Türkiye Nereye Gidiyor?
Mehmet YILMAZER
17.05.2008
Seçimler öncesi başlayan siyasal gerilim AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla yeni bir aşamaya geçti. Aslında bu süreçte gerilim, Irak’a yapılan kara harekâtının aniden son bulmasıyla ilgili yeni bir ivme kazanmış en yüksek noktasına tırmanmıştı, ancak bu konu çok “hassas” olduğu için başladığı gibi hızla bitti. AK Parti’ye açılan dava aslında 1997 yılı Şubat ayında yapılan ünlü “balans ayarı”nın devam etmekte olduğunu gösterdi. Bu “post modern darbe” ile Erbakan siyaset sahnesinden silinirken Erdoğan yükseldi ve beş yıl sonra 2002 yılında büyük bir siyasal zafer kazanarak iktidar oldu. 2002 seçimlerinde önceki dönemin hemen hemen bütün merkez sağ ve merkez partileri silindi. Bu partiler son seçimlerde de bir varlık gösteremeyerek tarih oldular. Yaşanan gelişmelerden anlıyoruz ki, 28 Şubat’ta yapılan “balans ayarı” devam etmektedir. Demek ki, Siyasal İslam’ın Refah Partisi’nden sonra AK Partisi kimliğinde kendini reforme etmesi düzen dengeleri açısından yeterli olmamıştır. Görünüşe inanacak olursak kıyamet “cumhuriyetin geleceği” ve “laiklik” konularından kopmaktadır. Ancak bunun görünüşten öteye bir anlamı yoktur.
Yaşanan siyasal ve ekonomik krizi:
– Dünya ekonomik krizi ve Türkiye’nin neoliberal politikalara uyumu;
– ABD ile ilişkiler ve Bölge dengelerinde Türkiye’nin rolü;
– AB sürecinde gelişme ve dirençler dışında ele almak, konuyu çok fazlaca daraltmak olur.
Dikkatli bir gözle bakılırsa bütün bu konularda epey zamandır birikerek gelen bir tıkanma yaşanmaktadır. Elbette açılan davayı bütün bu gelişmelerin nedeni görmek saçma bir tespit olur. Bu kadar sorun birikince, dava olmasaydı bir başka noktadan patlama mutlaka olurdu. 2001 krizinin nedeni nasıl ki, anayasa kitapçığının havada uçması değilse, yaşanan ve derinleşecek olan krizin nedeni de kapatma davası değildir. Krizi oluşturan temel etkenlere bakarak bir sonuca varmaya çalışalım.
Dünya Ekonomik Krizinin Etkileri
Amerika’da başlayan ekonomik krizin dünyaya nasıl dalga dalga yayılacağını bugünden bilemesek de, bu kriz Türkiye ekonomisini de bir noktada vuracaktır. Zaten 2006 sonu verileriyle ekonomide yavaşlama başlamıştı. 2007 seçim yılı olarak yaşandığı için bu konu örtülü kaldı. Artık ekonomik kriz, Amerika’nın da desteğiyle su yüzüne çıkıyor. Konumuz açısından Amerikan krizinin tahlili yerine sadece varlığı ve derinleşme sürecine girmesiyle ilgiliyiz. Son yapılan açıklamalar da, gerçek ekonomide durgunluk ve hatta küçülme işaretlerine vurgu yapıyor. Krizin Türkiye’ye etkisi kredi daralması ve sıcak paranın akışının duraklaması biçiminde olacaktır. Buna karşı ise mali sistem içinde en bilinen tedbir, faiz oranlarının yüksek tutulmasıyla Türkiye’ye para akışını cazip hale getirmektir. Bu ise zaten sorunlu olan üretim alanını iyice daraltır. AK Parti’nin ilk iktidar döneminde “altın günlerini” yaşamış olan “Anadolu kaplanları” için bu gelişmeler yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Şimdiden Anadolu’dan feryatlar yükselmeye başlamıştır. Tarımın çöküşü artık gerçek hale geldi, bu kriz orta ölçekli pek çok sanayiyi de çöküşe itecektir.
2001 krizi, dünyadaki yaşananlardan bir etkilenme olsa da, esas olarak Türk ekonomisinin neoliberal politikalara ayak sürümesine karşı bir bedel ödetmeydi. Uluslar arası finans kapitalin dayatmalarına karşı ayak sürüyen Türk mali sistemi, bir yandan “banka boşaltmalarıyla” içeriden çökertilirken, diğer yandan sıcak paranın bir gecede ülkeyi terk etmesiyle büyük bir krize girdi. Bunlar yaşanırken Dünya Bankasından paraşütle Türk ekonomisinin başına getirilen Kemal Derviş ile Türk mali sistemi uluslararası finans sistemine entegre oldu. Aradan beş yıl geçmeden bankaların yüzde 46’sı, sigorta sisteminin yüzde 42’si, borsanın yüzde 70’inden fazlası yabancı “yatırımcıların” –finans spekülatörleri olarak okuyun-eline geçmişti bile! Ayrıca bu arada hızlanan özelleştirmelere değinmiyoruz. Bir bakanın deyimiyle “artık satılacak fazla bir şey kalmadı!”
Günümüzde yaşanan kriz ise uygulanmakta olan neoliberal politikaların bir tıkanma noktasına geldiğini kanıtlıyor. Böyle zamanlarda dünya deneyleri genellikle iki yolun ortaya çıktığını gösterdi. Eğer büyük halk hareketleri ortaya çıkarsa neoliberal politikalar kaçınılmaz bir şekilde “yumuşatılıyor”; bu olmazsa derinleştiriliyor. Türkiye şimdi böyle bir yol ayrımına gelmiştir. Bu arada belirtmekte yarar var: IMF’de “kriz” içine girmiş, “kemer sıkma” politikalarını-yani personel azaltma tedbirlerini-görüşmektedir. IMF politikalarına bağlı dünyada birkaç ülke kalmıştır. Türkiye bunlardan birinci en borçlusudur. Borç servisini sadakatle yürütmektedir. Borç servisi yapan ülke kalmadığı için IMF krize-zarara- girmiştir. Yani dünya finansının kâbesi artık eski parıltılı günlerini geride bırakıyor.
Mevcut hükümet krizin sonucunda ya neoliberal politikaları gözden geçirmeye zorlanacaktır; ya da böyle bir zorlama ortaya çıkmazsa derinleştirmek yolunu seçecektir. Bu ise siyasal ortamdaki gerilimin çok daha fazla artması anlamına gelir. Türkiye böyle dönemleri tarihinde askeri darbelerle “aştı”. Günümüzde ise böyle uygulamaların manevra alanı daraldığı için, başka gündemlerle siyasal ortamı gererek daha acı reçeteleri uygulamaya sokmayı denemek zorunda kalacaktır. Tam bu noktada krizin ABD ile ilişkiler ve bölge dengelerinde Türkiye’nin rolü boyutuna gelinir.
Bölge Dengelerinin Krize Etkileri
Bu konuda çok yazıldı, artık yazmaktan da okumaktan da bıktık! Ancak yaşananların resmini tam olarak çizebilmek için sorunun ana noktalarına değinmek kaçınılmaz. ABD, Irak ve Afganistan’da sıkıştıkça Haluk Gerger’in dediği gibi kendisine İsrail’in yanında bir “tetikçi” daha arıyor. Buna en uygun ve yakın aday Türkiye’dir. Ancak Türkiye üzerinde bazı “operasyonlar” yapılmadan bu adımın atılması zordur. En son Dick Cheney’nin ziyaretinden de somut bir çözüm çıkmış görünmüyor. ABD, son Ortadoğu turlarıyla İran’a karşı “yumuşak” kuşatmayı gerçekleştirdi. Söylendiğine göre Arap Birliği “bölündü”. Ancak Arap Birliği zaten hep bölünmüş durumdaydı. Durumda bu anlamda bir değişim yoktur. Bu “bölünmenin” en fazla etkisi Türkiye üzerinde olacaktır. AK Parti hükümeti, İran ile Arap dünyası ve İsrail arasında uzlaştırma çabalarına girişmişti. ABD’nin son bölge turları, aslında, Türkiye’nin olgunlaşmamış, yarım yamalak bölge politikalarına bir uyarıdır da! Türkiye, İran’a karşı ABD tarafından geliştirilen kuşatma politikasına aktif olarak katılmaya zorlanıyor. Birinci büyük sorun budur.
Irak konusunda, Türkiye için Kürt Federe Yönetimi’nin konumu ve Kerkük sorunu önem taşıyor. Bu konuyu yazının ileriki bölümünde yeniden ele alacağız. Türk devletine verilen operasyon iznine karşılık ondan istenenler açıktır. Kürt Federe Yönetimi’yle “iyi ilişkiler” kurulmalıdır. Bu konuda bazı değişiklik işaretleri vardır, ancak henüz sonuçlanmamıştır. Bu da ikinci önemli sorundur.
Diğer konu Afganistan’dır. Burada NATO krize girmiştir. Koca NATO Afganistan’da sonuç alamıyor, alamaması bir yana yan etki olarak Pakistan da riskli ülkeler arasına yuvarlanıyor. Afganistan’a “muharip birlik” gerekiyor, ancak hiçbir NATO ülkesi elini ateşe değdirmek istemiyor. Ama öte yandan NATO, son toplantısında genişleme gösterisi yapmaya da devam ediyor. Şimdilik sonuç Amerika’nın istediği aşamaya gelmedi.
Son olarak, füze kalkanı konusu ise tam bir komedidir. Sözde İran’ın füzelerine karşı kalkan kurulacaktır. Türkiye’nin önüne bu konunun getirilmesinin anlamı, Ankara’yı Rusya’ya karşı net bir konum almaya zorlamaktır. Ankara’nın İran ve Rusya’ya karşı ABD politikaları doğrultusunda katılaştığı düşünülsün, bunun önemli geri tepmeleri olacaktır.
Sıraladığımız bu sorunların hiçbirisinde henüz net sonuçlar ortaya çıkmamıştır. ABD, sıkıştıkça bu konulardaki baskısı artacaktır. Baskıdan öteye Türkiye’nin iç ve dış politikasına “operasyonel müdahaleler” zamanı yaklaşmaktadır. Belki de, kapatma davası ile bu operasyonel süreç başlatılmıştır. Buradan kapatma yanlıları ile Washington’un isteklerinin uyum içinde olduğu kaba sonucu çıkartılmamalıdır. Sorun şudur: iç politikadaki mevcut dengeler sözü edilen önemli sorunlarda sonuç üretmiyor, yaklaşık beş yıldır konular süründürülüyor. Bu dengelere bir müdahale yapılmalı ve öyle bir tablo ortaya çıkmalı ki, yeni yaratılan siyasal yapılanmanın eli bu adımları atmaya mahkûm olsun! Ancak şunu da vurgulamak gerekiyor: bunun hiçbir teminatı yoktur! Öte yandan Amerika’nın denemekten başka da şansı yoktur.
Krizin Özellikleri ve Olası Sonuçları
Yaşanan siyasal ve ekonomik krizi sadece iç politika sürtünmelerine bağlamanın yetersiz olduğu açıktır. Neoliberal politikalarda gelinen tıkanma noktası, bölge dengelerinin yarattığı sorunlar ve sürünen AB süreci, buna bir de dünya ekonomik krizi eklenince AK Parti’nin ikinci iktidar dönemi krizle başladı. Erdoğan, boşuna her konuşmasında vatandaşın yüzde 47 oyunu aldığını vurgulayadursun, bu oy oranının krizin getirdiği sorunların çözümüne bir faydası yoktur. Kaderi benzemesin ama aynı vurguyu Menderes de zamanında çok yapmıştı.
Krize iç politika dengelerinden bakılınca boyutu nasıl görünüyor?
Cumhuriyet sekseninci yılını çoktan doldurdu, ancak iç siyasal dengeleri hala kırılgan ve istikrarsız… Bu konuda dış etkenleri unutmadan onun kendi yapısından kaynaklanan yanları irdelemeye çalışırsak, çok bilinen temel bir özellik hemen öne çıkar. Bu da Türk burjuvazisinin egemenlik tarzıdır. Türk burjuvazisi ne üretim gücüyle ülkesinin egemeni haline gelmiş, ne de yoğun sınıf savaşlarıyla eğitilmiştir. Osmanlılıktan devir aldığı devlet vesayetiyle egemenliğini kurabilmiş, sınıflar mücadelesiyle eğitilmediği için bu mücadele sürecinde oluşan “demokrasi kültürü”nden hiç nasibini almamıştır. Bu gerçeklikten doğan egemenlik sistemi, kolay paralize olabilir bir ikili yapı biçiminde şekillenmiştir. 1980’li yıllara kadar krizler “devletin bekası” için askeri darbelerle “aşıldı”. Ancak her aşılma daha derin bir yenisini yaratmadan edemedi.
80’li yılların ortalarında başlayan Özal döneminden beri bu yapı önemli değişimlere zorlanmaktadır. Neoliberal politika eksenli küreselleşmenin, 50’li yıllardan sonra bizde kapitalizmin en hızlı ikinci gelişim dalgasını yaratması; dünya dengelerinin Sovyetlerin çöküşüyle yeniden oluşumu, cumhuriyet boyunca şekillenmiş egemenlik yapısını değişime zorlamıştır.
Neoliberal politikalar ve AB süreci devletçi zümrenin geleneksel maddi yapısını erozyona uğratan sonuçlar yaratmaktadırlar. Bu politikalar doğrultusunda yürümeye en istekli kesim hiç şüphesiz ki, egemen finans kapitaldir. Öte yandan, bölgedeki Irak savaşıyla birlikte başlayan gelişmeler devletçi zümrenin egemenlik alanını genişletici etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Bunun anlamı Türk devletinin bölgede askeri gücüyle bir aktör olmaya soyunması demektir. Neoliberal politikaların uygulanması, AB sürecinin başlaması ve bölgede Irak savaşı sonrası yaşananlar, yani ABD ile Türkiye’nin ünlü “stratejik ittifak”ının büyük yara alması, iki egemen zümre arasındaki gerilime geleneksel boyutundan öteye bazı derinlikler kazandırmıştır.
Geleneksel devletçi anlayışa bugün “Ulusalcılar” deniyor. Neoliberal ekonomi politikalar ve AB süreci bu zümrenin konumunu zayıflattığı için bu gelişmelere karşı çeşitli yollarla direniyor. Ayrıca Irak savaşı sonrası bölgede yaşananlar sonucunda ABD ile ilişkiler hem sorunlu hem de daha “pazarlıkçı” hale gelmiştir.
“Neoliberaller”, esas olarak finans kapital, hem küreselleşmeye hem de AB sürecine mümkün olan en hızlı katılımı özlemektedir. Özal’la başlayan bu süreç savaş nedeniyle uzun süre kesintiye uğramıştır. AK Parti iktidarı yarım kalan bu süreci yeniden hızlandırmıştır. Ancak hem neoliberal politikalar, hem de AB süreci hangi iktidar olursa olsun yıpratıcıdır. AK Parti’nin bu nedenle bir müddet sonra AB sürecini yavaşlatması ve tıkanan neoliberal politikalar karşısında işi ağırdan alması rastlantı değildir. Bu nedenlerle finans kapital ile AKP iktidarı arasında ilişkiler de yavaş yavaş bir yıpranma sürecine girmiştir.
“Ulusalcılar” için bir beş yıllık daha AKP iktidarı çok daha fazla mevzi kaybı anlamına gelecekti. Seçimler adeta AKP ile ordu arasında yaşanmıştı. Ancak seçimi hem de daha fazla oy alarak AKP kazandı, sonuçlar “ulusalcılar” için tam bir yenilgiydi. Son bir buçuk yıldır “ulusalcılar” tarafından siyasal İslama yapılan saldırılar genellikle geri tepti ve onların mevzi kaybına yol açtı. Genel seçimler ve ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yenilgi sonrası “ulusalcılar” büyük moral ve mevzi kaybına uğradılar. Ancak en büyüğü kara operasyonuyla birlikte yaşanmıştır. ABD savunma bakanının bir lafıyla operasyon duruverince hükümetten çok “ulusalcılar” ve ordu itibar yitirmiştir. Hava saldırılarıyla tam bir güç gösterisi olarak başlayan Irak’a operasyon dramatik bir biçimde sona erdi. Kara operasyonun böyle son buluşundan sonra ordu, siyasi alanda iyice hedef küçülttü. Bunun şokuyla CHP adeta çılgınlaştı, ancak konu fazla polemik ve demagoji kaldırmadığı için hemen kapandı. Bu an, uzun süredir yaşanan bilek güreşinde “ulusalcılar”ın dibe vurduğu andır.
Irak operasyonunu da en az hasarla atlatan AKP iktidarı, kendini geniş çalışan yığınlarıyla karşı karşıya getiren neoliberal politikaların en kötü meyvesi olan sosyal sigorta ve emeklilik kanunuyla tam gerçek yıpranma sürecine girmişken, “yargı darbesi” çıkageldi. Bundan sonra ne olur? Daha doğrusu düzendeki yeni güç dengesi nasıl oluşur?
Kapatma davasının ilk yan etkileri ilginçtir. Uyutulan AB süreci yeniden canlandırılıyor; İngiltere, Kraliçesini Türkiye’ye yollayarak mevcut iç politika güçler dengesinin tümüyle altüst olmasından yana olmadığını ima ediyor; CHP, AB sürecine karşı olmadığını daha iyi anlatmak için Brüksel’e büro açmaya hazırlanıyor. Kürt “sivil toplum örgütlerinin” başbakanı ziyaretinde gerilim yaşanıyor, yani AK Parti, kendi hırpalanırken Kürtlere karşı politik olarak sertleşme işaretleri veriyor, ancak sık sık ekonomik paketten söz ediyor; üniversiteler karışıyor! Tarih bir kez daha tekerrür edecek mi?
Sahne aynı: Türkiye cumhuriyeti; aktörler de aynı: cumhuriyetin sahipleri irticaya karşı! Ancak bu tablo artık sadece görünüşten ibarettir. Köprünün altından çok sular akmıştır.
– Türkiye finans kapitali özellikle 1980 Eylül sonrası uygulanan politikalarla dünya kapitalizmi içinde taşralı olmaktan bir ölçüde çıkmış, pek çok yeni dış ortak edinmiştir; ancak bu yönde Kürt sorunundan kaynaklı savaş nedeniyle yeterince yol alamamıştır. Bu nedenle bir an önce gerilimlerin ortadan kalkmasını ve AB sürecinde hızlı adımlar atılmasını istiyor;
– Bu süreç içinde uygulanan ekonomi politikalar cumhuriyetin güçlü bir geleneği olan devletçiliğin maddi temellerini köklü bir şekilde aşındırmıştır ve dünyadaki genel gidişe ve orada Türkiye’nin durduğu yere baktığımızda geriye bir dönüş imkânsızdır;
– Türkiye’nin “en güvenilir kurumu” ordu, son yirmi yılda olayların yıpratmasının dışında değildir. Eskiden olaylar gelişir, en son hakem olarak ordu müdahale ederdi. Ancak 1980 sonrası Kürt özgürlük hareketinin mücadelesiyle bu tablo tamamen değişmiştir. Ordu neredeyse son yirmi yıldır her gün politikanın içindedir. Milli Güvenlik Kuru’lunda kırmızı kitapçıklarla partilere politika yapacakları sınırlar belirlendi. Ancak sonuç ordu açısından tam bir açmazdır. Kürt sorununda ortada ne çözüm ne de “başarı” vardır ve MGK’nın çizdiği sınırlarda politika yapan partilerinin hepsi 2002 seçimlerinde iflas etmiştir. İtibar kaybı son seçimler ve kara harekâtıyla en dip noktaya inmiştir;
– Son yirmi beş yılın siyasal güç dengelerinin gürbüz çocuğu siyasal İslamdır. İtilip kakılsa, partileri kapatılsa da, maddi-ekonomik alt yapısı ve politik-kültürel üst yapısıyla büyük mevziler kazanmıştır. Hatırlardadır, Erbakan liderliğindeki Refah Partisi “Batı kulübüne karşı” “milli sanayi” ve “adil düzen” bayrakları ile yürümüştür. “Balans ayarı”ndan sonraki AK Parti bu hedef ve söylemleri bıraksa da, siyasal İslam maddi ve politik olarak artık Türk siyaset sahnesinin tesadüfî bir unsuru olmaktan çıkmış, asli elemanları arasına girmiştir.
– Son olarak, dünya güçler dengesindeki değişim, iç politik dengeleri, soğuk savaş yıllarından çok farklı yönlerde etkilemektedir. Eskinin iki bilinmeyenli denklemi artık çok bilinmeyenli hale gelmiştir. Askeri darbelerin hep ilk açıklaması “NATO’ya bağlılık” olmuştur ve ABD tarafından desteklenmişlerdir. Artık Türkiye bile NATO’ya eskisi kadar “bağlı” değildir. ABD’nin Afgan ve Irak işgaliyle kurmayı düşündüğü “tek kutuplu dünya” artık hayaldir. Hesaplar “çok kutuplu dünya”ya göre yapılmak zorundadır.
Bütün bunlar tarihin tekerrür etme şansını zayıflatmaktadır. Gündelik politikada en çok sorulan soru, AK Parti’nin kapatılıp kapatılmayacağıdır. Ya bu yargı hamlesi de, öncekiler gibi bir sonuç yaratmazsa AK Parti çok daha fazla güçlenmez mi? Bunların hepsi mümkün! 1997’de 28 Şubat “post modern darbesi”, 2007 seçimleri öncesi e-muhtıra, bütün bunlar, klasik merkez sağ partilerin erimesini engelleyemediği gibi, siyasal İslamı biraz dolambaçlı yollardan yürümeye zorlasa da, onun güçlenmesinin yolunu kesememiştir. Davanın nasıl sonuçlanacağını kestirmekle uğraşmaktansa, bu hamlenin yaratacağı sonuçları öngörmek daha yararlı olur. İster parti kapatılıp isim değiştirsin, isterse kapatılmayıp hafif bir sıyrık alarak kurtulsun, artık 2002 seçimlerindeki AK Parti dönemi kapanmaktadır. Bu siyasal İslamın tasfiyesi anlamına gelmiyor, güç dengelerine göre bir kez daha reforme edilmesi anlamına geliyor.
Bir yanda, neoliberal politikaların derinleştirilmesini ve AB sürecinin hızlandırılmasını bekleyen egemen finans kapital; öte yanda, bunlarda kendi egemenliğinin zayıflamasını gören ve bölgede Türk devletinin askeri gücüyle rol almasını özleyen “devlet sınıfları”! Diğer yanda, ilk göz doldurucu günlerinden sonra, neoliberal politikaların ve AB sürecinin derinleşmesinde ve bölgede ABD stratejisinin uygulanmasında, kendi zayıflamasını gören siyasal İslam… Palazlanan Anadolu burjuvazisinde maddi temelini bulan AK Parti iktidarı! Güçlerin bu paralizasyonundan egemen sınıflar için bir doğrultu çıkmaz. Bu kilitlenen siyasal güç dengesinin kendisi bir müdahaleyi kaçınılmaz hale getirmiştir.
Finans kapital, AB’nin istekleri doğrultusunda AK Parti iktidarının daha fazla liberalleşmesini, “devlet sınıfları”ysa tasfiye edilmesini istiyor. “Ulusalcıların” hedefi haline gelen AK Parti’nin açmazı aynı zamanda finans kapitalin hedeflerine uyumda ayak sürümesinde yatmaktadır. Eğer neoliberal politikaları daha fazla derinleştirir ve AB sürecini, Avrupa’nın bütün kaprislerini sineye çekerek sürdürürse AK Parti 2002 seçimlerinde ona zafer kazandıran özgün yapısını yitirmeye mahkûmdur. Zaten bu yola belli ölçülerde girmişti, ancak 2007 seçimleri öncesi ordunun müdahaleleri, AK Parti’nin konumunu güçlendirmiştir.
Şimdi Türk egemen siyaseti tam bir açmaz içindedir. Finans kapital daha fazla liberalleşme isterken, “devlet sınıfları” ulusalcı bir yol tutturulması için başarısız müdahalelerde bulunuyor. Son yargı darbesinin ilk somut sonucu, ironik bir biçimde AK Parti iktidarının yeniden AB sürecini hızlandırması olmuştur. Ulusalcıların istediğinin tam tersi bir sonuç! Bu nedenle, bu süreçte yaşananları dış ve iç siyasal güçlerin hedefleri ve ağırlıkları dikkate alınmadan, sadece bazı olaylara bakarak çözümlemek mümkün değildir.
Sonuç olarak, siyasal krizin kökünde görünürde çok tartışılan laiklik değil, Türkiye’nin gelip sürüklendiği yol ayrımı vardır. AB sürecinde ve bölge dengelerinde Türkiye’nin nasıl konumlanacağı sorunu patlayan krizin gerçek temellerini meydana getiriyor. Çünkü bu konularda iktidarların alacağı tavırlar aynı zamanda Türkiye’deki egemen zümreler arasındaki ilişkilere de yeniden köklü bir biçim verecektir.
Bu krizden AK Parti, kapatılsa da, kapatılmasa da daha liberalleşmiş olarak çıkacaktır. Bu onun ısrarla korumak istediği yapısal özelliklerinin klasik bir merkez sağ partininkine evrimleşmesi anlamına gelir.
“Devlet sınıfları”ysa tarihlerinde en fazla itibar yitirdikleri bir sürecin içindeler. Bugüne kadar gelen güç ilişkilerinin bundan sonra aynen yürümeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ancak nasıl yeniden şekilleneceği henüz belli değil! Dolayısıyla mevcut kriz on yılda bir tekrarlanan klasik asker -sivil politikacılar ilişkisinden oldukça farklıdır. Eskiden her seferinde ordu sivil politikaya “düzen” verir ve sonra “kışlasına çekilirdi”. Son yirmi beş yıldır süreç farklı akıyor. Ordu sivil politikaya-PKK’ye karşı savaş yıllarında, 1987–2000 arasında- öylesine yoğun müdahale etti ki, bu yönlendirme sonuç üretmeyince bu kez her şey geriye tepti. Bu dönemi iktidarda yaşayan bütün partiler 2002 seçimlerinde büyük bir yenilgi aldı. Dolayısıyla ordunun eskisi gibi sivil politikaya yön ve şekil vermesinin sınırlarına gelinmiştir. Bu kriz, bu nedenle, öncekilerden farklı bir özelliğe sahiptir.
Krizin Öbür Yüzü
Kapatma davası gündeme bomba gibi düşünce gerilimin biriktiği iki önemli gündem konusu geri plana itildi. Oysa yaşanan krizde halklar açısından gerçek gündem bu başlıca iki noktada toplanmaktadır. İlki, Kürt sorunudur; diğeri, neoliberal politikaların yarattığı toplumsal yıkımdır. Krizin bu yönüne değinilmezse, yaşanan krizin sırf egemenler katında bir çekişmeden ibaret olduğu yanılgısı ortaya çıkabilir. Oysa kriz gerçeğinin öbür yüzünde halkların doğrudan canını yakan bu iki gündem belirleyici bir yere sahiptir.
Harekât Sonrası Kürt Sorunu: Harekâtın kendisi hava saldırılarıyla tam bir güç gösterisi biçiminde başladı, ancak bir skandalla bitti. Silahlı kuvvetler teknik ve yetenek olarak nelere sahip olduğunu sergilerken, operasyonun bitiriliş biçimiyle de nasıl Amerika’nın sınırlamalarına tabii olduğunu göstermiş oldu. Bu operasyondan birkaç sonuç çıkartılabilir:
– Artık hemen herkes Kürt sorununun sadece askeri yolla çözülmeyeceğinde hem fikir olmuştur. Bu anlamda Türk devletine operasyon konusunda destek veren batı ülkeleri yakın zamanda siyasal çözümlemeler için bastırmaya başlayacaktır. Bu gösterişli, ancak sonucu tartışmalı operasyon sonrası yıllardır yaratılan şovenist dalgada bir kırılma sürecine girilebilir. Bu kırılma elbette kendiliğinden olmaz, ancak halkların şovenizme karşı mücadelesinde imkânlar artabilir.
– Diğer sonuç: askeri operasyonlarla sonuç alınamayacağı kabul edilmesine rağmen ortada bir siyasal “paket” yoktur, yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla yakın zamanda böyle bir paketin ortaya çıkma şansı da yoktur. Bu tıkanmanın en temel nedeni ülkedeki egemen zümreler arası güç dengesi ve farklı stratejik yönelişlerdir. Kürt sorunu bir tıkanma noktası olarak, üstelik daha derinleşerek, krizi şiddetlendiren gündemlerden birisi olmaya devam edecektir. Olayların geldiği nokta Kürt sorununun daha fazla siyasallaşmasını dayatırken, “sivil” siyasetin buna gücü ve cesareti yoktur. Geriye hep yapıldığı gibi oylamalar kalıyor. Ancak bunun da sınırlarına geliniyor.
– Operasyonun henüz tam netleşmese de, bir diğer önemli sonucu, Irak Kürt Federe Yönetimi’yle ilişkilerdir. ABD operasyona izin vererek kendisi açısından kilitlenen bir sorun haline gelen bu konuda önemli adımlar atmayı başarmış görünüyor. Operasyon sonrası Kürt Yönetimi’nin Türkiye’yle ilgili açıklamalarında belirgin bir değişme gerçekleşmiştir. Çeşitli seviyelerde ilişkiler kuruluyor. Ayrıca Barzani’nin son “Irak içinde kalmaya karar verdik” açıklaması da operasyonun bir yan ürünüdür. Washington, aynı zamanda Ankara’ya da Kürt yönetimiyle ilişki kurması ve tanıması baskısını arttırmaktadır. Aksi durumda operasyon için bütün desteğin bir anda çekilebileceği savunma bakanı Gates’in ziyareti sırasında anlaşıldı.
– Bu zımni anlaşmanın PKK’nin güneydeki üstlenme ve lojistik imkânlarını daraltması gibi bir sonuç ortaya çıkabilir. Fakat bu konu Kürt Yönetimi ile Ankara arasındaki ilişkilerin “yolunda” gitmesine bağlıdır. Şu anda her şey ortada görünüyor. Son Mayıs başında yapılan hava operasyonları ve genelkurmayın “sürpriz bekleyin” açıklamaları bir açıklık kazanmadı.
– Kerkük sorunu ise geçici bir erteme sonrasına patlamaya hazır bir bomba olarak bırakıldı.
Sonuç olarak, gelişmelerden ortaya çıkan, Kürt sorunu konusunda operasyon sonrası Amerika işin içine biraz daha aktif olarak dâhil olmuştur; sadece bu değil aynı zamanda güneydeki Kürt Yönetimi’ni de sorunun içine çekmeyi başarmıştır. Ordu, bir yıldan fazladır operasyon konusunda hükümete yaptığı baskıyla siyasal ortamı sürekli gerdi, ancak bu kadar gürültüden sonra ortaya çıkan sonuç oldukça ilginçtir. Artık Ankara, Kürt sorununda hem ABD ile daha aktif ilişki kurmak zorundadır, aynı zamanda güneydeki Barzani yönetimiyle de konuyu paylaşmak zorundadır. Bu kadar büyük gürültünün somut sonucu, Kürt sorununun derinleşmesi ve olaya müdahil tarafların artmasıdır.
Operasyon sonrası bu sorun çözüm bir yana daha da derinleştiği için, ülkedeki ekonomik ve siyasal kriz üzerinde ağırlaştırıcı bir etkisi mutlaka olacaktır. Hatta Antalya Üniversitesi’ndeki olaylarda görüldüğü gibi Eylül öncesini hatırlatan provokasyonlara malzeme edilebilir. AKP iktidarının ikinci döneminde “Kürt sorunu” sürekli bir gerilim noktası olmaya devam edecektir. Erdoğan, Ahmet Türk’ün alayla vurguladığı gibi, içinde “patates, kömürden başka bir şey olmayan paketten” öteye bir programa sahip değildir. Sonuç olarak, operasyon sonrası Kürt sorunu göründüğünün aksine düzen için daha fazla kriz üretici hale gelmiştir. Eski güç dengelerinin alışkanlığı ile soruna bakarsak, bunun “ulusalcı” stratejiye avantaj sağlayacağı düşünülebilir, ancak ABD ve AB’nin zorlamalarıyla güç dengelerindeki kayma dikkate alınırsa sonuç eskinin basit bir tekrarı olmayacaktır.
Neoliberal Politikaların Yarattığı Yıkım: Küreselleşmenin bizim gibi ülkelerde başlıca iki aşaması yaşanıyor. Önce mali ve ticari sistemin liberalize edilmesi; bu yolla sıcak paranın akışının sağlanması ve özelleştirmelerin yapılması… Bu aşama büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bundan sonra, sadece özelleştirme değil, doğrudan yabancı sermaye yatırımı arttırılamazsa, stratejik yönelişler seçilip sanayiye “rekabet gücü” kazandırılamazsa neoliberal politikaların felaketli yönü başlamaktadır. Sıcak paranın akışını sürekli kılmak için faizi yüksek tutmak, paranın yatırımdan kaçması; özelleştirilen alanlarda işgücünden tasarruf ve ardı kesilmeyen zamlar; sübvansiyonların kaldırılması nedeniyle tarımın çöküşü… AK Parti iktidarı neoliberalizmin bu aşamasına gelip dayanmıştır. Hükümetin hem neoliberal politikalarda hem de AB sürecinde son zamanlardaki ayak sürümesinin nedeni budur. Hükümet son zamanlarda elinde bulunan binlerce belediyeden ihale dağıtma işine yoğunlaştı, fakat bu politikalar hemen TÜSİAD’tan tepkisini aldı. Yargının siyasal krizi yoğunlaştırmasının hemen ardından ise AB’nin hızla İstanbul’a çıkartma yapması da rastlantı değildir. Neoliberalizmin yığınların canını iyice acıtan aşamasına geçişte bir siyasal iktidarın ayak sürümesi doğaldır, fakat bizim gibi ülkelerde bu yoldan kaçış şansı da yoktur.
Çoktandır yığınlarda tepki ve öfke birikmektedir. Dünyadaki gelişmeler, gıda maddelerinde çarpıcı fiyat artışlarının yarattığı ayaklanmalar düşünülürse, Türkiye’de gündem nereye saptırılırsa saptırılsın, dönüp dolaşıp bu gerçek yakıcı soruna dönmek zorunda kalacaktır.
Yaşanan krizle Türkiye’de yıllardır çeşitli nedenlerle üstü örtülen sınıflar savaşı alanına yeniden giriliyor. Ancak sınıf örgütlenmeleri çok zayıf ve dağınık; hatta mücadele ufku bulanık! Bu nedenle yeniden toparlanış çok zorlu yollardan geçecektir.
Açların çoğaldığı, bunun yarattığı çürümenin toplumsal çıldırışa doğru ilerlediği bir ülkede “laik düzenin tehdit altında olması” geniş yığınları ne kadar ilgilendir! Öte yandan AK Parti iktidarı, İslami değerlerden hareket ederek “yoksulun dostu” rolünü yıllardır çok iyi oynadı. Ancak IMF’nin kulu olmanın bedelinin ödenme zamanı geldi. Artık AK Parti, kömürün yanında pirinç, buğday, mısır, ekmek de dağıtmak zorunda kalacağa benziyor.
Kriz, Kürt halkının mücadelesi ile sınıflar mücadelesi arasında yıllardır örülen duvarı nasıl etkileyecektir? Düzen bu konuda yirmi yıla yakındır kullanabileceği bütün silahlarını kullandı, elbette kullanmaya devam edecektir. Ancak etkisi eskisi gibi olacak mıdır? Bu konuda ezberi bir yandan kriz bozacaktır, fakat esas olarak devrimci harekete büyük görev düşüyor. Kendini tekrardan, taktik kısırlaşmalardan, gizli umutsuzluktan silkinme günleri gelip çattı!