1 Mayıs’tan Bir Enstantane ya da
“Bu Fotoğraftan Öğrenecek Çok Şey Var!”
Kuzey KARAHAN
9 Mayıs 2010
1 Mayıs Taksim kutlamalarından yüzlerce; çoğu coşku dolu rengarenk fotoğraf karelerinin arasından bir enstantane! O kadar “renkli” değil belki ama diğerleri arasından fırlayıp çıkıveriyor. Coşku?… doğru okursanız onu da duyumsayacaksınız.
Bir adam… Koyu renk bir takım elbise içinde. Bir hamleyle göğüs boyundaki yeşil çitleri aşmaya çalışıyor. Yalnız!.. Belki arkasındaki üç beş fedaisi kareye girememiş. Yüzündeki korku ve telaşı okumak zor değil. Kaçıyor!.. Kimden?.. Omuz omuza vermiş yüzbinlerce işçinin, emekçinin, kadının, gencin doldurduğu alandan, can havliyle kaçmaya çalışan bu adam kim?.. Kim ve neden kaçıyor?
Baktınız mı resme?.. Ve tanıdınız. Mustafa Kumlu, Türk-İş başkanı. Milyonluk işçi konfederasyonunun “lideri.” İyi de bir sendika lideri işçilerin doldurduğu alandan, avcı görmüş tavşan telaşıyla ve can havliyle çitleri yararak niye kaçıyor?
Filmi birazcık geri saralım.
1 Mayıs Alanı emekçilerle doldurulduktan sonra sıra kürsü konuşmalarına gelmişti ve ilk olarak ’’büyük’’ konfederasyonun “büyük” Başkanı M. Kumlu konuşacaktı. Ancak önce alandan bir uğultu yükseldi, sonra sloganlar. Emekçiler Kumlu’yu dinlemek istemiyorlar ve protesto ediyorlardı. Ve ardından, daha baştan bilinçlice kürsü önünü tutmuş olan; ağırlığını Tekel işçilerinin oluşturduğu direnişteki işçiler, atılıp kürsüyü ele geçirdiler ve Kumlu’yu kovaladılar! Fotoğraf buradan.
Olay konuşma hakkına bir müdahale olarak yargılanabilir mi? Kutlamayı düzenleyen kurumlardan birinin başkanı olarak kürsüde konuşmak, Kumlu’nun hakkı değil midir?
İşte bu soruyu o zaman Türk-İş’li işçilere; Tekel işçilerine, Belediye işçilerine, İtfaiye işçilerine sormak gerek! Cobuyla, biber gazıyla polis baskısına karşı karda kışta, sokaklarda, işyeri önlerinde; iş ve çalışma hakları için direnen ama sendikacılarca yalnız bırakılan işçilere sormak gerek.
Lakin bu soru çok önceden sorulmuştu. Polis saldırısından geri bir mevziye; Türk-İş binasına sığınmak istediklerinde, Kumlu’nun kapıları kapattırıp, işçileri polis zulmüyle karşı karşıya bıraktığında sormuştu Tekel işçileri bu soruyu. ’’Burası bizim paramızla yapıldı, burası bizim evimiz, nasıl almazlar bizi içeri?’’ Ama almıyorlardı işte! Genel grev sözü verip de savsaklamalarını, Hükümet karşısındaki pısırıklıklarını ve işbirlikçiliklerini bir nebze olsun sindirebiliyorlardı ama bu aleni ihaneti ve alçaklığı sindiremediler. Ve sordukları o sorunun cevabını 1 Mayısta, Taksim’de verdiler! İşte o uğultu, o kürsü işgali, o kovalama, işçilerin bu alçakça ihanete cevabıdır.
Kumlu işçilerin bu saldırısına niye direnmiyor? Niye kendini ve “haklılığını” savunmuyor? Ve bir lider olarak niye işçilerine güvenmiyor? Çünkü Kumlu yediği haltı, yaptığı alçaklığı, ettiği ihaneti çok iyi biliyor! Korkusu, can havliyle ve korkakça kaçısı bundan!
İşçiler yaşadıklarından öğreniyorlar. Düzenin saldırılarına karşı korunmanın, sendikaların tepelerini tutmuş ağalarla da çatışmaktan geçtiğini öğreniyorlar. Düzen koruyucusu sendikacılarla, sendikal korucularla mücadelenin, düzene karşı mücadeleden ayrılamayacağını öğreniyorlar! İşlerini, çalışma haklarını, onurlarını korumanın bu düzen sendikacılarna güvenmekte değil fakat kendi birlikleriyle mümkün olabileceğini öğreniyorlar.
Neo libaralizmin son Tekel saldırısı, kavganın taraflarını bir bıçak sırtına dizdiğinin açık bir göstergesi. Sendika ağaları arsızca, işçilerin karşısında ve soyguncular tarafında yerlerini alıyorlar. Çünkü gerçek yerleri; akıl almaz maaşları, makam arabaları, lüksleri, saltanatlarıyla zaten orası. Onlar işçi haklarının değil düzenin koruyucuları.
Bu gerçekliğin anlaşıldığı o anda işte deklanşöre basılıyor ve o enstantane bir fotoğraf karesinde önünüze düşüyor. Can havliyle işçilerden kaçan bir “işçi önderi”. Yalnız… korkak… rezil!
Belki bir çok fotoğraf unutulacak ama bu fotoğraf unutulmayacak.
Çünkü bu fotoğraftan herkesin öğreneceği çok şey var.
İşçilerin, iyi (ya da kötü) niyetli sendikacıların, sendikal korucuların, bizim, herkesin.
İyi bakın bu fotoğrafa, çok iyi!