“Yol Haritası” ve Kurucu Meclis
Haluk GERGER
1 Eylül 2oo9
“Kürt Sorunu”nda “yol haritası”nın ana aktörünün Abdullah Öcalan olması doğal; esas olarak, ardındaki yığınsal/örgütsel destek nedeniyle ve “Çözüm”e giden uzun yolun anahtarıyla kozlarını elinde tuttuğu için böyle bu. Temsiliyete Öcalan’dan başlayın, PKK ve DTP’ye uzanın, oradan Kürt halkına ulaşın. Onsuz “yol haritası” ya da çözüm olabilir mi? “Olur” diyenlerin, yani Kürt halkını dikkate almayanların önünde artık tek yol var: Savaş suçlarını işlemeye devam etmek ve günün birinde bunun kefaretini ödemek! Ve bu arada Türk halkına da onulmaz zararlar vermek. Egemenler arasında, şayet varsa, “Realite”yi kabullenenlere düşense, Obama’nın, yani onların pek sevdikleri deyimle “dış mihraklar”ın, belirledikleri “yol haritası”nın ötesine geçebilme basiretini göstermek.
Neydi emperyalizmin “yol haritası”? Türkler ve Kürtler, emperyalizme hizmet yolunda ve onun himayesinde, anlaşacaklardı. Kürtler, ana hatları ve sınırları “üç aşağı beş yukarı” bugün belirlenmiş statükoya razı olacaklar ve bu “kazanımları”nı elde tutabilmek için Amerika’ya mahkûm kılınacaklardı. Buna karşılık TC de, nihai bitirilişine giden yolda ilk adım olarak, PKK’nin silahlı kanadının tasfiyesi karşılığında, Türkiye Kürtleriyle Güney’li önderlikleri muhatap alarak sürece katkıda bulunacaktı. O da, ilerde bir adım daha ileriye gidilmemesi için, emperyalist garantöre mahkûm ve medyun kalacaktı. Kürtler ve Türkler birbirlerinden korkmaya ve dolayısıyla da emperyalizme sığınmaya mecbur kalacak, ona hizmete koşulacaklardı. Bölgedeki muhayyel emperyalist statükonun bekçileri, aynı zamanda, Ortadoğu’da Arap olmayanlar olarak, Arap işbirlikçilerle birlikte, Araplara karşı bir setin altyapısını da döşemiş olacaklardı böylece. Bu, aynı zamanda, İran ya da Suudi Arabistan, ayağa kalkmış İslamcılara karşı bir “laiklik cephesi” anlamına da gelecekti. En büyük fundamentalist ve anti-Arap Siyonist Devlet de bu koalisyon içinde emperyalist planlara “tüy dikecek”ti.
Başbakan Erdoğan Ahmet Türk’le görüşerek Obama “yol haritası”ndaki ilk ürkek adımı attı. Oysa, bugünlerde doğrudan ayakları bu coğrafyaya basan, otantik, yerli bir “yol haritası” da İmralı’dan, yani “Sorun”un ve Savaşın öteki tarafından gelmekte. Şimdi göreceğiz, “dış mihrakların yol haritası”nı mı, “Kürt yol haritası”nı mı referans alacak Türkiye. Bunun yol ve yöntemi ise ayrı bir konu ve işin özünü oluşturmuyor.
Bu “yol haritası”nın tartışılmasına başka ve eleştirel Kürt sesleri de katılacak kuşkusuz. Onlar da dinlenmeli mutlaka. Ayrı devlet hakkını savunanından federasyon, otonomi ve öteki çözümleri yeğleyenler de seslerini özgürce ve örgütlü olarak duyurabilmeliler. Kürtlerin tamamı bakımından seslerini duyurmak da yetmez, sürece katılımları da sağlanmalıdır elbette. Toplum dinlemeli ve tartışmalı. Çözüme giden yol haritasının sıçrama noktasını bu oluşturabilir ancak.
Bu arada, Türkiye emek güçleri de seslerini yükselteceklerdir. Onların çıkış noktasını Lenin’den devralınan miras belirleyecek elbette. Ne demişti Lenin ezen ulus devrimcilerine? Özcesi, siz maksimum talepleri dillendireceksiniz, kardeşliğin de, gönüllü birliğin de, sınıfın birliğine ilişkin tercihlerin meşruiyeti de, “ayrılma hakkı”nın ikirciksiz kabulünde aranmalı demişti. “Kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin tavizsiz savunusu Türkiyeli devrimcilerin, bunun nasıl kullanılacağıysa Kürtlerin işi olmalı bugün. Öcalan’ın “yol haritası,” günün koşullarında, ana Kürt damarının bu konudaki ilkelerini, yöntemini, hedeflerini belirleyecek. Olabilecek en olumsuz koşullarda yapılırken bu, en ileri programla Kürdün yardımına koşmak da devrimciliğin “turnusol işlevi” sayılmalı bugünlerde.
Bir faşist reaksiyon, konuyu sürünceme içinde çürümeye havale etme ya da gözbağcılığı uyanıklığı egemenlik sisteminin başlıca seçenekleri olarak saptanabilir ama, kökenleri Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na dayanan sömürgeci statükonun “pandora kutusu” açılmıştır bir kere. Bu nedenle, ileriki günlere ve gelişmelere ilişkin bir strateji oluşturma görevi de devrimcilerin önünde durmaktadır.
Şimdi öncelikle iki şey gerekmektedir. Birincisi, “olması gereken”i, inandığınız “doğru”yu söylemek; ikincisi de, işlerin nereye doğru evrileceğine ilişkin bir perspektif oluşturmak. Varsın kimileri “gerçekçi” olsunlar, “olabilecekler” üzerinden “evrimsel” yaklaşımları yeğlesinler. Bu arada birilerinin de işin “doğrusu”nu, “olması gereken” yanını vurgulaması, ayrıca, geleceğin yönüne ilişkin düşünce egzersizi yapması gerekir. Tartışmanın ilerleticiliği ancak böyle ortaya çıkar.
Bugün artık Düzenin fiilen çökmediği ama üzerinde inşa edildiği bütün argüman, varsayım ve kurumsal/ideolojik temellerin iflas etmekte olduğu bir tarihsel döneme girmekteyiz. Bu, aynı zamanda, Kürtlerin inkarına ve şiddete dayalı Düzen’in çok boyutlu yenilgisine de işaret etmektedir. Düzen’in geleneksel emperyalist destek payandası da özgül ağırlığını taşıyamaz haldedir. Bu durum, kaçınılmaz olarak, bir yeniden inşa sürecinin de başlangıcı demektir. Bu durumun, aynı zamanda, sınıf hareketinin dibe vurduğu ve şovenizmin emekçileri de yaygın biçimde zehirlediği bir ortamda oluştuğunu da unutmamak gerekir. Bu koşullar altında, yeniden insanın, günümüz koşullarında, burjuva-demokratik bir form içinde olacağını ve gidişatın bir “Kurucu Meclis” oluşumunu toplumsal gündeme sokacağını ya da bu yöndeki bir talebin yükseltilmesinin koşullarının oluşabileceğini düşünebiliriz. En azından, devrimciler tarihi bu yönde itmeye hazırlanabilirler. Aslında bizim inancımız odur ki, bir “çözüm süreci”nde de, çözümsüzlüğün dayatılmasının ardından gelen büyük yıkım sonrasında da, bir gün mutlaka, yeni bir devlet inşası bütün ağırlığı ve aktörleriyle gündeme gelecektir.
“Bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” anlayışı bugün de “Kürt Sorunu’nu gerekirse biz çözeriz” diyor. “Kürtsüz Türk çözümü” garabeti Kürtleri aşağılamanın bir başka yolu olsa gerek. Bu, özünde, “çözümsüzlüğü” yeniden üretmek ve dayatmaktan başka bir şey değil elbette. Ola ki, çözümle çözümsüzlük dinamiklerinin iç içe bulunduğu yumak içinde çözüm dinamiklerinin etkisiyle her şeye karşın yine de “negatif barış”a giden yol kendini dayatırsa, yani TC’nin her alandaki yenilgileri derinleşerek sürer ve egemenlik sistemi takatten düşer, yeni bir yıkıcı savaşı göze alamaz hele gelirse, bu, kesin olarak, statükonun siyasetini, hukukunu, ideolojisini, kurumlarını, sosyal normlarını vb. yapıtaşlarını aşacaktır. Bir başka ifadeyle, çözüme giden yol dahi, ne kadar samimiyetsiz, numaracı, tasfiyeci olursa olsun, tek başına bu Düzen’e sığmaz; mutlaka bir “yeniden inşa” sürecini gündeme sokabilir.
Çözüm değil, çözüme giden yol ve bu yöndeki bir demokratikleşme de köklü değişiklikleri zorunlu yapar. Anayasa ve yasalardan kurumlara, siyasetten sosyal normlara ve en önemlisi de zihniyete uzanan bir dizi devasa dönüşüm de, kaçınılmaz olarak, yeni bir siyaset tarzı ile yeni devlet yapılanmasını gerektirir. Bunun için de, yeni bir siyaset zemini ve hukuksal düzen, anayasal temel gerekeceğinden anayasa yapıcı bir kurucu ögeye ihtiyaç ortaya çıkabilecektir. Zaten unutmamak gerekir ki, sınıflı toplumlarda, bir sınıfsal baskı aracı olarak, devlet erki olmaksızın, burjuva ya da proleter, demokrasi olamaz. Önemli olan, burjuva düzende bu erkin demokratik niteliğinin olabildiğince geliştirilebilmesidir. İşte bu noktada da bir “kurucu meclis” tartışması akla gelmektedir.
Çözümsüzlük dayatması ve bunun getireceği kesin olan yıkım da, sonunda, TC çerçevesi içinde bir “yeniden inşa süreci”ni getirecektir. O yıkımın küllerinden 12 Eylül türü bir Danışma Meclisi’ne mi bürünür bunun kurumsal yapısı, yoksa Portekiz’in “Karanfil Devrim” sonrası yapılanmasını mı ya da burjuva-demokratik formlarının Kürt-Emekçi kurumlarıyla aşılmasını mı getirir, onu elbette zaman gösterecektir ama yine bir kurucu kurum kaçınılmaz olacaktır.
“Kurucu Meclis”ler, genel olarak, eski düzenin çöktüğü ve yenisinin özellikle anayasal altyapısının oluşturulmaya başlandığı zamanlarda gündeme gelirler. Böyle zamanlarda, yeniyi inşaya hazır sınıfsal güçlerin önderliğinde toplanırlar ve hükümlerini icra ederler. Fransız Devrimi’nin başında, yükselen burjuvazinin, feodal aristokrasinin mutlakiyetçi monarşisini tasfiye yolunda, topladığı “milli meclis” gibi. Bazen de, 1917 Rusyası’nda “Kurucu Meclis”in yerini işçi sovyetlerine bırakması gibi, yeni toplumsal sınıflarca aşılırlar. O zaman Lenin, Bolşeviklerin “kurucu meclis” çağrısını, “tam anlamıyla meşru” bir girişim olarak savunmuş, “kurucu meclis”in “bir burjuva cumhuriyetteki en yüksek demokratik formu temsil ettiği”ni söylemişti. Ama “bir burjuva cumhuriyette!”
Türkiye gibi bir ülkede de ve özellikle “milli mesele”nin çözüm sürecinin gerektirdiği “burjuva demokratik cumhuriyet” inşa zamanında “kurucu meclis” (minimal) sınıf programının da bir parçasını oluşturabilir elbette ama aynı zamanda onun burjuva-demokratik bir zemin olduğu da gözden kaçırılamaz. Bu kurum, sosyalist devrim aşamasına geçişte ancak bir sıçrama platformudur ama milli sorunun çözümünde stratejik bir araç olabilir. Egemenlerin “yol haritası” nasıl tecelli ederse etsin, faşist bir diktatörlük macerasının karanlıklarında yeniden yükseltilecek Kirli Savaş’ın ateşi altında veya tasfiyeci göstermelik reformlar aldatmacasının çürütücü gevşekliğinde olsun, bu türden bir talebin öne çıkartılması gerekebilir; elbette onun aşılmasının koşulları için de durmaksızın mücadele edilmesiyle birlikte.
Böylesi bir yapılanmayı, teorik olarak, yeni bir devlet yapısının ve onun anayasal temellerinin belirlendiği forum ve bu arada da, halkın demokratik enerjisinin bütünüyle açığa çıkmasının kurumsal araçlarından biri olarak düşünmek mümkündür. Kuşkusuz bugün kurucu meclislere yol açan klasik durum sözkonusu değil; eski düzen çökmemiş ve yeni bir toplumsal sınıfın düzen inşası yaşanmamaktadır. Bu durumda, seçimle yenilenmiş mevcut parlamentoya paralel bir oluşum olarak da gündeme gelebilir böyle bir kurum. Kürt Sorunu’nda tam burjuva-demokratik bir ortamın inşası için iki halkın eşit, öteki etnik-kültürel yapıların da belirli kontenjanlar temelinde temsil edileceği, korporatif esaslara göre seçilmiş üyelerin bulunduğu, sendikaların, odaların, meslek kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin, ilgili yerel yönetim temsilcilerinin de içinde yer alacağı, bütün demokratik taleplerin tartışılacağı radikal demokrat bir yapı, bugünkü parlamentonun varlığı koşullarında, sözü edilen “akil adamlar”ın ve “adalet komisyonu”nun yerini de alabilir, mevcut parlamentoyla ilişkileri ayrıca belirlenebilir. Tabii ayrıca unutmamak gerekir ki, böylesi özel durumlarda, milliyetçi-gerici reaksiyonun yükselmesi halinde, bu kurum karşıdevrimin bir manivelasına da dönüşebilir. Ama aynı zamanda, Türkiye’deki yaygın şovenizmin kırılması ve yığınların halkların kardeşliği temelinde yeniden siyaset ve tarih sahnesine çıkabilmesi için gerekli zemin/ortam da yeni devlet inşa sürecinin kurumları etrafında oluşturulabilir. İşte “kurucu meclis”in tartışılması da, onun gerçekliğe dönüşmesi de buna hizmet edebilir. Siyasette “iki yanı keskin bıçak ikilemi” zaten böyle ortaya çıkar.
Bizim düşüncemiz odur ki, Türkiye kapitalizmi ve onun egemenleriyle kurumları, kendi başlarına demokratik bir dönüşüme hazır değillerdir. Hatta rejimlerinin ve devletlerinin bekasını bugünkü artık sürdürülemez statükoya çıpaladıkları için demokratikleşmeye düşmandırlar da. Üstelik bugünkü yapı içinde ne gerçekten çözüm irade ve kararlılığına sahip bir toplumsal güç vardır egemen blok içinde, ne de buna çatı olabilecek bir kurumsal yapı. Ne var ki, aynı zamanda, düzen güçleri yenilmişlerdir ve umarsızdırlar. Bu süreç içinde gelişmelerin öz dinamikleriyle düzen kendi bunalım ve çaresizliğinin ağırlığı altında kalabilir, kendiliğinden sosyal patlamalarla “kurucu meclis” ihtiyacına doğru bir gidiş ortaya çıkabilir. İşte böyle bir konjonktürde sorun, yıllardır koşullandırılmış Türk halkının demokratikleşme doğrultusunda iknasında yatmaktadır. O muazzam enerjinin açığa çıkmasında sınıfsal taleplerle de güçlendirilmiş bir yeniden inşa ve buna bağlı “kurucu meclis” çağrısı öyle bir rol oynayabilir ki, hem eşitlik temelinde milli meselenin özgürce tartışılmasına olanak tanır, hem burjuva demokratik çözüm olanağını yaratabilir, hem de bağrında kendi aşılımını taşıyarak proleter-devrimci dönüşüm ve sosyalizm bakımından yeni olanaklar yaratır. Bu türden bir yapılanmanın resmi parlamentonun varlığı koşullarında (yani cari düzenin tam çöküşünün gerçekleşmediği ama yeni politik formlara açılan dinamiklere de mecbur kaldığı koşullarda) dahi bir halklar meclisi ya da ikili iktidarın sovyetine dönüşme olasılığı üzerinde de düşünülmelidir.
Toplumun bütün güçlerinin temsil edileceği ve son derece geniş bir demokratik çerçeve içinde işleyecek süreçte, devrimcilerin müdahale olanaklarına kapı açacak her girişim ve araç şimdiden düşünülmelidir. Acaba bir tür “kurucu meclis” yapılanmasına ilişkin tartışmalar bu yönde bir hazırlık oluşturabilir mi? Bu, bugünün meselesi gibi görünmemektedir ama, başta da belirttiğimiz gibi, gidişin, zikzaklı da olsa, bu türden duraklara ulaşma olasılığı vardır. Dolayısıyla, önerimiz ya da gündeme getirmek istediğimiz konu zamansız, yersiz ve hatta “uçuk” görünebilir ama egemenlik sisteminin bizi içine hapsetmek istediği “ben yaptım oldu” olupbittisinin kısır döngüsünü kırmanın bir çabası ve önerisi olarak da değerlendirilebilir. Bana öyle geliyor ki, devrimci sosyalistlerin bu uyuşturucu-dolandırıcı-tasfiyeci hengamede en somut programatik şiarını “kurucu meclis” talebi oluşturabilir.
Kaynak: mavidefter.org