Sol ve Ergenekon-2
M. Sinan MERT
11 Ağustos 2008
“Sol ve Ergenekon” çerçevesinde yürütülen tartışma alevlendiği gibi çabucak sönümlendi. Yaşadığımız çağın uçuculuğu, geçiciliği söz konusu tartışmaya da damgasını vuruverdi sanki. Oysa beklentimiz böylesi bir tartışmanın, solu kendi üzerine düşünmeye sevk edecek bir momente yol açmasıydı. Solu eleştirenlerin genelde liberal cenahtan olması, hepimizin genelde kendimizi korumacı bir pozisyon almamıza yol açmış olsa da solun kendi krizi üzerine düşünebileceği bir imkân oluşabilirdi. Fakat seviye hiç de o noktalara gelemeden hızla düştü. Karşılıklı hiçleştirmeler, aşağılamalar, yakıştırmalar eşliğinde çapsız bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Ortalık “darbeci, Sorosçu, devletçi, Fettullahçı” sloganlaştırmalarıyla toz duman oldu. Zaten AKP’nin kapatılmayışı ve iddianamenin yayınlanması sonrasında o bir iki hafta önceki gerilim de hiç yaşanmamışa dönüverdi. Gerilimin azalması da herkeste bir “belalarını Allahlarından bulsunlar” havası yarattı. Herkes kendi yoluna…
Biz ise bu sonuçtan gerçekten hayıflanıyoruz. Çünkü sosyalist hareket olarak bir türlü aşamadığımız ve dibini bulamadığımız bir krizden geçiyoruz ve maalesef bunun üzerine pek de konuşamıyoruz. Bu halde olmamıza yol açan dış koşullar hakkında saatlerce konuşabiliriz. Ama neremizin eğri, neremizin doğru olduğunun muhasebesini gerçekleştirebileceğimiz bir tartışmaya ihtiyacımız olduğu da açık. Dışarıdan nasıl göründüğümüz, ezilenlerle neden istediğimiz seviyede bağ kuramadığımız, dövüşme yeteneğimizin neden 90’larla kıyaslanmayacak oranda düşük olduğu, kendimizi aşabilme konusunda ne kadar verimli olabildiğimiz, stratejik hedeflere ne oranda yürüyebiliyor olduğumuz gibi sorular orta yerde duruyor. Bu başlıklarla ilgili en azından dışımızdaki insanların gözünde ciddi eksikliklerimiz olduğu açık. 2008 1 Mayıs’ı, gençlikte ve işçi hareketinde oluşan kıpırdanma hepimizi heyecanlandırıyor. Fakat sorunlarını halledemeyen bir sola böylesi dönemsel dalgaların katkısı çok zayıf olacaktır. Bu tür hareketlenmeleri, kendiliğinden vs. diye hafife aldığımızdan değil tam tersine sosyalist hareketin bunları kucaklayabilecek mahareti gösterip gösteremeyeceğine dair kaygılar bizi böyle konuşturuyor.
Ergenekon menşeili tartışmanın sonucunda sosyalistlerin kendi üzerlerine düşünebildikleri, saldırıları hızlıca savuşturup rahatlamayı tercih etmedikleri bir an ortaya çıkabilseydi önümüzdeki döneme daha ciddi bir zihinsel yığınakla girebilmiş olacaktık. Kısmet değilmiş.
Bugünlerin bir diğer sol içi gündemi malum, Çatı Partisi. Kafalar değişmedikçe, birlikte iş yapmayı birbirinin ayağına sıkmaksızın düşünemeyen ittifak anlayışımız olgunlaşmadıkça başarılması zorlu ama o oranda da acil bir ihtiyaç. Neo-liberal saldırılara karşı topluma sunabileceğimiz somut bir alternatif politik odak yaratabilmek gibi bir sorumlulukla yüz yüzeyiz. Bu yüzden Çatı Partisi üzerine düşünmek, fikir üretmek, istediğimiz biçimde olgunlaşması için de siyaset üretmemiz gerekecek. Yurtsever arkadaşlarımızın böylesi bir oluşum için gayet istekli oluşları projenin hayata geçme ihtimalini arttırıyor. Fakat özellikle sosyalist kesimde, liberallerin ÇP’de önemli, hatta bizleri aşan bir etkinlik kazanabileceği ile ilgili bir kaygı yoğun olarak yaşanıyor. Böylesi bir olasılık yok değil ama Kürt sorununda net bir tutum almanın, liberallerin içinde olacağı bir ittifakı çok zorlayacağını da unutmamak gerekiyor. Mesela U.Uras’ın temsil ettiği kanadın neyi ne kadar, nereye kadar taşıyabileceği ile ilgili ciddi tereddütler var.
Neyse lafı fazla uzatmayalım. Şöyle bir soruyla devam edelim: Liberallerin Kürtler nezdindeki bu prestiji nereden kaynaklanıyor? Geçen 2 Temmuz mitinginde karşılaştığım yurtsever bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Ergenekon vs meselelerini konuşurken laf Taraf gazetesine geldi. “Şemdinli zamanında Taraf olsaydı, devlet işin üstünü o kadar kolay örtemezdi.” Ben tabii hemen itiraz ettim. Taraf’ın kökleri ve sicili ile ilgili analizlerimi paylaştım. Fakat o bu konuda oldukça ısrarlıydı, değil ikna etme, tereddüt yaratma şansım dahi olmadı. Özellikle Dağlıca eylemi ile ilgili Taraf‘ta yayınlanan haberler arkadaşı çok etkilemişti. “Güngören zanlıları yakalandı” balonunun patlatılması sonrasında bu arkadaşın inancı daha da güçlenmiştir herhalde. Arkadaşın yaklaşımı tümüyle olumlanacak bir içeriğe sahip değil tabii ki ama bu algılamadan bir takım sonuçlar çıkarılabilir, hele de bu anlayışın bir tek söz konusu arkadaşla sınırlı olmadığı düşünülecek olursa.
Yurtsever arkadaşlar uzunca süredir tıkanıklık yaşanan bir sürecin birinci dereceden mağdurları. Son AKP-ABD-Genelkurmay ittifakı (hatta bu ekibe %100 olmasa da Barzani’yi de ekleyelim) sıkıştırılma psikolojisini daha da körüklüyor. Böylesi bir aşamada Dağlıca, Güngören ile ilgili resmi tezleri boşa düşürecek, havayı kendileri adına biraz da olsun rahatlatacak bir tutumu, somut bir katkı olarak olağanüstü önemsiyorlar. Burada onları cezbeden katkının somut olması (Türkiye kamuoyunun şoven şartlanmışlıklarının engellenmesine katkı), işe yaraması, pratik sonuçları olması. Bu işlevleri dolayısıyla liberalleri yanlarına alabilmek onlar için oldukça önemli.
Siyaset en temelde güç meselesidir. Hele ki ölüm kalım meselesinin hakim olduğu konularda bu tamamen böyle. Söylenen sözün ne kadar tutarlı olduğunun çoğu zaman politik açıdan pek bir anlamı olmuyor. Sosyalist hareket, sınıf içerisinde güçlü bağlantılara sahip olabilse ve Kürt hareketi ile ittifakına Türkiye işçi sınıfının büyük kesimlerini ekleyebilse bu durumun farklı siyasi sonuçları olurdu.
Bizler genel olarak, sol/sosyalist hareket somut durumlara dair pratik taktikler üretme konusunda ciddi yetersizlik gösteriyoruz. Genel başlıklar ve genel durumlar ile ilgili ortalama tutumlar almayı becerebiliyoruz fakat önemli politik momentlerde öne atılmamızı, inisiyatif alabilmemizi sağlayacak taktik atılımları yapamıyoruz. Ergenekon meselesinde de benzer bir durum oldu. Meselenin özünün ne olduğunun anlaşılması, bir tutum alınması oldukça uzun zaman aldı. Ortak bir Taksim yürüyüşü ancak meselenin ortaya çıkmasından 1 ay sonra yapılabildi. Cerahatin tam anlamıyla boşalabilmesini sağlayacak bir taktik belirlenemedi. Bu arada AKP, hiç alakası yokken, çetelerle mücadele eden mağdur cengâver pozuna gayet ısındı, sürecin neredeyse tüm politik kazanımlarına el koymayı başardı. Hatta genel bir “darbeci, statükocu sosyalist hareket” intibaını yaratmayı başardığını da varsayabiliriz, en azından kendi tabanı ve liberal kesimler nezdinde. Tabii çok demokrat AKP yandaşı basınının, solla cebelleşmekten pek memnun gözüken Taraf dahil “Bu pisliği devrim temizler” yürüyüşünü neredeyse hiç yansıtmaması mutlaka not edilmeli.
Toplumun belli kesimlerinin soldan, sosyalist hareketten ciddi beklentileri var. Ergenekon’un tasfiyesi, bunlara bel bağlayan tabanın gözünü yeniden sınıf hareketine çevirmesine yol açabilir. AKP’nin tabanındaki yoksul/sınıf dinamikleri hem yaklaşan kriz hem de siyasi gerilim ekseninin laik/dinci tartışmasından uzaklaşmasıyla etki alanımıza girebilir. Bir taraftan 2000’lerin önceki yıllarından daha canlı bir işçi ve özellikle liseliler başta olmak üzere gençlik dinamiği ile yüz yüze olduğumuz açık. Kapatma girişiminin geriye çekilmesi de toplumsal gerilim ekseninin zengin/yoksul çelişkisine doğru taşınmasına yol açabilir. Bölgemizdeki emperyalistler arası çatışmaların yoğunlaşması enternasyonalist bir anti-emperyalist siyasetin etki alanını genişletmesi beklenebilir. Bu konjonktürde ortaya çıkacak olanaklardan yararlanabilmek için varımızı yoğumuzu, tüm konsantrasyonumuz ortaya koyabilmemiz lazım. Böylesi fırsatların ortaya çıkma aralığı, biz onları kullanamadıkça daha da uzuyor, unutmayalım.
Bu sürece yanıt üretebilmek ve sınıf hareketi adına olanaklardan faydalanabilmenin yolları ne olabilir?
Üzerimizdeki apolitizmi hızlıca atmamız gerekiyor. Kendi rutin gündemlerimiz hala tüm siyasi faaliyetimize yoğun olarak hakim oluyor. Ortaya çıkan imkânlar bu yüzden sezilemiyor, sezilebilirse bile yeterli enerjinin bulunmadığı varsayımıyla üzerinde durulmuyor. Böylece tüm siyasi faaliyet bir rutine dönüşüyor, sıradanlaşıyor. Sıradanlaşan bir siyasi faaliyet ise ne kimsede heyecan yaratabiliyor ne de yürütücülerini uzun süreli motive edebiliyor. Bu hal öyle bir kireçlenme yaratıyor ki inisiyatif alabilmek kişi için en korkulacak yük haline gelmeye başlıyor. Dünya yıkılsa bu rutin bozulmuyor. Ülke ve sınıf gündemlerine bir günlük sohbet malzemesi olarak bakılıyor, politik bir malzeme olarak, oluşan imkânlar ve yapılabilecekler yönlü bir bakış açısı gelişmiyor.
Rutinin yaratabileceği olumsuz sonuçlar, Y. Doğan Çetinkaya tarafından derlenen “Toplumsal Hareketler/Tarih-Teori-Deneyim” isimli kitabın giriş yazısında gayet güzel tarif edilmiş: “ Bu hareketlerin çoğu rutin dışına çıkma, olağanüstü bir hal yaratma, olanı ve oluş tarzını kırmak gibi niteliklerini yitirerek sıradanlaşmaktadırlar… Oysaki engelleme, şok etme, şaşkına çevirme, belirsiz, müphem haller yaratma toplumsal hareketleri bir hareket haline getiren önemli bileşenlerdir… Zira hareketlerin örgütlenmesindeki en önemli anlar, yaratıcılık anları, yani genel beklentilerin ve işleyişlerin kırıldığı, karşı çıkılanların şaşkınlığa uğratıldığı anlardır”
Gidişatı dönüştürecek, somut bir etki yaratacak kitlesel eylemlilik hattı…
Hayatı dönüştürebildiğimizi, sınıf iradesinin gidişata müdahale edebileceğini gösterebilmek sosyalist harekete yönelik eleştirilere de verilebilecek en güzel cevap olacaktır. Böyle bir mücadele hattı, zaaflarımızı aşabileceğimiz bir iç değerlendirme sürecini de umutsuzluk çukuruna düşmeden sonlandırabileceğimiz ve yaratıcı sonuçlar çıkarabileceğimiz momenti üretecektir. Şu anki güçler dengesinde yaratılması zor ama mümkün, gerçek bir olasılık.
Bitirirken yine bir sohbetten örnek vermek istiyorum. 68 yaşında ama oldukça dinç, Balkan göçmeni bir işçi emeklisi abi. Hali vakti az çok yerinde. Konuşuyoruz. Laf nasıl geldiyse “Bulgaristan’dan falan gelip de orası şöyle iyiydi, böyle güzeldi diyecek olanlara inanma” dedi. “Niye?”diye sordum. “Orada özgürlük yoktu be oğlum, şöyle ayakta dikelip konuşamazdık senle kolay kolay, iki adım öteye seyahat edemezdik?” “ Burada da parası olmayanın hiçbir özgürlüğü yok ama. Parası olmayan nasıl seyahat etsin? Hem orada herkesin evi, işi yok muydu?” “ Tamam be oğlum da hürriyet olmadan bunlar bir işe yaramaz” “ Herhalde en güzeli özgürlüklerin de olduğu bir komünizm olsa gerek” deyiverdim ben de. O az önceki konuşmalarında azılı bir anti-komünist olduğunu varsayacağınız yaşlı, çakır gözlü amca öyle bir “Öyle düzen nerede be oğlum?” dedi ki ben de şaşırıp kaldım, içten içe sevinerek…
“İşte burada be amca” diyebileceğimiz günleri görebilmek için kolları sıvamak bizlere düşüyor.