Davos’taki Aynadan Kendimize Bakalım
M. Sinan MERT
1 Şubat 2009
T. Erdoğan’ın Davos’taki çıkışından sonra yaşananlar ve solumuzdan verilen tepkiler, aslında atı alanın Üsküdar’ı geçmesi sonrasında atılan çaresiz çığlıkların baskınlığında geçiyor. İsrailli bir devlet yetkilisi, hem de Nobel Barış Ödülü almış Peres gibi birisi, karşısındakilere fırça atmaya kalkıp Abbas’ı ve Mübarek’i şişirmeye kalkınca bir tepki aldı. Bu tepkinin verilmesi gayet haklı ve meşrudur. Peres’in, klasik bir İsrail devlet yetkilisi üslubuyla Gazze’de yaşananları sıradanlaştırmaya çalışması, 400 çocuğun öldüğü bir katliamı neredeyse sivrisineklerin ölümünden bahsediyormuşçasına anlatması cevapsız kalmamıştır.
Bu tutumun kendisi, gösteri toplumunun kendi değerleri açısından da, gösterinin baş aktörünün tüm tutarsızlıklarını örtecek niteliktedir. Dolayısıyla olayın yaşandığı günden bu yana, başta ülkemiz ve Ortadoğu’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde Erdoğan’ın tepkisi tartışılmıştır. Gazze’de ve İran’da Erdoğan’ı destekleyen eylemler yapılmıştır. Erdoğan’ın tavrı AKP’lilerin de yüreğine su serpmiştir. Yaşananlar, yaklaşan seçimlerde önemli bir moral üstünlüğün kazanılmasına hizmet edecektir.
Sol ise dağınık Filistin politikasının bedelini ödemektedir. Filistin sürecinde merkezi bir talep üretemeyen, hükümeti köşeye sıkıştıramayan sol, şimdi uzanamadığı ciğere mundar demektedir. Tüm dünyaya kendisini tartıştıran ve özellikle Ortadoğu’da heyecan yaratan bir çıkışı “sahtelik, danışıklı dövüş, çocukça tepki, ikiyüzlülük” gibi nitelemelerle basitleştirmeye çalışmaktadır. Bu anlayış çevredeki birkaç sempatizanı ve düzenle bir derdi olmayan ama AKP’yi şeytan gören kalburüstü kesimleri ikna edebilir ama topluma söyleyebildiği hiçbir şey yoktur.
Gündelik siyasette inisiyatifi kaybeden özneler, kendi yaptıklarını konuşturamaz, tam tersine başkalarının yaptıklarını konuşur hale geliyorlar. Solumuzun içine düştüğü durum budur. Ülkenin çetelerinden hesap soramayan solumuz, Ergenekon’a salt bir AKP operasyonu olarak bakabilmektedir. Türk Metal’e yıllarca diş geçirememiş “emek eksenli siyaset” sözcüleri, Türk Metal’e sahip çıkma davetleri yapmaktadır. Yalçın Küçük’ün sinir bozucu ırkçılığı ile hesaplaşamayanlar, tutuklanınca kendisini solcu aydın diye kucaklayabilmektedir.
Burada sorun AKP’nin ne kadar doğru işler yaptığı değildir. Erdoğan’ın bu çıkışının büyük oranda spontane olduğunu düşünsek de arkasında bir mantık olduğu düşünülebilir. Obama sonrası ABD’nin İran’la dahi diplomasi peşine düşeceği düşünüldüğünde, Hamas ve İran üzerindeki etkisini arttırmış bir Türkiye’nin, çok kutupluluğa doğru ilerleyen dünyada daha aktif bir özne haline gelebileceği düşünülmüş olabilir. Amerikan ittifakı zemininde durmanın tek yolu İsrail’in küfürlerine sessizce maruz kalmayı kabullenmek değildir. Erdoğan’ı sıkıştırabilmek için yaptıklarının sahteliği üzerine komplo teorileri üretmek yerine ( Zapsu’lu haberler hemen ortalığa dökülüvermiş bile) doğru dürüst siyaset yapabilmeyi, halka ulaşabilmeyi becerebilmek gerekiyor. Böyle siyasetsiz tepkiler Erdoğan’ın etkinliğini ve meşruluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Özellikle Kürt sorunu ile paralellikler kurularak Erdoğan’ın Kürt siyasetinin ikiyüzlülüğü de bu süreçte teşhir edilmelidir. İslamcıların sırf kendilerine demokrat tavrı eleştirilmelidir.
İşin bir diğer kısmı ise halkın umutlanabilme arayışıdır. Direnmek, tepki göstermek, reddetmek değerlidir. T.Erdoğan’ı direnişçi, Obama’yı dünyayı değiştirecek bir devrimci olarak görme arzusu geniş yığınların içindeki duyguları deşifre etmektedir. Bu imgeler ne kadar gerçek dışıysa, halkın gündelik bilincinde haksızlığa karşı çıkmanın , eşit ve özgür bir dünya peşinde koşmanın ne kadar değerli olduğunun zayıf işaretleridir. Kitleler direnmek ve değiştirmek için inisiyatif almak istemeseler de, müthiş bir güçsüzlük ve özgüvensizlik içinde sızlansalar ve kendilerini tüketseler de bu tarz çıkışlara duyarsız değildirler. O zaman direnişin ve devrimin gerçek temsilcileri olması gerekenlerin halk nezdindeki meşruiyetlerini yaygınlaştırabilmek için daha etkin ve gerçek bir siyaset örgütlemeleri gereği yeniden göze batırılmalıdır. Yaşananların peşinden koşan değil, tam tersine yaşananlar üzerinde belirleyici bir etki sahibi olan bir sola ihtiyacımız var. Kendi masal âleminde mutlu olan, attığı taş kurbağa ürkütmeyen, etkisiz bir solun toplumda etkin bir özne haline gelebilmesi mümkün değildir.
Tekrar etmek gerekirse, sol bir güç merkezine sahip olabilsek ve “İsrail büyükelçisi gönderilsin” gibi başarılı bir siyasi kampanya yürütebilmiş olsak, Erdoğan’ın Davos’taki çıkışının etkisi altında bu kadar ezilmezdik, ya da en azından bu çıkışın sahteliği üzerine bu kadar çene patlatmak zorunda kalmazdık. Zaten eylemimizle bunu söylemiş olurduk. Oysa solumuzun dağınık hali ve bu dağınıklığın etkisizliğin gerekçesi haline getirilmesi, solu sadece konuşmak, ya da konuşmayı siyaset yapmak olarak sanmak zorunda bırakıyor. Burada aşılması gereken bir açmazla karşı karşıya kalıyoruz. Tartışmak, konuşmak, toplantı yapmak için harcadığımız zamanın onda birini somut bir iş yapmak için kullanmış olsak, bugün gerçekten çok daha başka bir zeminde duruyor olurduk.
Toplumun davranma mekanizması ile ilgili düşüncelerimizi daha gerçek kılmak için uğraşmalıyız.