Adalet İçin, Eşitlik İçin, Özgürlük İçin;
İsyan Çağrısını Büyütelim!
Salih İNCESOY
3 Şubat 2011
Türkiye, yeni yılla birlikte hızla seçim menziline girmiş durumda. Partilerin aldıkları pozisyonlar ve öne çıkarttıkları argümanlar, seçim sürecinin nasıl seyredeceği hakkında güçlü ipuçları veriyor. Diğer bir yandan da dünya olağanüstü bir hareketlenme yaşıyor. Ardı ardına patlayan halk isyanları, haber bültenlerine “son dakika” haberleri olarak düşüyor. Bu süreçte bizleri nasıl bir politik atmosfer bekliyor?
AKP, yine bildik oyununu oynuyor
AKP, seçim sürecinde kendisini güçlendirdiğini düşündüğü bildik argümanlarıyla yürüyecek. Hükümetin “sis makinası” sadık medya da görevine soyunmuş durumda. Çözümü süründürülmüş, ertelenmiş, rafa kaldırılmış bir yığın toplumsal sorunun, gerilimin üzeri, yine büyük bir sisle kaplanacak.
Dünya isyan dalgasıyla sarsılırken ve yolsuzluğa, yoksulluğa, despotik liderlere karşı ezilen halkların “iş, aş, özgürlük” talepleri yükselirken, ülkemizde “ucube” tartışmalarının medyayı işgal etmesi, klasik bir AKP icraatı. Ve halklarımız ekranları kaplayan bu illüzyona dikkat kesilmişken, birilerinin ellerinin ceplerinde gezindiğini fark edemiyor. Çalışma hayatını tamamıyla sermayenin “insafına” terk edecek “torba yasa” hazırlıkları böylece karambole getiriliyor.
Ucube tartışmalarının ardından “Ergenekon” konusu birden yine gündemin en ön sıralarına tırmandırıldı. Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Müdürlüğü’ne yapılan baskında gizli bölmelerde bulunduğu iddia edilen 10 çuval belge basına servis edildi. Peşinden artık ezberlediğimiz “Poyrazköy kazılarında ele geçen mühimmat” görüntüleri geldi. Son olarak, “Ergenekoncuların Başbakan’a yönelik 2007 yılındaki suikast planı”yla ilgili MİT raporu medyayı işgal etti.
AKP, Cumhuriyet’in -baskılanan toplumsal dinamiklerin zorlamasıyla- değişim sancısı yaşadığı bir süreçte askerle giriştiği dalaştan kazançlı çıktığını görüyor. “Cumhuriyet’in değişmez değerlerinin bekçisi, statükonun koruyucusu Ordu’ya karşı, değişimin, demokrasinin, özgürlüklerin bayraktarı AKP…” Bu denklem tutuyor ve bu denklem üzerinden “darbe karşıtı” bir söylem yine öne çıkartılıyor. “Demokrasi ve özgürlükler” denilince sol akla geldiğinden, “sol”dan birilerinin de AKP’nin demokratlığına “yetmez ama evet” demeleri, bu illüzyonu daha inandırıcı kılıyor.
AKP, içinden çıkılamayan iş yükünü gerekçe göstererek yüksek yargıyı dizayn etme konusundaki adımlarını hızlandırdı. Konuyla ilgili olarak CHP kanadından gelen “direniş” çağrısını, Erdoğan “eşkıyalık” olarak niteledi. “Ucube” tartışmalarının ardından gündemi “eşkıya” tartışmaları kapladı. Bu atışmalar da seçim sürecinde zihinlerimizi epeyce meşgul edecek.
Kürt sorununda tüm oyalamalarının sonuna gelen ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin hamleleriyle köşeye sıkışan AKP, bu konuda birden milliyetçi söyleme sarılıyor. Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği “Demokratik Özerklik Çalıştayı”nın ardından AKP’den gelen “tek dil, tek tarih, tek millet” yanıtını, hükümetin Genel Kurmay’la yaptığı “olağan dışı terör zirvesi” izledi. Milliyetçi söylemi öne çıkartmanın bir diğer nedeni, hükümete “bölücülere taviz veriyor” noktasından vuran MHP’ye milliyetçi oyları kaptırmamak; hatta MHP’den oy devşirmek. Seçim sonrası meclis aritmetiği açısından bu hesaplar önem taşıyor.
Fakat, milliyetçi söylemi yükseltmenin de bir sınırı var. Devlet, “Kürtlerin asıl büyük partisi biziz” iddiasındaki AKP’nin, Kürt halkıyla arasını çok da fazla açmasını istemeyecektir. Zaten AKP’nin Kürt halkı üzerindeki etki alanı daraldıkça, bir yandan tasfiyeye dönük farklı seçenekler devreye sokuluyor; Hizbullah parlatılarak “Kürtlerin HAMAS’ı” yaratılmak isteniyor. Diğer yandan da “iyi polis” Abdullah Gül’ün farklı tonda demeçleri geliyor. Hatırlanacağı gibi beklenti yaratan “güzel şeyler olacak” açıklaması da Gül’ün ağzından dillendirilmişti. Cumhurbaşkanı, şimdi de hükümetin rafa kaldırdığı “Anayasa değişikliği” konusunu “önümüzdeki 100 yılın Anayasasını yapmak zorundayız” sözleriyle gündeme taşıdı.
“Model ülke” Türkiye’nin dış politikada attığı “başarılı” adımlar da seçim sürecinde öne çıkartılacak argümanlar arasında. Erdoğan’ın “ulusa sesleniş”inde ifade ettiği “Türkiye, bölgesel bir güç haline gelirken, küresel denklemlerde vazgeçilmez roller üstleniyor” sözleri, bu yaklaşımı özetliyor. Lübnan’da yaşanan hükümet krizinde Türkiye’nin oynamaya çalıştığı rol, bu anlayışın bir gereğiydi. Mısır’da yaşanan halk isyanı sonrası Obama’dan gelen “işbirliği” çağrısı da -çağrıcının niyetinden bağımsız olarak- “vazgeçilmezliğin” kanıtı olarak sadık medya eliyle halka sunulacaktır. Kendi despotlarıyla “hesaplaşmış” Türkiye’nin tıkır tıkır işleyen “AKP demokrasisi,” bu vesileyle de bol bol parlatılacaktır.
AKP, seçim sürecini yine muazzam açılışlarla geçirecek. Bir yığın şantiyede hazırlıklar seçime yetiştirilmek üzere hızlandırıldı. İlk şovlar, Ardahan, Batman ve Ağrı’da gerçekleşen toplu açılışlarla başladı. Medya, seçim mitinglerine dönüştürülecek bu şovları yine öncelikli haberler olarak seçim süreci boyunca halka yansıtacak. Yaşadığımız imaj çağında bu illüzyon oyunu, “açılış şov”larla tamamlanacak.
Oyunu bozacak yüksek gerilim hatları
Ekonomik kriz derinleştikçe, krizin yarattığı sonuçlara karşı isyan da büyüyor, yaygınlaşıyor. Ve durum giderek daha köklü sistem sorgulamalarına yol açıyor. Yıllanmış kapitalizmin üzerine inşa edilmiş tüm siyasi, kültürel kurumlar, düşünceler, değer yargıları, yıllardır sınıf çelişkisi fay hattında biriken gerilimin fayları artık hareket ettirmesiyle sarsılıyor. Ekonomik krizin tetiklemesiyle açığa çıkan isyan dalgası, salt iş, aş talepleriyle kendisini ifadelendirmiyor. Sistemin dokunulmazlık taşıyan alanları mercek altına alınmaya başlıyor, halklar “özgürlük” istiyor.
Erdoğan, “gelişmiş ekonomiler 2010 yılını durağanlıkla ya da daralmayla kapatırken, biz dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri, Avrupa’nın da en hızlı büyüyen ülkesi konumuna yükseldik” sözleriyle kriz sürecini nasıl başarıyla kat ettiğimizi ifade ediyor. Türkiye, yüksek faizle iştahı kabartılan sıcak para ve artan ithalatı sayesinde “büyüyen” ekonomisiyle, başta Kürt sorunu olmak üzere çözülmemiş, süründürülmüş, çözümü rafa kaldırılmış bir yığın gerilimiyle, gittikçe derinleşen toplumsal adaletsizliğiyle “bu isyan dalgasının ne kadar dışında kalabilir?” Ekonominin nasıl büyüdüğü, büyümenin nasıl paylaşıldığı ve krizin nelerin pahasına yatıştırıldığı konuları son derece problemlidir. Türkiye burjuvazisinin ve AKP başta olmak üzere onların siyasi partilerinin bu soru karşısında fazla iyimser yanıtlara sahip oldukları düşünülmemelidir.
Kürt halkının oyalamalara tahammülü kalmamıştır. Ve artık Kürtler, kendi çözümlerini fiilen inşa etme sürecini yaşıyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi, başarılı hamleleriyle oyalama ve tasfiye politikalarını boşa düşürüp etki alanını büyüttükçe, “devletin Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye projesi AKP” sıkışıyor, sıkıştıkça hırçınlaşıyor. AKP’nin özgürlükçü söylemi, ezilen halkların taleplerinin başladığı noktada yerini bildik faşist dile bırakıyor.
Abdullah Öcalan’ın son avukat görüşmelerinde yaptığı “Mart’a kadar somut adım atılmazsa aradan çekilirim” açıklaması da AKP’yi epeyce sıkıştıracaktır. Düzen artık bu gerilimi bildik tasfiye ve oyalama politikalarıyla taşıyamayacaktır. Kürt halkı, AKP’nin ve devletin oyununu bozacak bilinçte ve kararlılıktadır.
Türkiye, “bölgesel bir güç haline gelerek, küresel denklemlerde vazgeçilmez roller üstlenme” konusunda da eskisi kadar “bağımsız” hareket etme alanı bulamayacaktır. ABD ve AB’nin yitirdikleri konumlarını tekrar kazanmak amacıyla NATO şemsiyesi altında yapacakları müdahalelerin gerilimi, “eksenler arasında kendisine görece bağımsız hareket alanı yaratarak etkin roller üstlenme” niyetindeki Türkiye’yi zorlayacaktır. Bu sürecin ilk güçlü işareti Lizbon’da yapılan NATO Zirvesi’nden çıkan “füze kalkanı projesi” olmuştur. Komşularla sorunlarını sıfırlamak isteyen Türkiye, en başta komşusu İran’a karşı emperyalizmin füzeleriyle donatılacaktır. Doğu ve batı komşularımız Ermenistan’la Yunanistan’ın “stratejik işbirliği” kararı aldıkları yakın zamandaki görüşmelerinde Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın Türkiye’yi kastederek sarf ettiği “aynı barbar tarafından kesildik” sözlerine bakacak olursak, komşularımızla sorunlarımız hiç de sıfırlanmış gibi görünmemektedir. Yine, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, Güney Kıbrıs’a ziyaretinde Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünde Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri sorumlu tutarak “Güney Kıbrıs çözüm için elinden geleni yaptı ama Türk tarafı buna karşılık vermedi” açıklaması da uluslararası ilişkilerin nasıl seyredeceği konusunda bir işarettir.
Kuşkusuz dünya eski dengeler üzerine oturmamaktadır ve bugünkü güçler dengesinde ABD ve AB’nin müdahalesinin bir sınırı olacaktır. Zaten Türkiye’nin dış politikadaki stratejisi, uzun süredir var olan bu gerçeklikten hareketle oluşturulmuştur. Son isyan dalgası ise yeni bir müdahale süreci başlatacak olan ABD ve AB’nin işini büsbütün zora sokmuştur. Batı’nın Ortadoğu’daki müttefikleri sarsılmaktadır. Lübnan’da Hizbullah’ın, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in pozisyonunu güçlendirmesi ABD’yi epeyce düşündürmekte, “sınırımızda bir İran hükümeti olacak” açıklamasını yapan İsrail’i ise çileden çıkartmaktadır. Fakat yine de Türkiye belli bir gerilimin içine girmekten kaçınamayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın, Merkel’in açıklamasına karşı “İslam dünyası kendisine yeter” yanıtı, “dış ticaretinin önemli bir kısmını AB ülkeleriyle yürüten Türkiye profili” göz önüne alındığında yeterince inandırıcı görünmese de bu söylemin Türkiye kamuoyunda ciddi bir pozitif karşılığı vardır. Görünen o ki, Batı’nın Türkiye’yi zorlama girişimlerine karşı AKP’nin kafa tutuşları da seçim sürecinde kamuoyunun gündemine sokulacaktır. En son AB’ye yönelik olarak hükümet kanadından ardı ardına gelen “reste karşı rest” niteliğindeki açıklamalar böyle okunmalıdır. Dış politika alanındaki gerilim hattında “emperyalizm karşıtlığına bulanmış milliyetçi bir dil,” seçim sürecinde AKP tarafından zaman zaman öne çıkartılacak gibi görünmektedir.
AKP, işçileri, yoksulları, ezilenleri daha ne kadar oyalayabilir?
AKP, kapitalizmin bekası açısından adeta alternatifsiz bir şekilde önemli roller üstlenmiş ve başarılı olmuştur. Bu başarılı çizgisinin karşılığında da burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından kendisine sunulan büyük bir krediyle bu günlere gelmiştir. Şimdi de yine yola devam edebilmek için patronlar örgütü TÜSİAD’ın kapısını çalmış, “başlarını ağrıtmadan onların sadık hizmetkârları olacağının” garantisini vermeye çalışmıştır. Zenginlerin partisi AKP, işsizliği, yoksulluğu, sefaleti dayanılmaz boyutlara taşıyan neoliberal uygulamalar zehirini, halklarımızın canını acıtmadan bünyelerine enjekte etmeyi başarmıştır. Zehir bünyeye yayılıp etkisini göstermeye başladığında da yardım paketleri adı altındaki ağrı kesicilerle yoksul halk yatıştırılmış, sadaka bağımlısı haline getirilmiştir.
Burjuvazinin direktifleri doğrultusunda eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten ulaşıma kadar tüm kamu hizmetlerini meta haline getirerek piyasaya açan AKP, “paran kadar sağlık,” “paran kadar eğitim,” “paran kadar güvenli gelecek” anlayışına halklarımızı mahkûm etmiştir. Son olarak da çalışma hayatına dair geçmişten gelen kazanılmış hakların tüm kalıntılarını da gasp ederek, emekçileri tamamıyla burjuvazinin dizginsiz sömürüsüne terk edecek yasal düzenlemeleri meclisten hızla geçirme gayretindedir.
Özgürlük ve demokrasi havarisi kesilen AKP, özgürlük talebini yükselten toplumsal kesimlerin ağzına bir parmak bal çalarak onları yatıştıracağını, köklü tarihsel sorunların üstesinden böylece geleceğini düşünmüştür. Kendisini, Kürt sorununu Kürt halkı olmadan, Alevilerin sorununu Aleviler olmadan “çözme” kudretine sahip hissetmektedir. AKP’nin çözümünün ne menem bir şey olduğunu da haklarımız yaşayarak görmektedir. AKP, YÖK’ü ele geçirene kadar YÖK karşıtı, sonrasında ise “YÖK’e hayır” diyen gençlerimize karşı düzenin, statükonun bekçisidir. Onlar, Jaguar’lı “uslu çocuklarla” toplantılar yaparken, hakkını arayan gençlerimiz, “AKP demokrasisi”nin coplu, biber gazlı saldırılarına maruz kalmıştır. Bayramlarını kutlamak isteyen işçilerin sendikalarına 1 Mayıs’ta düzenlenen panzerli, gaz bombalı saldırı görüntüleri ve ardından Erdoğan’ın “ayaklar baş olunca” açıklaması hafızalarımızdadır. Ekranlar karşısında ağlamayı huy edinen Başbakan’ın, “anamız ağladı” diyen çiftçiye” “ananı al da git” kabadayılığı unutulmamıştır. AKP’nin demokrasi anlayışı işte bunlardan ibarettir.
Halklarımız oyalanmış, sorunlarının çözümü konusunda tek bir adım bile atılmamıştır. Bu oyunun sonuna gelinmiştir. AKP’nin özgürlük anlayışı, halklarımızın seslerinin duyulduğu yerde bitmektedir. İşte o noktada, halk düşmanı, özgürlük ve demokrasi düşmanı buyurgan bir dil kulaklarımızı tırmalamaktadır. Kürt halkına yönelik askeri operasyonların vizesi, “darbe karşıtı” AKP’den çıkmamış mıdır? “Torba Yasa’ya hayır” diyen emekçilerin karşısına binlerce polisi diken, üzerlerine gaz bombaları yağdıran, “demokrasi rehberi” AKP iktidarı değil midir?
Bu kadar oyalanma yeter! İşçiler, işsizler, yoksullar ve tüm ezilenlerle zenginler arasındaki yüksek gerilim hattı, zenginlerin partisi AKP tarafından daha fazla kontrol altında tutulamayacaktır. AKP’nin “demokrasicilik” ve “halkçılık” oyunu, yoksulların, ezilenlerin, bugünden yarına büyütülecek isyanıyla bozulacaktır. Tunus’ta, Mısır’da, Avrupa ülkelerinde büyüyen isyan görüntülerini izlerken korktukları şey onların da başına gelecektir. Yarınlar, zenginlere de, zenginlerin partisi AKP’ye de zehir olacaktır.