Mehmet YILMAZER
16.04.2008
“Açlık savaşları”ndan söz edilmeye başlandı! Bunu iklim değişimine veya geçici kuraklıklara bağlamak büyük hata olur. Pazar tanrısına inanan neoliberalizmin doymak bilmez spekülasyonlarının “doğal” bir sonucudur, yaşananlar!
Küreselleşmenin 80’li yılların sonrasında hız kazanması dünya ölçüsünde tepkileri de ardından getirdi. Küreselleşmenin bu yıllarda hızlanmasının en temel nedeni elbette Sovyetlerin yıkılışıdır. Neoliberal soygunun dünyaya mürekkep lekesi gibi yayılması, 90’lı yıllarda ilk karşı tepkiyi de yarattı; bu yılların aynı zamanda anti-küresel hareketlerin büyük güç kazandığı yıllar olduğu unutulmamalıdır. Bu yükselişte 1994 yılı başında Zapatistalar’ın neoliberalizme karşı yaptığı çıkış sembolik anlamda büyük bir değere sahiptir. Bu yıllarda bir yandan neoliberalizme karşı hareketler güçlenirken, öte yandan Yugoslav iç savaşıyla birlikte emperyalizmin güçlü gölgesini taşıyan sözde “kurtuluş savaşları” başladı. Neoliberalizme karşı hareketler bir sınıf temeline dayanırken, sözde “kurtuluş savaşları”, bu ortamı bulandırıyor, hatta daha da öteye yılların emperyalizmini dünyaya “özgürlükçü” olarak gösteriyordu. Bunlar daha sonraları “portakal devrimleri” olarak devam etti, fakat fazla ilerleyemediler. Yeniden paylaşılan dünyada neoliberalizme karşı yükselen tepkiler, içinde büyük zaaflar taşısa da, güç merkezlerini oldukça fazla rahatsız etmeye başlamıştı. Fakat hem kendi ufuksuzlukları nedeniyle, hem de ABD’nin yöneldiği yeni taktiklere karşı etkili bir mücadele yürütülemediği için dünyadaki tablo iki binli yılların başlarında değişmeye başladı.
İkiz kulelere saldırı ile başlayan süreç dünyadaki paylaşım ve sınıflar savaşının üzerine “uluslararası terörizm” ve islama karşı “medeniyetler savaşı” örtülerini serdi. Gerçekler bu toz duman arasında kaybolup gitti. ABD saldırmak istediği her yerde, hatta bu Irak ölçüsünde kent ve mahaller boyutuna bile indirgenebilir, El Kaide’yi gördü, böylece kendi saldırısını meşrulaştırdığını düşündü. Bu kara propaganda ve yanlış bilinçlendirmelerin üzerinden beş altı yıldan fazla zaman geçti. Şu anda dünya ölçüsünde iki olgu iç içe yaşanıyor: birisi, Amerika’da patlak veren ve dünyaya yayılan ekonomik kriz; diğeri, “açlık savaşları”dır. Bu gerçekler ne terör demagojisiyle, ne islama karşı “medeniyetler savaşı” ile örtülebilir. Hatta ne de artan açlığı küresel ısınmaya bağlayarak bilinçleri karartmak mümkündür. Amerika’daki “ipotek krizi”nde zarar eden borsa brokırlarının, bu zararları telafi etmek için gıda malları üzerine spekülasyona yöneldiklerini, küçük haber olarak da olsa, gazeteler yazmak zorunda kaldılar. Gıda malları üzerine spekülasyon kapitalizmin kendi işleyiş mantığı açısından büyük riskler taşır. Gıda malları fiyatlarındaki her yükseliş, ardından çalışanların ücret artış taleplerini tetikler. Çünkü işgücünü maliyeti artar.
Kapitalizmin dünya ölçüsünde yaşadığı ve derinleşme işaretleri gösteren bu son krizle birlikte belki de, uzun yıllardır üstü örtülen sınıflar savaşı daha göze batar hale gelecektir.
* * * * *
Benzer bir süreç, hatta çok daha koyu renklerle Türkiye’de de yaşanmıştır. 60–80 arası yıllarda sınıflar mücadelesi cumhuriyet tarihinde hiç olmadık ölçüde öne çıkmıştır. 12 Eylül bu gidişe son vermek için yapılan yine cumhuriyet tarihinin en sert askeri darbesi oldu. Ancak buna rağmen Özal hükümetleri, 12 Eylül askeri darbesinin başlattığı halklar için ekonomik ve sosyal yıkım anlamına gelen neo-liberal politikaları çok daha öteye götürmeyi sürdürünce işçi eylemleri yeniden yükseldi. 1986–89 arası yoğunlaşan bu hareketler sınıf mücadelesi tarihimize “bahar eylemleri” olarak geçti. Ancak bu eylemler aynı zamanda, ülkede sınıflar mücadelesi tarihinin bir döneminin kapanmasını da sembolize etti. 90 yıllar farklı aktı.
Kürt özgürlük hareketine karşı ilan edilen “topyekûn savaş” farklı bir döneme girildiğinin tüm işaretlerini veriyordu. Üstelik “topyekûn savaş”, koalisyon yapmaları bazı “demokratik” beklentiler yaratan Demirel-İnönü hükümeti tarafından ilan edilmişti. Bu süreçle birlikte düzen tarafından Kürt Hareketine karşı çok kapsamlı ve yoğun bir savaş başlatıldı. Bunun başlıca iki amacı vardı: Kürt Hareketini ezmek; aynı zamanda Kürt Halkının Türk halkıyla ittifakını engellemek! Devlet, birinci amacına ulaşamadı, ancak Kürt ve Türk halkları arasına oldukça yüksek bir şovenizm duvarı örmeyi başardı. Düzen çeşitli yollarla ve her fırsatta onbeş yıldan fazladır bu duvarı kalınlaştırmaya devam ediyor. Bu duvar örme o noktalara geldi ki, son dört beş yıldır şovenizm dalgası sol içinde de bir karşılık bularak “ulusalcı sol”u yarattı.
Devletin bu açık taktiğine karşı ne Kürt hareketi ne de Devrimci Hareket uygun karşı taktikler geliştiremedi. Devrimci Hareket sınıflar mücadelesine bağlı kendi özgün gündemini yaratamadığı için sürekli güç kaybederek derin bir tasfiye sürecine girdi. Böylesine güç ve ufuk yitirmiş bir hareketin Kürt Hareketini desteklemesinin ne pratik olarak bir anlamı oluyordu, ne de bu yolla güçlenmek için bir kanal yaratabiliyordu. Öte yandan, Kürt Hareketi de sınıflar savaşının sorunlarına kayıtsız kalarak, Devrimci Hareketle ilişkisini pratik-pragmatik seviyeden uzun soluklu bir ittifak zeminine taşıyamıyordu. Kürt hareketinin1999’da yaptığı stratejik dönüş ise zaten zayıf olan ittifak bağlarını iyice inmelendirdi. Devletin uzun propaganda süreciyle yarattığı “bölücü teröre karşı” şovenizm, bu bilinç karartması, başta sınıf mücadelesinin gündemleri olarak üzere bütün gerçek sorunları gizleyen bir sis perdesine dönüşmüştür. En basit işçi eylemlerinde bile boy boy Türk bayrakları taşınması bu dönemlerin yarattığı tersine bilincin eseridir.
Kitlelerin 1960–80 arası edindiği sınıf bilincini bulanıklaştıran ve neredeyse yok eden diğer bir karartma konusu da “irtica”dır. Bu konu, Erbakan’ın iktidar ortağı olduğu 1990’lı yılların sonlarında gündemin yukarılarına tırmanmaya başlamıştı. 28 Şubat “balans ayarı” 1997’de yapılmıştı, ancak öyle anlaşılıyor ki, bu ayarlama hala bitmemiştir. “İrtica” konusu da, gündemde zaman zaman Kürt sorununun önüne geçecek ölçüde bir gerilim alanı haline gelmiştir. Özellikle 2007, bu gerilimin giderek büyüdüğü bir yıl olmuştur. Son kapatma davası ise gerilimi en yüksek noktaya taşımıştır. Türkiye dünya ekonomik krizinin etkilerini yaşamaya başlamışken, ayrıca neo-liberal politikalardaki tıkanma nedeniyle biriken ve artık taşma noktasına gelen sorunlar kendilerini ortaya koyarken, bütün düzen partileri kulakları bu sorunlara sağır, varsa yoksa “irtica” konusu üzerine ortalığı toz duman ediyorlar. Sınıflar mücadelesinin gerçekleri üzerine örtülen bu “irtica tehdidi” ve türban, kriz derinleştikçe artık gerçek sorunları örtemez hale gelecektir.
Günümüzde sorunların gerçek kapsamını ve derinliği karartan bu örtülerin daha fazla devam etmesini engelleyecek bazı temel değişimler yaşanmaktadır.
Bunların en başında ekonomik kriz gelmektedir. Krizin faturası her zaman olduğu gibi çalışan kitlelere çıkartılacaktır. Sosyal ve ekonomik hakların son kırıntılarının süpürülmesi, artan enflasyon ve işsizlik, kitlelerde kaçınılmaz öfkeli tepkiler üretmeye başlamıştır. Ne Baykal’ın cumhuriyet savunuculuğu, ne AK Partinin ironik bir biçimde onuncu yıl marşını söylemeye başlaması derinleşen sorunları görünmez hale getiremeyecektir.
Diğer konu, Kürt sorununda gelinen noktadır. Yoğun hava ve kara harekâtlarından sonra-bunlar devam edecek olsa da-artık sorunun askeri yoldan çözümünün tıkandığı genel bir bilinç haline gelmektedir. Bundan ilk elden çıkartılması gereken sonuç, şovenizm üzerinden halkların ittifakını engellemenin sınırlarına gelinmiş olmasıdır. Şovenizm karartması zayıfladıkça, akıl tutulmaları ortadan kalkacak, konu gelip gerçek demokrasi sorununa dayanacaktır.
Son olarak, “irtica tehlikesi” üzerinden oynanan oyunların da artık bir sınıra geldiği anlaşılıyor. Gerçek tehdidin yoksulluk, toplumsal çürüme ve hatta açlık olduğu gözlerden daha ne kadar gizlenebilecektir?
Sınıflar savaşı hem dünya ölçüsünde, hem de Türkiye’de yeni bir ivme kazanmanın kıpırtılarını ve sancılarını yaşıyor. Bu, aslında neo-liberal soygunun kaçınılmaz sonucudur. Fakat sadece şu son on beş yılın deneylerine bile bakılsa yolun nasıl engebeli ve pek çok karartmayla örtülü olduğu görülür. Yitirilen sınıf bilincinin yeniden kazanılması ve onun gerektirdiği örgütlenme ve eylemliliklerin yaşama geçirilme kavgasının gündemin ön sıralarına tırmanacağı bir döneme giriliyor. Ancak önceki dönemin derslerinden biliyoruz ki, bu artık kendiliğinden olmaz! Veya sadece bir noktaya kadar olur. Sınıf mücadelesinin yepyeni taktiklerini harekete geçirerek yetkinleşme zamanıdır!