“ABD Yeni Stratejisi İçin Hazırlık Yapıyor”
F.BULUT
Röportaj/Sosyalist Dayanışma Aralık 2011
S.Dayanışma ; Suriye, İran ve Türkiye ekseninde son gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Irak da gerçekleştirilen operasyondan sonra bölgede bir takım saflaşmalar meydana geldi. ABD’nin sürdürdüğü Sünni bir cephe bunun karşısında da İran eksenli bir başka cephe. Uzun zamandır da ABD tarafından Iran eksenli -Suriye’nin de içinde yer aldığı- cepheye bir operasyon beklentisi vardı. Şu an Suriye’ye operasyon kararı verilmiş görülüyor. Türkiye’nin burada rol alması ne gibi sonuçlar açığa çıkarır?
F.BULUT: Irak işgali sırasında Amerika’nın bilinen bir stratejisi vardı; Büyük Ortadoğu Projesi(BOP). Amerika’nın bölgeye vuruşu, önleyici vuruş olarak bilinirdi. Amacı, direkt işgal ve enerji kaynaklarının kontrolünü ele almak şeklindeydi. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, “yirmi Ortadoğu ülkesinin sınırları değişecek” diyordu. Bu daha çok, dışarıdan müdahale ile haritaların değişmesi, yeni devletlerin kurulması şeklinde öngörülüyordu. Irak’ta yeni devletler kurulmadı ama fiili olarak federal bölgelere bölündü; Sudan’dan Güney Sudan diye bir devlet çıktı. Arap ülkelerindeki isyanlarla birlikte işler değişti. Arap Baharı deniliyor ama ben Arap Baharı teriminin, Batı’nın dili olduğunu düşünüyorum. Hatta oralarda devrim deniliyor ama bu gelişmenin eğilip bükülerek Amerikalılara ya da batılılara hizmet ettiği görüşüne sahibim. Doğrudur; halkın despotluğa, yoksulluğa, rüşvete karşı bir itirazı vardı, deyim yerindeyse küresel ekonominin yerel düzeyde uygulamasından kaynaklanan eşitsizliklere halkın bir itirazı idi.
Arap Baharı, şöyle oldu: Bir devrimci durum vardı, yönetenler eskisi gibi yönetemiyordu, yönetilenler de eskisi gibi boyun eğmiyorlardı. Halk birden siyaset/tarih sahnesine fırladı. Bu devrimci bir süreçteki bir sıçramayı ifade etti. Teorik bir dille ifade edeyim: “Başkaldırı, mevcut rejime karşı devrimi halk gerçekleştirdi. Devrim, önceden planlanmadı. Bu haliyle bakarsak, devrim tarihin belli bir anında olup biten bir sosyo-politik olay değil, bir süreçtir çünkü. Devrim yapan, başkaldıran kitlelerin bunun bilincinde olmaları şart değildir. Devrimci durum ve süreç içinde bilinçlenebilir insanlar.”
Bu anlamda, ciddi bir dinamik belirdi. Belki de gerçekten demokrasi ve özgürlüğe doğru gidecekti ama batılılar ve özellikle Amerika devreye girdi; bu müthiş dinamizmi ve sosyal patlamayı, dış müdahale ile değil daha çok iç müdahalelerle ve siyasi-ideolojik yönlendirmelerle (özellikle dünyadaki egemen kitle iletişim araçlarını kullanmak suretiyle) mevcut yönetimleri alaşağı etmeye doğru evriltti. Süreç hala devrimcidir; bunu Mısır ile Tunus’ta gözlemlemek mümkün. Fakat siyasi ve ideolojik olarak baktığımızda, Marksist deyimle söylersem, devrimi
politik iktidarın kazanılması/politik bir gelişme anı, politik bir süreç, politik bir sıçrama dönemi olarak ele aldığımızda; artık devrimden, bir bahardan ve mutlu bir sondan söz etmek mümkün değil. Mücadele sürüyor; devrim ve karşı devrim halat çekme yahut mevzi kazanma konumundalar. Örneğin küresel ve evrensel ölçekteki gericilik, sözgelimi Mısır devrimini etkileyip kazanımlarını heba etmek, kendi lehlerine çevirmek amacıyla sürekli faaliyet halinde olan ABD-Suudi Arabistan, Katar ve onların yerli işbirlikçileri sayılabilecek olan ılımlı İslamcı denen siyasal İslamcı oluşumlar bu çizgideler. Özellikle Katar’ın Libya’daki İslamcıların iktidara ortak olmalarında ve Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütünü desteklemekteki rolleri son derece açıktır. Devrim kazanımlarının ve sürecinin Amerikan çıkarlarına hizmet edecek bir mecraya sokulması için iktidar değişikliklerinde mümkün olduğunca ABD’ye yakın kesimlerin iktidarlara gelmesi, kapitalist ekonomik sisteminin olduğu gibi devam etmesi şeklinde bir gidişat görünüyor. Çok muhalif görüntüsü veren İslami (Müslüman kardeşler örgütü ile Suudi yanlısı bağnaz Selefiler, Vahabiler yahut radikal Cihatçı akımlar) kesimlerin Amerika’yla temas halinde olmaları ve onun desteğini alarak iktidar ortağı olmaları, bir nevi ılımlı İslam’ın programını hayata geçirme şeklinde devam ediyor. Fakat aynı zamanda İslamcı oluşum ve akımlar arasında bölünme ve parçalanmalar yaşanıyor; sol ve sosyalistler, uzun kış uykusundan uyanıyor, mahmurluktan çıkmaya çalışıyorlar. Bu de devrimin bir süreç, gel-gitlerle dolu olan bir toplumsal olay olduğunun kanıtı sayılır. Özetle hem umut, hem umutsuzluk bir arada bulunuyor.
Amerika ilk müdahale süreçlerinden büyük bir ders aldı ve kaba militarist yöntemler yerine, hedef ülkelerin içişlerine dolaysız (siyasi-ideolojik) ve dolaylı (lojistik, parasal yardım, insan kaynakları aktarma, kadro yetiştirme, kitle önderlerini yanına çekme, diyalog ve temas arayışı) müdahil olma/müdahale etme politikasını bu yönde sürdürüyor. ABD’nin BOP stratejisinde ciddi bir değişiklik o Iraklı gazetecinin Bush’a Bağdat’ta pabuç fırlatmasıyla oldu. BOP’ un zorbalığa ve açık işgale dayanan politikası bitti. Afganistan’ da ekonomik ve siyasi olarak çıkmazda, Irak’ta 3 trilyon dolara ve 5 bin askere, on binlerce yaralıya mal olan bir savaş yaşandı. Amerika, konsept değiştirdi. Buna göre; ABD, tek başına bu bölgeleri işgal etmeyecek, mümkün olduğunca diğer emperyalist ülkelerle birlikte yapacak. Buna “müşterek emperyalizm” diyebiliriz. Aralarında çelişkiler var ama müşterek yönleri de var. Obama’nın iktidara gelişiyle birlikte BOP projesinden vazgeçilerek Büyük Asya projesine geçildi. Ortadoğu’yu arka plana atıp Çin’i ve Rusya’yı kuşatarak Ortaasya’da bu kavgayı yürütecek. Ama buna engeller var: İran gibi, Suriye gibi ülkeler ya da bazı Hizbullah ve Hamas gibi direniş örgütleri var. Irak’ta ABD ile uzlaşmayan, İran yanlısı Mukteda el Sadr gibi gruplar var. Ortaasya projesinde Rusya ve Çin daha ciddi biçimde direniyor. Türki Cumhuriyetler denen ülkelerle Şangay işbirliği örgütü içinde belli anlaşmalar geliştirdiler mesela. Bu kez rekabet, enerji hatları üzerindeki denetimleri ele geçirmeye yoğunlaştı. Bu politika da başarılı olamadı. Çünkü Rusya ile Çin ve önlerinde cephe ilerisi olarak baktıkları İran, Suriye ve diğer direniş odakları buraları tahkim etmeye başladılar. Bunun üzerine, ABD birkaç hafta önce Pasifik’e yöneldi. Ve büyük ekonomilerle yarışmanın merkezini
“pasifik bölgesi” ilan etti. Burada Japonya var, Endonezya var, Çin gibi devasa bir ekonomi var. Hillary Clinton, geçenlerde Pasifik ülkelerinin katıldığı (toplam 21 ülke) konferansta, kendi çıkarlarının Pasifik bölgesinde ne denli öncelikli ve yaşamsal olduğunu açık açık söyledi. Amerika, buraya yüklenmeye başladı ve en azından ekonomik ticari hegemonyasını oraya kaydırmayı hedefliyor. Yaklaşık 3 milyar nüfusu kapsayan bir bölge burası.
Pasifik’e geçerken, ABD’nin birilerini Ortadoğu’da vekil tayin etmesi gerekiyor. Bakıyorsunuz, bölgede bazılarını kendi adına hareket etmeye çağırıyor. Bunlar vekâleti vermek istediği ülkelerdir: Bir taraftan İsrail’dir, diğer taraftan Türkiye’dir. Bir de Körfez ülkeleri, başta Suudi Arabistan olmak üzere. Suudi Arabistan ekonomik ve ideolojik bakımdan güçlü ancak askeri ve mezhepçilik (Sünni İslam’ın kutsal kalesi) açısından puanı çok zayıf. Şu an için ekonomik ve siyasi bir güç olarak Mısır’dan hayır gelmez. O halde, üç kahya, vekil ya da taşeron diyebileceğimiz odak var. Bunların başında Türkiye geliyor. Buraları onlara emanet edebilirse yeni hedeflerine yönelebilir.
Pasifik öncelikli stratejiyi yürütürken Ortadoğu’dan vazgeçmiş değil ABD. Sadece bölgemizin önceliği ikinci sıraya düşmüş durumda. Ayrıca unutmamak gerek: Birkaç yıldan beri, ABD üç ayrı bölgede, üç evrensel cephede aynı anda savaş yürütme ve kavga etme senaryolarını epeyce geliştirdi. Bunu yavaş yavaş hayata geçirmiş durumda. Pasifik’te bir kavganın henüz başında olan ABD, Ortadoğu’da Sünni bir hilal yaratma çabasını sürdürüyor, Suudi Arabistan ve Katar’dan başlayan hat Türkiye’ye ulaşıyor. Buna Fas ve Ürdün’ü ekleyecek.
Öte taraftan burada direnen ülkeler var. Daha çok İran’la müttefik olan ülke ve gruplar diyebiliriz buna.
ABD, kuşkusuz Suriye’yi düşürmek istiyor. Ekonomik sistem olarak değil ama kendisine karşı çıkacak bir rejimin yerine farklı bir rejim/yönetim olmasını istiyor. Yapılanların hepsi bununla bağlantılıdır. Birkaç başlıkta toplamak mümkün: İlki, dış muhalefeti desteklemek, Suriye muhalefetinin İngiltere, Fransa ve Türkiye ayağını desteklemek… Bunlar çoğu Politik İslam nitelikli, birazı da liberal batıcı güçler. Sözgelimi iç muhalefetin sözcüsü konumundaki Heysem Menaa, batıcı ve Türkiyeci dış muhalefeti, “Batı’da oynanan oyunların ve çıkarlarına alet olan gruplar; Türkiye’nin bölge planına göre şeklenmiş güruh” olarak suçlayabiliyor.
ABD ve müttefiklerinin, bu arada Türkiye’nin müdahaleleri, şu noktalarda yoğunlaşıyor: Ekonomik olarak kıskaca almak ve kimi komşu ülkelerden muhalefete çeşitli destekler sunmak.
Bizler, sürekli askeri müdahaleye dikkat kesildiğimiz için, Suriye’ye müdahale gerçeğini ve boyutunu gözden kaçırıyoruz. Gerçekte bugün için siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan bu ülkeye yüzde 70-80 oranında müdahale yapılıyor. Geriye kalıyor askeri müdahale. ABD, askeri müdahalenin şimdilik kazançlı olacağını düşünmüyor. İtirazlarla karşılaştığı için, bunun yerine Türkiye gibi ülkeleri devreye sokmak istiyor. Ama Türkiye’nin de çekinceleri var. Şu an en fazla yapabildikleri, içeride destekledikleri silahlı grupların rejimle çatışmasını sağlamak ve bunun da zamanla bir tür Alevi-Sünni iç çatışmasına yahut Suriye ordusu ile kolluk kuvvetlerinin tamamıyla bölünerek iç savaşa doğru evirilmesini sağlamaktır.
Bize tasvir edilen, özellikle hükümet merkezli enformasyonda sanki orada bir Alevi-Sünni çatışması varmış gibi gösteriliyor. Hâlbuki şu anda rejimi ayakta tutan Suriye’nin iki büyük şehridir. Şam ve Halep. Bunların burjuvazisi, esnafı ve tüccarı büyük oranda Sünni’dir ve rejimi desteklemektedir. Son ekonomik ambargolar iki şeyi hedefliyor: Bir yandan iç çatışma yaşansın ve esas olarak Halep’te olsun ki iç çatışma sonucu rejim devrilsin. Ya da ekonomik ambargoyla boğulan Suriye rejiminin destekleyen sınıflar (esnaf, tüccar, burjuvazi) saf değiştirerek yönetimin altını boşaltsın ve rejimin içe çökmesini sağlasın. Uygulanan dış müdahalelerin anlamı budur.
Diğer yandan; Suriye’ de, kuşkusuz, bir despotluk var. Derin devlet var. Esat bunu, “öldürme emrini ben vermedim; denetim dışı devlet güçleri yaptı” diyebiliyor. Son üç Suriye hükümeti, 10 yıldan beri bir anlamda 24 Ocak Kararları gibi kararlar aldığı (özelliştirme, serbest piyasa, vs) için artan yoksulluk ve yolsuzluklara karşı halkın hoşnutsuzluğu var. Siyasi ifade özgürlüğü yok. Şu anki isyan, bu ekonomik siyasi taleplere sınırlı kaldığı sürece sorun olmaz. Suriye yönetimi halk yararına köklü sosyo-politik, ekonomik reformları gerçekleştirebilirse; Kürtlerin ve diğer ezilenlerin, emekçilerin demokratik haklarını verebilirse, mevcut krizi ve isyanı tatlıya bağlayabilir. Daha yumuşak biçimde atlatabilir ve esas olarak dış müdahaleye fırsat vermemiş olur. Halkın rejimi değiştirmek istenmesi de son derece doğaldır. Ama bu talebi bahane ederek dış müdahalenin aracı yapmak başka bir şey. Çünkü gelecek vadeden bir şey değil bu.
Program budur. ABD, kenarda durmuş fakat içten içe Suriyeli muhalifleri kışkırtıyor. Öne taşeronlarını sürüyor ve kendine yakın muhalefete “diyaloga yanaşmayın sizi aldatacaklar” diyor. Silahlı gruplara “güvenliğiniz için aman silah bırakmayın” diyor. Bunun anlamı, kaplanların boğuşmasını uzaktan seyretmek değil, iç savaşı kışkırtmaktır.
Türkiye, “biz muhalefete sadece insani yardım yapıyoruz” diyor ama ötesi var. Türkiye, daha farklı bir konumda. O da şudur: Kendi ülkesinde problemleri çözememiş bir Türkiye’nin, her bakımdan karın ağrısı çeken (Kürt isyanını silahla ezmek ve çözme politikası, Alevi sorunu, emekçi meselesi, ekonomik kriz, muhalif olan herkese yönelik tutuklama ve baskı operasyonları gibi) böyle bir ülkenin başkalarına insanlık dersi vermesi kadar çifte standartlı bir durum olamaz. AKP hükümeti olarak Suriye’de despotizmi eleştireceksin, kendi ülkende fikir özgürlüğünü açısından verilen cezaları son 9 yılda 10 kat artıracaksın. Tahrir’de milyonları öveceksin ama Diyarbakır’dakiler ayağa kalkınca copla gazla, kurşunla üzerlerine gideceksin. Oralarda merkeziyetçilik kötüdür, milletler yerel yönetimlere girsin diyeceksin; kendi ülkende yerel yönetim ya da özerk yönetim taleplerini tümden reddedeceksin; hatta sürekli operasyonlarla bastırma yoluna gideceksin. Suriye’de kitlesel tutuklamalara itiraz edeceksin, Türkiye’de son iki ay içinde KCK, Hopa ve benzeri nedenlerle binlerce kişiyi tutuklayacaksın. Bu nasıl bir demokrasi ve insani değer anlayışıdır böyle? Diğer yandan Türkiye’nin sadece Amerika’nın işaret ettiği yerlere dönük insani duyguları kabarıyor. ABD’nin işaret etmediği mesela Bahreyn, Suudi Arabistan gibi
yerlerdeki adaletsizlikleri görmüyor. Oradaki ayaklanmaları devrim veya bahar saymıyor; dolayısıyla ilgilenmiyor bile.
S.Dayanışma ; Peki, bu yöntemler işe yaramadığında askeri müdahalelerin gündeme gelmesi mümkün mü, buna İran’ın tavrı nasıl olur?
Suriye’nin düşmesi sadece Suriye’yle sınırlı kalmaz: Orası düşerse, değişirse veya kaos olursa bu bir şekilde Lübnan’ı, Irak’ı Türkiye’yi, İran’ı ve hatta Ürdün’ü etkiler. Ama Suriye Libya kadar tecrit konumunda bulunmuyor. Son 50 yılda bölgede oynadığı rol nedeniyle çevre ülkelerle çok farklı ve karmaşık ilişkiler kurmuş; Hizbullah, Hamas gibi müttefikleri; Lübnan, Ürdün ve Irak’ta destekçileri, yandaşları bulunuyor. Mesela benim bildiğim Lübnan’ın nüfusunun büyük bir kısmı ve şu anda da hükümette çoğunluğu oluşturan bir seçim bloğu Suriye’den yana. Gazeteler orada bölünmüş, siyasi partiler, akademisyenler, fikir adamları Suriye’ye destek vermek ile ona müdahale arasında bölünmüş durumdalar. 8 Mart Bloku destekleyen kesimi temsil ediyor: Bunlar arasında Şiiler, Hıristiyanlar, solcular, komünistler var. 14 Mart grubu ise batıcılardır, meşhur eski başbakan Hariri’nin başını çektiği grup ki bunun içinde de Sünni İslamcı gruplar, partiler ve daha geride durmakla birlikte bazı Hıristiyanlar var. Ürdün yine bölünmüş durumda. DKÖ’ler, İslamcılar vb. bölünmüş durumdalar. Irak’ta Şii kesim müdahaleye karşı çıktı. Irak Kürdistan bölgesi ayaklanmaları desteklemekle birlikte dış müdahaleye karşı (Celal Talabani’nin demeci) çıktı. Irak Kürtleri, daha çok Suriyeli Kürtlerin blok halinde mücadelesini desteklediler. Onların milli haklarına kavuşmalarından yana tutum aldılar.
Suriye konusunda Türkiye’de bildiğimiz anlamıyla bir bölünme, cephesel belirgin bir yarılma, ayrışma bulunmuyor. Ama solcular, Kürtler, ilerici kesimler Batı’nın ve Türkiye’nin müdahalesine karşılar. Suriye yönetimin, rejiminin yanında olmayan ancak müdahaleye karşı olan kesimlerden söz ediyorum. Esas olarak İslamcılar yani AKP ve çevresi Suriye’ye hemen her türlü müdahaleden yana bir çizgide duruyorlar. Bu arada şunu da söylemek gerek; daha önce nispeten anti Amerikancı sloganlarla yola çıkıp bu tür müdahalelere karşı çıkan Türkiyeli İslami oluşumlar, tümüyle iflas etti birkaç istisna dışında. Hatta geçmişte en koyu İran yanlısı kesimler bile çark ettiler ve AKP’yi destekler bir tutum aldılar. Bunu, Yeni Şafak’ta yazan Hakan Albayrak’ın Suriye konusunu değerlendirmelerinden anlıyoruz.
Amerika, Ortaasya’ya Pasifik’e giderken “yol temizliği” yapmaya çalışıyor. Nedir yol temizliği: Suriye ile Lübnan’ı birlikte halletmek. Böylece Irak’ta elini güçlendirerek orada İran’la müttefik olan güçleri tasfiye etmek. Ondan sonra İran’a yüklenmek. İran bütün Asya’da kopacak fırtınanın Cümle Kapısı, Nizamiye kapısı gibidir. Oradan girildiğinde Rusya’nın güneyden, Çin’in batıdan kuşatılması demektir. ABD buraya ilerlemeye çalışırken Suriye’nin düşmesi önemlidir. Her taraf yangın yerine döner demiyorum ama bütün dengeler değişecek. Bu nedenle Rusya’nın savaş gemilerini oraya yönlendirmesini böyle okumak gerek. Keza Çin, “muhtemel üçüncü dünya
savaşına mal olsa bile, Suriye ve İran’ı desteklemeyi sürdüreceğiz” dedi. Her iki ülke, kendi nüfuz bölgelerindeki müttefiklerini desteklemeyi düşünüyorlar. Peki, son tahlilde Suriye için savaşırlar mı? Bunun hiçbir garantisi yoktur. Rusya, ABD karşısında henüz zayıf bir ülke. Son anda bir pazarlıkla çark edebilir.
S.Dayanışma ; Peki İran?
İran daha çok Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’taki müttefikleri aracılığıyla ve lojistik destek şeklinde Suriye’ye yardım eder. Çıplak bir askeri müdahale olmadığı sürece Suriye ordusunun yardıma ihtiyacı yok zaten.
Suriye’de bence en önemli gelişme bir üçüncü yolun belirmeye başlamasıdır. Bu, giderek bir akıma dönüşüyor. Zaman olursa hareket olarak genişleyebilirler. Üçüncü akımın içinde solcular, laikler, aydınlanmacılar, demokratlar, Hıristiyan azınlıklar, kimi küçük dini gruplar var. Birkaç yıl önce Şam manifestosunu (bir çeşit bizdeki Aziz Nesin’in Aydınlar Dilekçesi gibi) yayınlayan ve bu nedenle birkaç yıl hapis yatan bir aydın (Mişel Kelo) başını çekiyor. Bunlar, ne işgali ne de bu mevcut yönetim tarzını benimsiyorlar. Yönetime şöyle sesleniyorlar: “Önce halkla barışın. Siz halkın taleplerini yerine getirirseniz kazanırsınız. Ayaklananların da çoğu yeniden yanınıza gelir ” diyorlar. Bu eğilim gittikçe güç kazanıyor. Temennim, bu 3. Yolun gelişmesi. Eğer bu olmazsa önce önemli oranda bir iç çatışma yaşanır ve ardından da bir iç savaş gelebilir.
Hem Türkiye ve hem de askeri müdahale açısından kritik nokta Halep yöresidir. Burası 7 milyonluk bir şehir. Önemli bir ticaret merkezi ve Türkiye’ye de çok yakın. Burada çok büyük bir hareketlenme yok. Yer yer gösteriler oluyor ama bunlar Kürtlerin yaptığı barışçıl gösterilerdir. Eğer Halep’te, Humus gibi Hama gibi büyük çaplı gösteriler olursa ve ölümler olursa büyük ihtimalle halk Türkiye sınırına gelecektir. Bu durumda Türkiye orada bir tampon bölge yaratmaya yönelecektir ki, bu fiili işgal demektir. Bu durumda İran Türkiye’ye bir şekilde tacizde bulunabilir. Ve savaşın, kavganın, çatışmanın, ateşin bir ucu Türkiye’nin içine kadar uzanabilir.
Dikkat edilirse, Türkiye’nin pozisyonu iki olaydan sonra değişti. Tabi Batılılar arkadan itiyorlardı: “Hadi git, Suriye’ye karış, içişlerine müdahale et! Sen aslansın, kaplansın” diye. Türkiye’nin Suriye yönetimine karşıt siyaseti iki gelişmeden sonra kamuoyuna ilan edildi: Birincisi Türkiye, Esad yönetimiyle görüştü ve dedi ki: “Mevcut hükümeti çöz bunun yerine geçiş hükümeti kur. Bunun belkemiğini İslamcılar ama aslolarak Müslüman Kardeşler örgütü oluştursun, araya biraz da vitrinlik liberal koyalım”.
Suriye reddetti bunu. Amerika bile reddetmiş AKP’nin bu önerisini. ABD AKP yönetimine demiş ki; “çok fazla İslamcı koydun, biraz daha usturuplu olsan” . İkincisi, Obama-Erdoğan görüşmesidir. Kulis bilgimiz yok ama çıkarsama olarak söylüyorum: Obama, Başbakan Erdoğan’dan Suriye konusunda ortak tutum alınmasını istemiş: “Bu işi birlikte kotaralım” demiş olmalı. Erdoğan, Obama’nın bu isteğini kabul etmiş fakat bir şart öne sürmüş olmalı: “O zaman Kürtler konusunda elimi serbest bırak. Beni bu konuda tam anlamıyla destekle.”
Yani önce Kürtleri ezeyim, sonra kendi yordamımca bu meseleyi “hal”ledeyim fikrini öne sürmüş Başbakan. Dikkat edin, çözmekten bahsetmiyorum. Kürt meselesinin halledilmesinden yani sopayla, baskıyla tepesine vurup işi silahla, askeri yahut şiddet yöntemleriyle bitirilmesi anlayışı var burada. Tıpkı 1937-38’dek Dersim olayının “tedip ve tenkil” biçiminde halledilmesi gibi. AKP hükümetinin Suriye’ye ve Kürtlere karşı tavrının sertleşmesi, yukarıda zikrettiğim iki noktadan sonra gelmiştir.
Türkiye politikasında ikili bir durum var: Bir taraftan Suriye’de kendince bir değişim istiyor. Hatta Müslüman Kardeşler örgütü iktidarda olursa, AKP’nin bölgeye yönelik politikası açısından çok da iyi olacağı düşünülüyor. Eski Osmanlı, yani dönemin efendi milleti, kavmi ve yönetici hanedanına bağlı Şam Eyaleti (Ürdün. Lübnan, Suriye ve Filistin’i kapsayan) benzeri bir entefrasyon modeli ortaya çıkacak AKP açısından. İlk defa, Türkiye’nin bir komşu ülkesinde (Suriye) AKP’nin zihniyetini taşıyan bir hareket iktidarda olacak. Bu model, Ürdün’e kadar uzanabilir şeklinde neo Osmanlı hayallerini depreştiriyor bu durum. Ama öte yandan Türkiye, böylesine kaba bir müdahalenin muhtemel sonuçlarından korkuyor: “Ben, bir bahaneyle Halep’i baskı altına alacak bir tampon bölge yaratıp rejimi Şam çevresinde sıkıştırırsam, bu durumda Suriye hükümeti, Kürtlerin elini serbest bırakır, onlar farklı yönelimlere girip benim Kürt sorunumu büyütebilir” diye. O nedenle de önce içerdeki muhalifleri, özellikle Kürt hareketini, BDP ve müttefiki solcuları ezmek istiyor tabi. AKP’nin Kürt meselesine ve Suriye’deki Kürt problemine bu şekilde bakmasından ötürü, Suriye muhalifleri arasında İstanbul ve Antalya toplantılarına katılan Kürtleri de uzaklaştırdı.
Suriyeli Kürtler, durumu uzun süredir gözlemliyorlar. Kendi aralarında 11 grup ittifak yaptı sonra 6’sı ayrılıp kendi aralarında ittifak yaptılar. Bunlar Esad’la yan yana gelmiyor ama muhalefetin programında da Kürtlerin talepleri yok. Kürtler şu anda orta yerde duruyorlar. Nitekim geçenlerde Erbil’i ziyaret edip; Suriye muhalefetine, “ milli demokratik taleplerimizi şu süre içinde kabul etmezseniz, bizim sizinle herhangi bir ilişkimiz olmaz” tarzında bir açıklama yaptılar. Bu arada belirteyim: Suriye yönetimi, denge unsuru sayılan Kürtleri yanına çekebilmek amacıyla bazı tavizler vermeye başladı. Tadımlık, elma şekeri kabilinden tavizler bunlar. Suriyeli Kürtlerden 250-300 bin kadarının, yakın zamana kadar yurttaş kimliği yoktu. Yasal açıdan Suriye vatandaşı sayılmıyorlardı; haklardan yararlanamıyorlar. Sözgelimi mülk alım-satımı yapamıyorlardı. Çelişkili biçimde, askerlik hizmetine çağrılabiliyorlardı. Esat yönetimi, son aylarda, hepsine değil ancak bir bölümüne vatandaşlık hakkı tanıyıp kimlik verdi. Kürtçe yasaktı. Son iki aydır; Kürtlere okul açma izni verildi. Henüz yasa güvencesinde değiller fakat pratikte bu uygulamaya göz yumuluyor. Okullar açılmaya başladı. Bunlar dikkat çeken gelişmeler.
S.Dayanışma ; Bütün bu gelişmeler içinde Barzani’nin gelişini nasıl yorumluyorsunuz?
İran Kandil’e operasyon yaptığı sırada Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde göstermelik bir şekilde gerginlik var gibiydi. Türkiye, ABD’nin uydularından
kendilerine verilen istihbaratları İran’a aktardı ki, İran kendisine vekaleten ve onun adına Kandil’in tümünü, sadece PJAK’ı değil PKK’yi de halledebilsin. İran da “PKK’yi halledersem Türkiye’yi ABD’ye karşı yanıma çekerim” diye düşünmüş olabilir. Amerika ise, kendince “Ben İran’a müdahale edeceksem, Azerbaycan’ da muhalifler var, Huzistan denen bir Arap bölgesinde muhalifler var, bir de silahlı Kürtler var, bunların üçünü İran’a karşı kullanabilirim” diye düşünmüş olabilir.
Ne zamanki Türkiye füze kalkanını Kürecik bölgesine ve İran’a karşı yerleştirme kararı aldı. İran hemen tavrını değiştirdi ve PKK ile anlaşmaya gitti. Kandil operasyonlarını durdurdu, PJAK da silahlı eyleme şimdilik ara verdi. Barzani’nin Türkiye’ye gelişi, bu gelişmelerin üzerine oldu. Barzani, Suriye ve İran’a muhtemel bir dış müdahale neticesinde bölgede kıyamet kopacaksa, Kürt bölgelerinin en az zararla bu durumu atlatması için kendince bir rol almaya çalıştı. “Türkiye’de Kürt sorunun bir hal yoluna konulmaya başlaması, Kürtlerin olduğu kadar Türk devletinin de elini güçlendirir” diyerek bu doğrultuda arabulucu olma yolunda önerilerde bulundu. Dikkat edilirse önce İran’a gidip ardından Ankara’ya geldi. Sonraki günlerde yine gazetelere yansıdı Barzani ve Talabani, Kürt meselesinin barışçı yollardan çözümü için PKK ile temas halindeler diye.
S.Dayanışma ;Ama Türkiye’nin politikası ezme yönünde ilerliyor?
Bir gazetede ilginç bir makale okudum; diyordu ki, “başbakanın danışmanları çok okumuş, bilgili uzmanlar olabilirler ama Kürt meselesinde duygudan yoksundurlar, işin mekanik yönüyle meşguller.” Bu, benim tespitlerime uyuyor. Ben, Kürt meselesinin zor ve şiddet yoluyla, deyim yerindeyse savaş yöntemiyle halledilmesi gerektiği noktasında, özellikle Yalçın Akdoğan ile Gülen cemaatinden bazı kimselerin, söz gelimi Zaman gazetesi ve Samanyolu çevresinde kümelenen bir grubun başrolü oynadığını düşünüyorum. Çünkü Kürt meselesi biraz, yukarıda belirttiğim kimselere havale edilmiş. Şöyle ki; bu danışman ve uzman kadro, bir duygudan yoksun ve sırf istihbarati raporlarla iş çözmeye yatkın. Bu birinci nokta. İkincisi, aynı çevreler, son zamanlardaki birkaç küçük hareketlenmeden yola çıkarak subjektivizme düştü. Birkaç Kürt aydının Kürt hareketine dönük itirazlarından, eleştirilerinden, biraz da referandumdaki “yetmez ama evetçi”lerin tavrından yola çıkarak “Kürt mahallesi tamamen bölünüyor, orada PKK ve BDP despotizmine karşı sesler yükseliyor. Bu iş bitecek” zannına kapıldılar. Bunlardan yola çıkarak da önce iyice bir ezip sonra kendi Kürtleri üzerinden bir “halletme” yoluna girdiler. AKP’nin Kürt sorununu evrensel ölçekte bilinen olumlu yöntemlerle çözme diye bir derdi yoktur. Barzani’yi de kendi yönelimine getirmek istedi, olmadı.