“Ergenekon” ve Politik Bağlam: Üçüncü Bir Kutup Var!
Ertuğrul KÜRKÇÜ
28 Temmuz 2008 (Radikal 2)
“Bu ‘kansız’ bir iç savaş… Ya bizdensiniz, ya onlardan!”
“Ergenekon” koğuşturması/hesaplaşması süregidiyor. Dünün hikmetinden sual olunmaz ordu komutanları kekeleyerek mağdurun söylemini keşfeder, hapishaneden uçurdukları pusulalarla “adalet” aranırken, düne kadar kudret sahiplerinin zulmünden korunacak sığınak arayanlar, bugün mağrur paşaların dilini ödünç almaktan alıkoyamıyor kendilerini.
Bu, boyun eğdirdiklerinden daha yüksek bir kültüre sahip olmayan fatihlerin kaçınılmaz kaderi: Yenen, yenilenin kültürünü devralır! Gerçi, “iç savaş” mecazı yaşadığımız hercümerci sözcüğün geniş anlamında karşılar belki. Ama o kadar… Ne yazık ki, bu, “kansız” değil, Türkiye’nin bütün fay hatlarını kırarak, Kürt savaşının, Sivas katliamının, Gazi Mahallesi katliamının, Hizbullah’ın seri cinayetlerin, yargısız infazların, cezaevlerindeki kıyamın, rahiplere, Hrant Dink’e Danıştay yargıçlarına yönelik suikastlerin içinden bata çıka giden, insani, toplumsal, politik, maddi ve kültürel bedelini çok pahalıya ödediğimiz bir savaş…
İktidar savaşı
Araya savcıların, yargıçların girmesi şaşırtmasın, bu “başka araçlarla süren” bir iktidar çatışması. Bir yanda, Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistem yeniden dizilirken küresel piyasada rekabet avantajını Avrupa Birliği ile bütünleşmekte gören büyük sermayeyle “Anadolu Kaplanları”nın AKP ekseninde oluşturdukları bir gözü Orta Doğu’da bölgesel nüfuz peşinde çelişkili ittifak var. Öte yanda gücünü üretimdeki yeri ve rolünden çok, devletin göreli özerkliğinin kendilerine tanıdığı hareket kabiliyetinden ve askerin politik nüfuzunu çekip çevirmekten alan, Türkiye’nin geleceğini “Avrasya”nın yeniden şekillenişi içerisinde konumlandırmaya çalışan karmaşık bir başka ağ. Bugün kısaca “Ergenekon” denilen bu yapının ufkunda politikleşmiş-askeri manipülasyonlarla iktisadi, toplumsal yapıları denetim altına alarak Türkiye’yi Çin ve Rusya arasında şekilleneceği varsayılan “Avrasya”ya yönlendirmek var(dı).
Birincisi ister istemez “demokratik”, ikincisi ise “otoriter” kapitalist rejimlere meyleden bu iktidar çatışmasının iki ucunda yer alanlar, yedeklemeye, yedekleyemedikleri nispette görmezden gelmeye, görmezden gelmeleri güçleştikçe sözcülerini itibardan düşürmeye çalışsalar da hesaplaşmanın, onların hesabına gelmeyen üçüncü bir tarafı var: Emeğin, ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin kutbu. 1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyenler, SSGSS yasa tasarısına karşı ayağa kalkanlar, çevresel yıkıma, kentsel dönüşüm haydutluğuna meydan okuyanlar, nükleer santrallere, siyanürlü altın madenciliğine direnenler, barış ve halkların kardeşliği için on yıllardır mücadele edenler bu kampta. Kapitalizm zeminindeki bu çatışmada taraflaşmak onların politik ve toplumsal konumlarını geliştirmeye olanak vermiyor, o nedenle onlar topluma bu çatışmanın taraflarının arkasından değil kendi kürsülerinden seslenme çabasında.
“Ergenekon”la yetinilmesin!
Elbette, seçilmiş bir hükümeti, seçimler yoluyla alaşağı etme kapısı siyaseten ve hukuken açık olduğu halde gözlerimizin önünde darbeyle devirmeye kalkışan, bunun için tedhişe, cinayete, sabotaja girişen “Ergenekon” çetesi cezasını çekecek. Elbette “sol” herkes için olduğu gibi onlar için de adil yargılamanın garanti edilmesini isteyecek, ama hak ettikleri gibi cezalandırılmaları için… İçine düştükleri açmazdan onları nasıl çıkaracağını avukatları Deniz Baykal düşünsün!
Apaçık ki, “Ergenekon”u bugünkü çöküşe sürükleyen “ihbar” ve “iftiralar” değil Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan arasında oluşturulan 5 Mayıs 2007 “Dolmabahçe Mutabakatı”ndan sonra Silahlı Kuvvetlerin “Avrasyacılar”a verdiği taktik desteği geri çekmesiydi. Türkiye’nin en küresel kurumu olan ordu AKP’nin liberal müttefiklerinin de –tıpkı proto-faşist karşıtları gibi- sık sık ve temelsizce ileri sürdükleri şekilde politik hayata kendi doğasında içkin olan bir AB karşıtlığı refleksiyle müdahale etmiyordu. Onları kurumsal olarak harekete sevkeden, Irak Savaşı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin “toprak bütünlüğü”nün tehdit altına girdiği algısıydı.
Silahlı Kuvvetlerin genel hattına yön veren Milli Güvenlik Siyaset belgesi -Kasım 1997’de Hürriyet’in ortaya attığı ve hiç yalanlanmayan ve daha sonra aynı istikamette güncellenen o “belge”- başka şeylerin yanı sıra, şu stratejik hedefleri ileri sürüyordu:
•Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir.
•Türkiye’nin AB’ye tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları göz ardı edilmemelidir.
•Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır.
Silahlı Kuvvetlerin “Batı” ile asıl çelişkisi, Irak Savaşı’ndan sonra ve Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerinde baş gösterdi. Irak Savaşı’na dahil olamayarak Kuzey Irak’ta inisiyatifi elden kaçıran, inisiyatifi geri kazanma girişimleri “çuval” operasyonu ile boşa çıkarılan Silahlı Kuvvetler 2002’den başlayarak elindeki bütün politik gücü ABD’ye karşı seferber etti. Memleketi bir uçtan ötekine kateden ABD düşmanı “milliyetçi” psikolojik harekât eşliğinde Irak’a “sınır ötesi operasyon” hakkını Washington’dan “söke söke” aldı. Ama karşılığında “sivil inisiyatifleri” de içeren, AKP’nin gözetiminde sürecek, İslam kardeşliğiyle bezeli, Kuzey Irak- Güneydoğu Anadolu eksenli yeni bir Kürt politikasını kabullendi. “Sınır ötesi” hava operasyonlarını içeride AKP’nin “İslami operasyonları”yla bütünlemesi gerektiğine karar verdi: PKK’dense AKP’ye “evet” demeyi seçti.
Bu, ordunun himayesindeki “ulusalcı kampanya”nın da sonu oldu. İçeride estirilen “ABD düşmanlığı” havasına eşlik eden “milliyetçi kışkırtma”lar, bu kışkırtmalar” için gereken “yıkıcı örgütlenmeler”, bu “yıkıcı örgütlerin” giriştikleri -sonuncusu Hrant Dink’in katli olan- suikast, sabotaj ve cinayetler, bu amaçla istihdam edilen STK’ler, partiler ve medyayla ilişkiler, emekli personelden alınan hizmetler ve benzerlerine artık gerek kalmamıştı. Susurluk sürecinde “Kürt milliyetçileri”ni bertaraf etmek için kullanılanların yaptıkları gibi “iplerini koparıp” kanserleşmelerinin sona erdirilmesinde fayda görüldü: “Ergenekon Operasyonu”na böylece yol verildi. Ama Org. Büyükanıt hiç bir politik yüklemi olmayan son açıklamasıyla sınırı da işaret etmiş oldu: “Suç işleyenler cezasını çekecek. Ama Silahlı Kuvvetler suç örgütü değildir.” Operasyon Müdafaa Caddesi’ndeki Arslanlı Kapı’da durdu.
AKP’ye karşı açılan kapatma davasıyla da Silahlı Kuvvetler’in dolaysızca ilgilenmediği CHP lideri Deniz Baykal’ın Genelkurmay’ın AKP’nin türbanı serbest bırakma girişimi karşısındaki sessizliğine tepkisinden kolayca anlaşılabilir: “Elde bir tek yargı kaldı”. Nitekim “yargı” Silahlı Kuvvetleri ileri itmek güdüsüyle umutsuzca sonuncu hamlesini yaptı. Bu hamlenin giderek değişmeye başlayan politik-askeri güç dengesi bağlamında başlangıçtaki gücünü koruyabileceği oldukça su götürür.
Asıl hedef: Askeri vesayet rejimi
Tanrı yoksul kulunu sevindirmek isterse eşeğini önce kaybettirir, sonra buldururmuş. Bütün bu “Ergenekon” çemberi kendi üstüne kapanırken, milletçe “askeri vesayet” rejimimize yeniden kavuşuyoruz: Tanrının hakkı tarikata, Tayyip’in hakkı Tayyip’e, ordunun hakkı orduya. Militarist hotzotçuluğun, iktidar savaşında kendini “galip” sayanların diline neden bu kadar hızla sirayet ettiğini anlamak daha kolay olabilir şimdi.
Askeri vesayetin ihyası hamlelerine sırtını yaslayarak, askeri darbe bastırıyorum havasına kapılmak, eksantrik bir suç örgütü derekesine düşmüş olan “Ergenekon”un adli kovuşturmaya uğramasını şiddetlenen bir “iç savaş”, ve hükümetin “ordumuza laf ettirmeyiz” beyanlarını Ankara kapılarına asılmış bir “No Pasaran” pankartı olarak okuyabilmek epeyce yetenek ve hayal gücü istiyor gerçekten.
İnsanlar hem “sol”da yer tutmak hem de yeni iktidar bloku içinde bir yer edinmek, politik geleceklerini bu yeni muhafazakar-liberal hegemonya alanında inşa etmek, önümüzdeki seçimlerde AKP dalgası üstünde yükselmeye devam etmek uğruna bu fantezileri teori katına yükseltebilirler. Ne yazık ki, bu kurmaca teori emekçilerin ve ezilenlerin acil talepleriyle ilişkilendirilmek için ne zaman “biber gazı”yla test edilse fos çıkıyor.
Üçüncü bir kutba işte tam da bunun için ihtiyaç var: Sırf var olan askeri vesayet rejimini sürdürebilmek adına bütün bu “Ergenekon” faciasını milletin başına musallat eden asıl failleri, yani son 10 yıl boyunca boyunca, ellerindeki gücü kötüye kullanarak, görevlerini savsaklayarak binlerce insanın hayatının sönmesine, sonsuz büyüklükte maddi ve manevi kaynak ve enerjinin israf edilmesine yol açan bütün askeri ve politik kudret sahiplerini yargıç önüne dikmek için.
Bunu ancak hiçbir hükümetin sorumluluğuna ortak olmamış olanlar, Siyasi İslam’ın da “Ergenekon” milliyetçiliğinin de zulmüne hoşgörüsü olmayanlar, bir Sosyal Cumhuriyet talebiyle mücadele edenler yapabilir. Böyle bir kutup var!