İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler kapitalist sınıfın oluşması yolunda kaldıraç görevi gören çağ açıcı devrimlerdir; ama her şeyden çok, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve “bağlantısız” proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşır. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi, farklı ülkelerde, farklı yönler alır ve farklı evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar. Yalnız örnek aldığımız İngiltere’de klasik biçimi görülür. K.Marx, Kapital I, sf. 732
Marx’ın İlkel Birikim’in “kapitalist sınıfın oluşması yolunda bir kaldıraç” olarak değerlendirdiği ilkel birikim Türkiye’de sonu gelmeyen bir döngü halinde kendisini tekrarlıyor. Sermaye, sürekli olarak doğayı ve toplumu yağmalayarak sıçrama gerçekleştirmek, eşiği aşmak istiyor. Fakat bu yağmanın getirisi o kadar hızlı ve güçlü bir biçimde tamamlanıyor ki ilkel birikim, neredeyse ilkel birikimi doğuruyor.
Türkiye finans-kapitalinin ilk büyük birikimi Osmanlı toplumunun zanaatçısı olarak da nitelenebilecek Ermenilerin can, mal ve topraklarının bir soykırım aracılığıyla yağmalanması ile gerçekleştirildi. 16. Yüzyıl İspanyası için Güney Amerika, 18. Yüzyıl İngiltere’si için Hindistan, 19. Yüzyıl ABD’si için Kızılderili toprakları ve Afrikalı bedeni ne idiyse İttihat ve Terakki’nin yaratmaya ant içtiği Müslüman burjuvazi için de Ermenilerin binlerce yıllık birikimi bu işlevi gördü. Cumhuriyet döneminde de Trakya ve Çanakkale pogromlarında, Varlık Vergisi’nde, 6-7 Eylül’de hep aynı çark işledi. Türkiye’nin en zengin aileleri ilk servetlerini Çukurova’da Ermenilerden zapt ettikleri topraklardan ele geçirdiler. Türkiye’de finans kapitalin arkeolojisi üzerinde Ayşe Buğra’nın kimi çalışmaları dışında tatmin edici bir çalışma yapılmadı, yapılsa ırkçılık ile sermaye birikimi arasındaki ilişkiyi çok daha yakından görebileceğiz.
1960’larla birlikte sermayenin yüksek gümrük duvarı korumalı ithal ikameci sermaye politikalar yoluyla semirtilmesi yıllarıydı. Kırlardan topraksızlaşarak kentlere akan “özgür” işçiler sanayiye ucuz işgücü sağlıyorlardı. Kente akın akın gelen işçilerin konut sorununun çözümü için sermayeye yük olmayacak bir çözüm geliştirildi. Osmanlı’dan miras kalan kamusal topraklar, yerleşim için kente yeni gelen işçilere tahsis edildi. Sermaye ve devleti kanını iliğine kadar sömürdükleri işçilerin barınma sorununun çözümünü, yine işçilerin omuzlarına yıktı. Dünyanın en planlı ve düzenli kentlerini kurma imkanına sahipken (var olan kentsel toprakların çok büyük kısmının kamusal toprak olmasından mütevellit) sanayi işletmelerinin hareketini takip ederek gezen çarpık ve düzensiz bir kentleşme aracılığıyla daracık sokaklı, ağacı ve meydanı olmayan mahalleler yaratıldı. Düzen en kritik momentlerde bu arazilerin mülkiyetini, tapuları bir koz olarak kullanarak ezilenlerin rızasını temin etti. Kentlerimiz ve yaşam alanlarımız ise bu sürecin bedelini çok ağır ödedi. Kentsel taşınmazların bir tür sosyal güvenlik sistemi gibi işlev gördüğü ama son kertede sermayenin yağmasına ve düzenin istikrarına yol veren bir mekanizma hiç durmadan işledi. Hala da işlemeye devam ediyor. 20 yıl boyunca desteklenen ve teşvik edilen sermaye ise en sonunda işçilerin tüm toplumsal kazanımlarının sona erdirildiği bir askeri darbeye yol verdiler. Pek muteber iş adamları “şimdiye kadar hep işçiler güldü artık gülen taraf biz olacağız” dediler. İşçi ücretleri 78’deki seviyesine ancak 89 Bahar Eylemleri sonrasında ulaşabildi. 12 Eylül sözde yargılanırken Türkiye finans kapitalinin darbeciliğini sorgulamak kimsenin aklına bile gelmedi. TÜSİAD’a laf koyma popülizmini kullanmayı pek seven Erdoğan bile işin bu yanına hiç girmedi.
90’larda sermayenin dışarıdan ucuza aldığı borçları sermayenin iki katı faize borçlanan bir devlet vardı. Demirel’in, askerin sevdiği patronların bankaları bu süreçte servetlerine servet kattılar. Hepsinin yönetim kurulunda bir emekli general vardı. Küçük’ler, Koman’lar ulusalcıların gözünde ahir zaman peygamberi olmadan önce bankalarda, holdinglerde yönetim kurulu kuponları ile gül gibi geçinmekte idiler. Sonra seri ekonomik krizlerle Türkiye 95-2001 arasına üç büyük kriz sığdırdı. Bu devlet borçları IMF paketleri olarak bir neslin hayatını çaldı.
2000’lerde ise Erdoğan’ın yeni bir burjuvazi kesimini zenginleştirme ve iktidarına payanda kılma politikalarının bedelini ödüyoruz. Özellikle 2008 sonrasında patlayan inşaat eliyle kalkınma modeli ülkenin geriye kalan her birikimine göz dikme arsızlığını sergiliyor. İnşaat sektörünün temel taşı çimento sanayinin hem kirliliği hem de aşırı enerji bağımlılığı dolayısıyla 1. Dünya’dan defedilmesi sonrasında Türkiye Avrupa’nın çimento üretme şampiyonu haline geldi. Bu enerji oburu sanayi doyurmak için madenler tam gaz çalıştırılmalı idi. “Her yer termik santrali, her yer katliam” AKP’nin 2010’lu yıllarda temel sloganı oldu. İnşaat adı verilen enerji oburu ve doğa, insan katili sektörü beslemek adında hepimizin hayatları çalınıyor.
Yüzsüzlüğün öyle doruklarına çıkılmış vaziyetteki AKP’li bakanlar “vahşi kapitalizm”den bahsetmeye başladılar. Oysa vahşilik konusunda ellerine su dökülemeyecek vaziyetteler. Yırca’da zeytin ağaçlarını üzerinde meyvesiyle, 6000 tanesini birden kesmek ancak Kolin gibi AKP döneminin baş aktörü bir şirketin aklına gelebilir. Cengiz, Gezi’ye göz koyan Kalyon, Limak, 301 işçiyi öldüren Soma, Uyar iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar şirket ülkenin ve toplumun altını üstüne getiriyor. Türkiye finans kapitali için ilkel birikim sürekli devam ediyor. Türkiye’nin en büyük şirketi Tüpraş, Koç’a AKP iktidarının ilk yıllarında 28 Şubat benzeri bir plana destek olmasın diye sus payı olarak sunulan bir özelleştirme ganimeti. Marx, ilkel sermaye birikimini bir üst aşamaya sıçramak için bir kaldıraç olarak değerlendiriyor. Türkiye sermayesi için ise bu sonu gelmez bir döngü, sürekli başa dönüyor. Üretimde artı değeri arttıramadıkça ucuzu işgücü ve doğa yağması dışında bir seçenek geliştiremiyor.
Sağlı sollu liberalizmin en büyük günahı hiç kuşku yok ki sermayenin bu katliamdaki başrolünü gizlemesi. Oysa bu genelde insanlığın, özelde ise Türkiye’de sermaye yağmasından aslan payını 40 dolar milyarderi, birkaç bin dolar milyoneri dışında kalan kesimlerin en büyük düşmanı finansa kapital adı verilen katil sürüsü.
Madenlerde boğduğunuz, üzerinde danesiyle kestiğiniz, kararttığınız, sakat bıraktığınız, umudunu çaldığınız, aşırı çalışmaktan tükettiğiniz, altını üstüne getirdiğiniz tüm hayatlarımızla dikileceğimiz karşınıza ve diyeceğiz ki …
Herkes içinden ne demek geliyorsa onunla bitirsin bu yazıyı.
[button link=”www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]