“Yazılanı silecek olan sadece alın terimizdir.” H. Cibran
Ölüm haberlerine yabancılaşmaya başladık. Her geçen gün daha fazla insanın öldüğü sokaklarda şiddet normal yaşamın bir parçası haline geldi. Dozunun sürekli artması bir sonraki katliamda verdiğimiz tepkinin daha da azalmasına sebep oluyor.
Verilen sayılar bizim için birer rakam olmaktan öte bir şey ifade etmemeye başladı. 7 Haziran’dan itibaren patlayan onlarca bomba altında yüzlerce insan hayatını kaybetti. Sınır ötesi operasyon olarak geçiştirdikleri eylemlerde yoksul halk çocukları askerlik kisvesi altında öldürülmeye devam ediliyor. Bütün bu tozun dumanın içinde kadın cinayetleri ve iş cinayetleri ise azalmadan sürüyor. Her gün en az 5 kadın katlediliyor. Şiddet ise gündelikleşmiş durumda. Evde otobüste parkta yürürken sürekli bir şiddetle baş etmek zorunda bırakılıyoruz.
İş cinayetlerine baktığımızda gördüğümüz sayı ise korkunç bir seviyede. Kasım ayında en az 190, yılın ilk on bir ayında ise en az 1816 işçi yaşamını yitirdi. 2016 yılı bittiğinde bu sayılar on binlerle ifade edilecek.
Bu karmaşa ve kaos içinde ölümlere alışmaya mahkûm değiliz. Tıpkı iş güvenliği olmayan iş yerlerinde çalışmak zorunda olmadığımız gibi, tıpkı sefalet ücreti olan asgari ücrete mahkûm olmadığımız gibi.
Tüm bu süreçler birbiriyle o kadar bağlı ki, örgütlenme zayıfladıkça ücretler düşüyor, ücretler düştükçe çalışma saatleri ve borçluluk artıyor. Borçluluk arttıkça mecburiyetler artıyor. Mecburiyetler arttıkça örgütlenme zayıflıyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Bunun kaynağı ise sermayenin çıkarlarıyla hiçbir zaman zıtlaşmayan, hatta yeni rant kapıları açılması uğruna gölleri, denizleri bile doldurup inşaat sahası yapan iktidarın ta kendisi. Sermayenin iktidarı ile iktidarın sermayesi yarışıyor. Ve menfaatleri ortak olduğu içinde tam bir ortaklık görüntüsü içinde kazanmaya devam ediyorlar.
Bu yarışta işçilerin kaderine ise hep bir çaresizlik hep bir kadercilik hep bir sessizlik düşüyor. Birer birer yaşanan ölümler bir yana toplu katliamlarda bile (Soma, Aladağ) kadercilikleri, çaresizliklerimiz öne çıkıyor, düzen refleksini hemen gösteriyor ve örgütlenmelerin önüne geçiliyor. Sermayenin örgütlülüğü bizi daha fazla kazanamayız duygusuna itiyor. Bu duygular tam da bizleri düşürmek istedikleri tuzağın kendisi. Bu duygu sebebiyle 3. hava alanı inşaatında Üstünler Dat İnşaat’ta yakılarak öldürülen işçi arkadaşımızın katillerine duyduğumuz öfke geçiştiriliyor, öfkemizin örgütlenmesine izin verilmiyor. Bu duygu sebebiyle Eroğlu Holding’in inşaatında hafriyatla beraber çöpe atılan işçi arkadaşımızın katillerinin peşine düşemiyoruz. Bu duygu sebebiyle Başak A.Ş’nin yıkım ekibinin katlettiği göçmen işçilerin hesabını soramıyoruz. Halbuki çok ve haklı olan biziz, mağdur edilen, mahkûm edilen biziz.
160 yıl önce Germinal’de nasıl tarif edilmişse 1950’lerde Sait Faik’in öykülerinde de yoksul-fakir bizler aynı şekilde tarif edilmişiz: “kayıtsız ve sersem”.
Düzenin gündelik zoru ile yarattığı bu yalnızlık ve çaresizlik duygusundan kurtulmak için örgütlenmek zorundayız. Ancak örgütlenerek bu saldırıların üstesinden gelebiliriz. Savaşa karşı örgütlenmek, özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı örgütlenmek, yoksulluğa karşı örgütlenmek, her şeyden evvel de emeğimizin ve hayatımızın çalınmasına karşı, iş cinayetlerine karşı örgütlenmek zorundayız.
Ancak bu şekilde üzerimizde yaratılan bu kayıtsızlığın ve sersemliğin önüne geçebilir, kaderimizi ellerimize alabiliriz. Çünkü çok ve haklı olan biziz. Ölümümüz pahasına çalıştırılmaya mahkûm değiliz, kölelik koşullarında yaşamaya mahkûm değiliz. Ve bizi bu lanet kaderden kurtaracak olanın da alın terimiz olduğunu bilerek yüksek sesle söyleyelim: Geleceğimizin çalınmasına razı değiliz!
[button link=”http://www.sodap.org/sevgi-evren-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]