2008 krizinin yeni dip dalgaları ile giderek kronikleşmesi dünyayı daha da yönetilemez bir noktaya taşıdı. Neo-liberalizmin finansallaşma aracılığı ile yarattığı toplumsal eşitsizlikler krizden çıkışı imkânsız hale getiriyor. Gelir dağılımını düzeltecek ya da sermaye değersizleşmesini sağlayacak politik hareketlerin devletlerin ve finans kapitalin aşırı güç merkezileşmesini aşamıyor oluşu dünyayı ve insanlığı giderek daha büyük bir yıkımın eşiğine taşıyor.
En büyük paradoks ise aslında krizin temel sebebinin, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı artığı nasıl değerlendireceğinin bulunamıyor oluşu. “‘Artık’ın uzun dönemli birikimi ise uzun dönemli büyük ve yaygın krizleri yaratıyor. Yaklaşık son 140 yılda kapitalizm, uzun dönemli üç büyük, uzun etkili küresel kriz yaşadı: 1873, 1929 ve 2008 krizleri. Üçü de küresel etkili, büyük ve uzun süreli oldular, savaşlarla karıştılar aynı zamanda.” ( Gülten Kazgan, “Liberalizmden Neo Liberalizme, Neoliberalizmin getirisi ve götürüsü, s.137) Tam da üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimine ayak bağı olma tablosu ile karşı karşıyayız. İnsanlık yarattığı değeri, bir avuç kan emicinin gasp etmesine engel olamamasının faturasını ödemekle yüz yüze. Krizin süreklilik kazanması bölgesel savaşları kızıştırdığı gibi siyasi rejimleri de rıza üretimi yerine zora dayalı politikaları öne çıkaran otoriter, faşizan siyasi rejimlere evriltiyor. Toplumlar sorunlarını demokratik çerçevede yönetme kapasitelerini yitiriyorlar.
Kapitalizmin krizden çıkışın faturasını alt sınıflara yüklemeye çalıştıkça aslında kendi kuyusunu kazmaya devam ediyor. Bizdeki “Özel İstihdam Büroları” baskınına benzer biçimde Fransa’da da “sosyalist” Hollande, işten çıkarmayı kolaylaştıracak ve toplu sözleşme hakkını zayıflatacak bir İş Yasası’nı büyük bir toplumsal tepkiye rağmen başkanlık yetkilerini kullanarak Meclis’i by-pass etme yöntemiyle kabul ettiriyor. Kapitalizm daha fazla sayıda insanı güvencesizliğe mahkûm etme dışında bir çözüm geliştiremiyor. Bir tarafta nasıl değerlendirileceği bilinmeyen, finansallaşma yoluyla 24 saat boyunca nemalandırılmaya çalışılan ve giderek üretim yapısını çökertmeye yönelen bir artık ve onun karşısında giderek güvencesizleşen milyarlarca emekçi.
Daha fazla sömürü için güvencesizliğe mahkûm edilen insanların tüketmeye devam edebilmesi için ise borçlanmaları gerekiyor. Güvencesizlik ve borçluluk, post modern dünya algısıyla da birleşince parçalı, gerçekliği kavrayamayan, sürekli tedirgin bir bilinç ve ruh hali yaygınlaşıyor. Bu bilinç ve ruh hali ise dine veya etnik kimliğe sığınma, cemaatin sağladığı enformel güvence kaynaklarına yönelme ihtiyacını arttırıyor. Neoliberal, otoriter, popülist siyasi rejimler toplumun bu ruh halinin üzerinde yükseliyorlar.
İşin en garip tarafı ise kapitalizmin, sınıfın, sömürünün neredeyse tamamen görünmez kılınmış olması. Aslında bu isimlendirilmeme, adıyla çağrılmama hali gerçek iktidarın mekânını da gösteriyor. İktidar kendisini isimlendirilemez kılmaktan geçiyor biraz da… Soma Katliamı’nın 2. yıldönümünde iş cinayetleri Sümeyye Erdoğan’ın düğünü kadar konuşulamadıysa en çok bundan.
Dünya küresel krizin derinleşmesi, siyasal çalkantıların kronikleşmesi sarmalından geçerken Türkiye de muazzam bir siyasi krizin içinde deviniyor. Dünyadaki yüksek gerilim Türkiye’deki krizin şiddetini arttırdığı gibi olası çözüm seçeneklerini de sayısal olarak arttırıyor. Artık mesele sadece Erdoğan’ın geleceği değil. Artık hiçbir şeyin 7 Haziran öncesine dönemeyeceği bir eşik aşıldı. Önümüzdeki yaz bütün güçlerin bütün kozlarını paylaşacağı çok sıcak bir dönem olacak. Hukukun tamamen askıda olduğu, çıplak güç savaşının sonucu ortaya çıkaracağı bir noktaya geldik.
Bu krizden “Kırk satır mı kırk katır mı?” dışında bir sonuç çıkarama şansımız yok mu? Çürüyen, toplumun özgürlük ve eşitlik beklentisine dönük hiçbir umudu ortaya koyamayan, milliyetçilik, ırkçılık ve dinciliğin paravanı arkasında sömürünün ve despotizmin dik alasını gizlemeye çalışan taraflar karşısında halk kendi seçeneğini ortaya koyamaz mı? Geleceğini tüketme noktasına, insanlığı da tükenme aşamasına gelmiş sermaye iktidarının envaiçeşit acentesi karşısında topluma umut ve özgüven aşılayacak bir çıkış başarılamaz mı? Aslında bunu başarmaya her günkünden daha yakınız. Düzenin bütün tükenmiş aktörlerinin karşısına yeni bir hikâyeyle çıkabilecek yeni bir harmanlanma ile önce savaş koalisyonunu çözme sonrasında da demokratik devrim seçeneğini ortaya çıkartma şansına sahibiz. Ancak bunu başarabilmek için kendimizi, alışkanlıklarımızı, düşünce kalıplarımızı, mücadele biçimlerimizi hızla yenilemek durumundayız. Ancak böylesi bir yenilenmenin yaratacağı yüksek enerjiyle Saray faşizmine karşı bir demokratik devrim cephesi inşa edebiliriz. Düzen içi gerilimlerin doruğa çıktığı, bir ‘muhalefet’ partisinin kongresinin iktidar tarafından TOMA’larla engellenmek zorunda kalındığı, baş edilemeyen HDP’nin milletvekillerini, belediye başkanlarını “hukuk” yoluyla siyaset alanının dışına atıldığı, politik ve ekonomik düzenin giderek tüm meşruiyetini kaybetme aşamasına geldiği bir noktada kendimizi çözüm haline getirebilmek için çok daha iddialı olabilmemiz gerekiyor.
Düğündeki nikâh şahitlerinin simgelediği savaş ve yıkım ittifakına karşı demokratik cumhuriyet için mücadeleyi ve dayanışmayı yükseltelim.
İnsanlığın kaderi artık çok daha fazla 21. yüzyıl sosyalizmin kaderi ile ortak.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]