Devrim mi, O da Ne?
Haluk GERGER
15 Ekim 2008
Geçmişi bütün ağırlığıyla taşımak zorunda olan burjuvazinin topluma öğrettiği gündelik dilde “devrim” sözcüğü, o geçmişin de zorunluluğuyla, olumlu bir anlam taşır. Burjuvazi, toplumsal bellekte yer etmiş olan olumlu mirasın üstesinden, “devrim” kavramından özünü çalarak ve onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmanın yollarını bularak, gelmeye çalışır. Dolayısıyla da, üretimde, teknolojide, tek tek ürünlerde, hatta eğitimde, sanatta, dilde, düşüncede, içerikte ve biçimde, “devrim yapmak”, pazarlama tekniğinde kâr getirici bir yöntem olarak kullanılır, bu haliyle övünülür bir nitelik olarak yüceltilir. Her tür reklam, “devrim” sözcüğünü gizemli-ışıltılı bir olumluluk ambalajıyla kullanır. Hatta, “sosyal devrim” kavramı bile çoğu zaman “burjuva modernleşmesi-aydınlanması”na indirgenerek kutsanır. Giderek, “Devrim” gündelik dilde, ilerlemeyi, gelişmeyi, olumlu sıçramayı ifade eder hale gelir. Tarihsel olarak da böyle bir işleve sahip olduğu yadsınmaz; politik bakımdan tarihin, burjuvazinin devrimleriyle noktalanmış sayılması kaydıyla elbette.
Sonra, öyle bir nokta gelir ki, “devrim,” en korkunç, en tehlikeli, en zararlı “şey” oluverir. O nokta işte “tarihin sonu”na tekabül eder. Bu an, “Devrim”in içinin gerçek politik-toplumsal özüyle doldurulduğu zaman başlar. Öznesi proletaryada somutlaştığı zaman başlar. Düzeni yıkmak ve yeni bir gelecek inşa etmek kavrayışıyla başlar. Egemen sınıfın ikiyüzlü konumlanışı böyle ortaya çıkar o anda. Lenin bir yazısında devrimi “gayrımeşru, fantastik ve doğal olmayan bir fenomen” olarak görenlerden söz ettiğinde tam da bunu anlatmaktaydı.
Tabii devrim sorunsalına başka açılardan, daha gerçekçi ve bilimsel temellere dayalı biçimde, bakmak da mümkün. Örneğin, Engels devrimin, devrim yapma hakkının, gerçekten tek “tarihsel hak” olduğunu söyler. Engels bu savını, tarihsel olarak, devrimin değişen sınıf iktidarlarının ve tüm modern devletlerin kuruluşunun temelini oluşturduğu gerçeğine dayandırır.
Şimdi bir adım daha atmak gerekmektedir. Engels bunu, örneğin, Marks’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” başlıklı yapıtına yazdığı önsözde yapar ve özel olarak proleter devrimin bir ayırt edici özelliğini vurgular, tarihteki öteki tüm devrimlerin aksine, sosyalist devrimin, azınlıklarca ya da onların yandaşlarınca değil, toplumun çoğunluğunu oluşturanlarca gerçekleştirileceğini yazar.
Artık bir adım daha ileri gidebiliriz. Manifesto’da şöyle denir: “İktidarı ele geçiren geçmişteki tüm sınıflar, tüm toplumu kendi mülk edinme koşullarının boyunduruğu altına sokarak, daha önce kazanmış oldukları toplumsal konumu güvence altına almaya çalıştı. Proleterler ise, toplumsal üretici güçleri, yalnızca, bugüne kadarki kendi mülk edinme tarzını ve bununla birlikte şimdiye kadarki tüm mülk edinme tarzlarını ortadan kaldırarak ele geçirebilir. Proleterlerin güvence altına alınacak bir şeyleri yoktur; onlar, bugüne kadarki tüm bireysel güvenceleri ve bireysel sigortaları ortadan kaldıracaklardır.”
Son adımı, 1871’de Birinci Enternasyonal’in Londra’daki bir toplantısında yaptığı konuşmasında söylediğiyle, Engels’e bırakabiliriz: “Biz sınıfların ortadan kaldırılmasını savunuyoruz. Bunu gerçekleştirmenin aracı nedir? Tek araç, proletaryanın siyasi hakimiyetidir.”
Ara duraklar var elbette ama işte proletarya diktatörlüğü bu, Devrim bu!
Ama bu kadar da değil…
Proletarya, Devrim ve insan-İnsanlık arasındaki ilişkiyi ilmik ilmik çözmek gerekiyor. Bence, insani varoluşun ve yitişin ontolojik bir çözümlemesini yapmadan Devrimi ve onun yakıcı ihtiyacını kavramak mümkün değil.
Genellikle Marksist yazarlar proletaryayı, onun hayat koşullarını, insanın yitiminin bir izdüşümü olarak görürler. O halde “insanlık durumu”na işçi ile, işçi sınıfının doğuşuyla başlamak yanlış olmasa gerek. İnsanı var eden emek; emekçi, işçi. “İnsanlık hali”, işçinin hali. Bu nedenle “işçi”yle başlamak gerek insani varoluşa. “İnsan”, henüz insanlaşamamış olsa da, hep var. Oysa işçi tarihsel bir kategori; her zaman yoktu, yarın da olmayacak. Birincisinin yükselerek devamı, ötekinin varlığına, daha doğrusu, yokluğuna bağlı gelişecek. Bu bakımdan da, işe işçiden başlamak gerekiyor.
Devrime de, insana da, işçiden hareket ederek ulaşmak gerek.
Devrim, insana, onun doğal varlığına geri dönmek demektir bir bakıma. Ya da bir başka ifadeyle, onun doğasına aykırı düzeni yıkmak, onu insanlıktan çıkartan koşulları yaşamdan silmek, insanın yiten özüne kavuşmak, insanlaşma aşamasına ulaşmak, insanı daha yüksek temellerde yeniden üretmeye geçiş demektir Devrim.
“İşçi”nin kaba, basit bir tanımı yeter de artar bile böyle bir çözümleme için: “Yaşamak için emek gücünü üretim aracı sahibine satan ve bu süreçte de belli bir süre ona karşılıksız çalışmak zorunda olan ücretli üretici” desek, yanlış olmaz herhalde. Burada bir gariplik, bir yapaylık, zorlamayı, mecburiyeti akla getiren bir tuhaflık yok mu?
Evet, bir zamanlar işçi yoktu. İnsan ve toprak, üretici ile üretim aracı, birbirinden kopuk değildi. İnsan vardı ama işçi yoktu. Sonra, insan topraktan koparıldı. İnsan, üretim aracından kopmuştu; artık aç ve açıkta, yoksun ve yoksuldu. Onu kentlere, tüccarın, burjuvazinin kalelerine (burglara) sürdüler, vahşi hayvanlar gibi. Vahşi hayvanlar gibi; kovalandılar, avlandılar, zincirlere vuruldular, kent dışındaki karanlıklarda ölümlere sürüldüler, sokak ortalarında vuruldular, kilise önlerinde asıldılar ya da şanslı olanları, kadın, çocuk, yaşlı, hasta, farelerin cirit attığı lağımlı sular içindeki vebalı-lanetli mahallelere tıkılıp 17-18 saat “üretim”e koşuldular, işçiliğe mahkum edildiler.
İnsan yitti, işçi sınıfı oluştu.
İnsana yabancı bir varoluş böyle dayatıldı insana. İnsana yabancı, önce iki bakımdan: Üretim aracından zorla kopartılmış, kendini sürdürmekten yoksun bırakılmış ve yaşamak için bir başka insana kul yapılmış. İkincisi, “işçi” olmadığı sürece, en doğal haklarından bile değil, en doğal gereksinimlerinden de yoksun kalmış. Ardından, üretime, ürettiklerine, emeğine, kendine yabancılaşma geldi. Sonra, birlikte yaşamaya, dayanışmaya kodlanmış insan genetiğinin aksine, yaşamak için öncelikle, yıkıcı rekabete, husumete tutsak yapıldılar, hemcinsine karşı hasmane ilişkilerin karanlık girdaplarında yalnız, aç ve açıkta bırakıldılar. Hurafeler kadar, paraya tapınmaya zorlandılar, pazara eklendiler. Daha ilerde, patronlar için birbirlerini öldürmeye de sürüleceklerdi…
Belki en kahredici olanıysa, hep acımasızca aşağılandılar, horlandılar. Bizden, her dilde bulması mümkün bir örnek vereyim, safkan bir Kemalist’ten. Milletvekilliği ve bakanlık da yapan gazeteci Cihat Baban, tek parti diktatörlüğünün güvencesinde, bakın nasıl anlatıyor “ameleler”i: “…İşçiler maziyi inkar eden kimselerdir. Milleti, milliyeti içtimai bir merhale değil; suni bir teşekkül olarak telakki ederler. Bu adamlar yasamak için bütün eziyetlere boyun eğen insanlar değil midirler? Hayatlarını, hayatları bahasına kazanan kimseler değil midirler? Muhitleri, ve sürdükleri çetin hayat onları da çetin yapmıştır. En ziyade fikri sabit sahibi olanlar onlardır. En ziyade affetmeyen yine onlardır. Makineler arasında, madenler içinde, karanlık fabrikalarda yasayarak ilmin aydınlığına en az nüfuz edebilen yine onlardır, ruhlarında sıkıntı senelerinin tekasüf etmiş acılığı vardır. Yorucu ve yeknesak hayatları onların istikbal endişelerini zümreleştirmiş, ideallerini kafadan mideye indirmiştir. Mücadeleleri rahat yaşamak içindir. Bütün gayretleri, hüküm sürmek için fırsat izhar etmektir.”
İşçiler için ne yaman bir varoluş, değil mi?..
Yine de, en yaygın “meslek” işçilik; insanların büyük çoğunluğu “ücretli emek” kategorisinde, yani işçi! “Evladım doktor olsun, avukat, mimar, mühendis olsun” diyen çok da, hiç “çocuğum büyüsün de, aslanlar gibi iri pazulu işçi olsun” diyen ana-baba yok ama nedense milyarlar işçi oluyor oluk oluk. Çocuklar büyüyünce, bazen büyümeyi dahi bilemeden, “özgür tercihler”ini “işçi” olmaktan yana kullanıyorlar. Eskisi gibi zorla değil; doğallıkla, iş bulmanın sevinciyle şen şakrak şarkılar söyleyerek, yazgılarının kaçınılmaz ve gönüllü kabullenmiş yazısıyla, hayatın bildik akışı içinde…
Asıl yaman çelişki bu değil mi?
Sonuçta olan insanlığa oldu; insan böyle düşürüldü, böyle çürütüldü. Yenildi, boyun eğdi insan ve işçi oldu. İşçiyle insan özdeşleşti, sömürenler insanlıktan çıktı. İlk genç proletarya kurban verildi ama giderek insanlığın boynu yatırıldı özel mülkiyetin kâr damlayan bıçağının altına. Zamanla, milliyetçilikten tüketin hırsına, virüs üstüne virüs, bakteri üstüne bakteri, zehirlendi durdu insanlık.
Sermaye böyle kazandı, insan böyle yitti…
Elbette umut hiç öldürülemedi. Dişe diş insani direniş inatla sürdürdü varlığını; içten içe, bilene bilene, yenile yenile, arada patlayan yanardağlar gibi, Paris Komünü gibi, Büyük Bolşevik Devrimi gibi…
Yine de, sermayenin tüm yıkıcılığıyla, insanın yitişi üstün geldi hayata…
İşte Devrim asıl anlamını insani varoluşun bu en yaman çelişkisinin yarattığı kördüğümün parçalanmasıyla ilintili ele alınmalı. Varoluşun, geleceğin, insanın özünün gizi burada saklı. Devrim, proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, sınıfsız toplum komünizm, hepsi, anlamını bu kritik noktada buluyor. Proleter devrimin ayırt edici özü, insanlıkla bağlantısı, insani kurtuluşla ilişkisi, nihayet “doğal bir hak,” “ertelenemez bir ihtiyaç” oluşu buradan kaynaklanıyor. Maddi zemini bu…
Böyle olunca, proletarya da bir özel, zihni ya da ahlaki, tercih olmaktan çıkıyor, doğrudan insani varoluşun ve kurtuluşun sığınağına, nesnel imkanına dönüşüyor. O’nu tarihsel örneklerden, sınıflardan ayıran özelliğiyle. Bakın onu Marks nasıl da güzel anlatıyor: “… Özel bir haksızlığa değil, haksızlığın ta kendisine uğradığı için özel bir hakkın davasını gütmeyen, bundan böyle artık tarihi değil, yalnız insani bir haklılık gerekçesi ileri sürebilecek olan… nihayet, toplumun bütün diğer kesimleri karşısında kendini özgür kılmadıkça ve böylelikle toplumun bütün diğer kesimlerini de özgürleştirmedikçe özgürlüğünü kazanması mümkün olmayan, tek kelimeyle, insanın topyekun yitişi olduğu için ancak insanın topyekun kazanılmasıyla kendini kazanabilecek bir kesim…”
Kapitalizm çok yönlü krizlerle boğuşurken devrimi düşünmek doğal elbette. Büyük Bolşevik Devrimi’nin yıldönümünde Devrim anılacak elbette.
Ne var ki, Devrimi düşünmek bunları aşıyor, aşmalı, doğrudan ontolojik kaygılara da bağlanmalı.
Öyle ya, Devrim, yitmiş insanı yeniden bulmak değil mi?
Şayet insansak, ya da, bu ağır insanlık koşullarında, içimizdeki insanı olabildiğince muhafaza etmeye çalışıyorsak, Devrim kendimizi bulmak, içimizdeki insana kavuşmak değil mi?
Çürüyen kapitalizmle çürümek mi, Devrim mi?
İnsanlaşmak mı, yok oluş mu?
İşte bütün sorun burada değil mi?..
Unutmayın, insan doğasına aykırı kapitalizm, insanı kendi doğasına uymaya zorladı ve bu çelişkiyi hiç çözemeden bugünlere geldi. Şimdi ona “nihai” iki yol kaldı. Biri, insanı fizik olarak yok etmek; nükleer ya da çevresel felaketle. İkincisi, genetiğiyle oynayarak bitirmek insanı.
İnsan mısınız? O halde, devrimcisiniz…
(Kaynak: Mavi Defter)