak saçlı “bilgesi” Bülent Arınç, işlerin çok iyi gittiği yıllarda “kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor” demişti. Acaba bugünler için ne düşünüyor?
ABD’nin stratejik tıkanışından yararlanarak, oyalanıp ipe un sererek kendi ömrünü uzatmayı uman AKP ve Erdoğan, bölgede artık dünya güçler dengesinin acı gerçekliğiyle burun buruna gelmiştir. Erdoğan, gerçek güç olmakla bağırıp çağırarak güç olduğunu sanmak arasındaki acı farkı biraz geç olarak da olsa artık kavramaya zorlanıyor. Bugüne kadar “ey Obama!”, “ey Avrupa!” diye nutuklar atan Erdoğan, bugün NATO’nun Rusya’yı azarlaması; Avrupa’nın göçmen sorununu ele alması için süngüsü düşük ortalıkta dolaşıp duruyor.
Türk dış politikası, dünyada yeni güçler dengesi kurulurken yanlış hesaplarıyla tam bir çöküşe girmiştir. Yaşanan sadece Rusya’nın Esad yönetimini kurtarmak için Suriye’ye müdahalesi değildir. Güç merkezleri bugünkü ağırlıklarına göre yeniden güneşin altındaki yerlerini alıyorlar. Onlar yeni yerlerine konumlanırken Ankara’nın hayalleri elinden alınmış, bir köşeye itilmiştir.
Soğuk savaş yıllarının basit dış politika denkleminin bozulmasından sonra büyük hayaller peşine düşen Ankara, tüm şanslarını tükettikten sonra, yeni dünya güçler dengesinin kıskacının içine sıkışmaktadır. Bu sıkışmanın tüm sancılarının yaşayacağı bir döneme giriliyor.
[button link=”http://www.sodap.org/mehmet-yilmazer-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]