Kıdem tazminatı son aylarda bir kez daha tartışmalara neden oldu. Hükümet ve işverenlerin taleplerine karşısında, sendikalar genelde hak kayıplarına tavır koymaktalar. Ancak bugüne kadarki tartışmalar gösteriyor ki, kıdem tazminatının ne olduğu pek kavranamamakta. “Nereden çıktı bu kıdem tazminatı?” diye soran birine rastlanmadı. Bu soru sorulmayınca kıdem tazminatı değişmeli mi, değişecekse nasıl değişmeli sorularına da tatmin edici bir cevap bulmak zorlaşıyor.
Hak kaybının önüne geçilmesi bir tek mevcut durumu savunmakla mı mümkün sorusuna sendikaların bir cevap üretmesi artık zorunluluk olmuştur. Cevabı uzakta aramaya gerek yok, sendikal hareketin deneyleri bize bu cevabın ne olacağını hemen gösteriyor. İlk soruya verilmesi gerekli cevapla başlayalım, nereden çıktı bu kıdem tazminatı?
İşyerinde çalışanlar için en önemli konulardan biri işini kaybetmeye karşı korunmadır. Sürekli olarak çalışan ve bunun sonucu olarak yıpranan ve yaşlanan insanlar için daha iyi bir iş bulmak şansı azalmaktadır. Buna ek olarak, çalışma ile elde edilen tecrübe ve vasıflı olma, yeni teknolojinin üretimde daha yaygın olarak kullanılmaya başlaması ile önemini kaybetmektedir.
Dünyadaki 200 yıllık sendikal mücadelede, bu nedenle işten çıkarılmalara karşı belli hak mücadelesi verilmiş ve kazanılmıştır. Bunların esası, işten çıkarılmaları işverene pahalıya mal etmektir. Hatta modern muhasebede, işgücü maliyetine kıdem tazminatı gibi faktörler de gider olarak eklenmektedir. Yeni liberal politikalar işgücü maliyetini azaltmak, bu tür hakları ortadan kaldırmak için sistemli bir saldırıyı son otuz yıldır gündemde tutmaktadır ve bu konuda bugüne kadar önemli adımlar atmışlardır.
Hükümet tarafından getirilen öneri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Sorun sadece kıdem tazminatını korumanın ötesinde tartışmaya açılmalıdır.
Bu konuda dünyada sendikal hareket, işten çıkarılmaları pahalıya mal etmek için belli başlı iki ana noktada yoğunlaşmıştır. Bunlardan ilki işverenin ‘çıkış verme özgürlüğünü’ sınırlamak, diğeri ise ‘mümkün olduğu kadar pahalıya mal etmektir’.
‘Çıkış Verme Özgürlüğünü’ Kısıtlama
İşverenin ‘çıkış verme özgürlüğünü’ kısıtlayan en önemli faktör, yasa ile işverene çıkış gerekçesi belirtme zorunluluğunun getirilmesidir. İşten çıkarma gerekçesi gösteremeyen işveren ya tazminat ödemek zorunda ya da çıkışı geri almak durumundadır. Çeşitli ülkelerde bu anlamda işçi çıkarmak işveren için adeta bir kâbus durumuna gelmiştir. Kıdem tazminatı tartışmasında bu konu mutlaka gündeme getirilmelidir. Tecrübeler gösteriyor ki, işverenleri kendilerine doğrudan maddi bir yükü olmayan bu tür önlemlere ikna etmek daha kolaydır. Çalışan (ve elbette sendika) açısından ise bu önlem yukarda belirtilen mantığa daha uygun düşmektedir.
‘Çıkış Verme Özgürlüğünün’ Maliyetini Yükseltme
Esas olarak çıkış verme süresinin uzatılması ve işçiye tazminat verme olarak özetlenebilir. Avrupa’da pek çok ülkede çıkış verme süresi 6 aya (hastalık durumunda ise 24 aya) kadar çıkmaktadır. Mevcut yasaya göre bu süre en fazla 8 haftadır. Bunun doğrudan ilk etkisi ihbar tazminatının artmasıdır. Kıdem tazminatı tartışmasına girerken öne sürülmesi gereken talep, bu sürenin uzatılması olmalıdır.
Kıdem tazminatının kendisi ise esas olarak, çalışanın yıpranma payının karşılığı olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle zaman içinde değişim göstererek, pek çok ülkede ikinci bir emeklilik sigortası haline gelmiştir. İşverenler, işyerlerindeki emeklilik kasalarına çalışan her işçi için her ay bir prim ödemekte, toplanan primlerden işçiler, emeklilik yaşına geldiklerine ikinci bir emekli aylığı almaya hak kazanmaktadırlar.
Bu tartışma yapılırken dikkate alınması gereken nokta, işverene getireceği mali külfettir. Hükümet, işverene her ay ücretin %4 ü kadar bir primi fona ödettirerek bu ‘engelden’ kurtarmayı önermektedir. İşverenler mutlaka hesaplarını yapmışlardır ve mevcut yasanın kendilerine %4 ten fazla maliyeti olduğunu bulmuşlardır. Ancak biz bunu bilmiyoruz, bu nedenle bunun tahmini bir miktarının hesaplanması gereklidir. (En fazla %8.3)
Ancak getirilmek istenen fon ile işverenlerin sorumlulukları, tek tek işverenin sorumluluğu olmaktan çıkıp, kolektif bir sorumluluk haline gelmektedir. Bunun özellikle işçi ve sendika düşmanı işverenleri cesaretlendireceği de unutulmamalıdır. Bu nedenle yukarda belirtilen tahmini maliyetin, getirilecek önerilerle daha da pahalı hale getirilmesi dikkatlerden kaçmamalıdır.
Olası Karşı Öneriler
Kıdem tazminatı fonuna evet demek için şartlar,
- Bu fon bir emeklilik fonu haline getirilmelidir
- Çıkış verme gerekçelendirilmesi ağırlaştırılmalıdır (işten çıkarılmaya karşı korunma)
- Çıkış verme süreleri (fesih ihbarı) uzatılmalıdır
Bu anlamda tartışmayı bir tek ‘Kıdem Tazminatı Fonu’ ile sınırlamamak, diğer iki maddeyi de tartışmanın gündemine oturtmak gereklidir. Fazla hayalci gibi görünen bu duruş noktası için sendikaların en temel prensiplerinden birini hatırlamak gereklidir, ‘mücadele edersen kazanma şansın vardır, mücadele etmezsen zaten kaybedersin’.
Nasıl Bir Emeklilik Fonu?
Sendikal mücadele tarihinde, işten çıkarılmaya karşı verilen mücadele ile kazanılan hakların içinde yer alan Kıdem Tazminatı, bu mücadele içinde önemli bir evrim geçirmiştir. Çıkış vermenin gerekçelendirilmesi, işten çıkış verme sürelerinin uzatılması, işsizlik sigortasının sağlam temellere oturması ile Kıdem Tazminatı tümüyle ortadan kalkmamış, ancak yerini mantığı gereği giderek ek bir emeklilik sigortasına bırakmıştır. (Aşağıda belirtilen ‘İkinci Ayak’)
Gerek ABD gerekse de AB ülkelerinde emeklilik üç ayak üzerine kuruludur. İlk ayak devletin resmi emekli sigortasıdır, yani bizdeki SGK. Üçüncü ayak yine Türkiye’de son yıllarda gündeme getirilmek istenen Bireysel Emeklilik Sigortasıdır. İlk ayak işçi ve işverenlerin eşit olarak ödedikleri primlere ek olarak devletin maddi katkısını öngörür. BES ise sadece çalışanın ödediği primlerden finanse edilir ve sadece isteğe göre yapılır.
Genel olarak ‘Pansiyon Kasa’ adı ile bilenen ikinci ayak ise işçi ve işverenlerin ödedikleri primlerle finanse edilir. Yasalar esas olarak işverenlerin en az işçinin ödediği miktarda prim ödemesini öngörür. Başka bir deyişle işveren daha fazla prim ödeyebilir. Elbette bu işverenin isteği ötesinde sendikaların dayatmaları ile (Toplu İş Sözleşmesi) mümkün olabilmektedir.
Söz konusu ‘Pansiyon Kasalar’ tek tek işyerinde olabileceği gibi işkolu düzeyinde veya belli işyeri grupları için öngörülebilir. Her ‘Kasa’nın kendine özgü bir yönetmenliği vardır, yasalar bu konuda asgari belirlemelerde bulunmaktadır. Kasaların bir kısmı tüm işlemleri kendileri yaparken, bir kısmı bu işi, yönetmenlikleri doğrultusunda bir özel sigortaya devretmektedirler.
Konumları bir nevi ‘Vakıf’ niteliğindedir. Yönetimleri eşit sayıdaki işçi ve işveren temsilcileri tarafından ‘ortak’ olarak yapılır. Amacı her ay ödenen primlerin değer kaybetmeden biriktirilerek emekli aylıklarının ödenmesini sağlamaktır. Bunun için seçilen en emin yol devlet tahvili almaktır. Borsalara para yatırmaya ise sadece sınırlı oranda izin verilir. Emekli aylığı miktarı biriken primin miktarına göre belirlenir. İşçi isterse, emekli olmadan önce biriken primleri faizleri ile birlikte emekli olduğunda alma hakkına sahiptir. Bazı durumlarda, biriken primler işçi tarafından konut edinme için de kullanılabilmektedir.
Prim miktarının ve buna bağlı olarak emekli aylıklarının ne kadar olacağı, ilk ayak için devlet tarafından tespit edilirken, ikinci ayak için kasaların yönetmenlikleri esas alınır. BES için belirleyici olan sigorta şirketidir. Genel prensip devletin garantisi altında olan ilk ayak için emekli aylıkların asgari ihtiyaçları karşılayacak düzeyde olmasıdır. Bu oran yaklaşık olarak ülkelerdeki ortalama ücretlerin (Asgari ücret değil!) üçte biri kadardır. Teorik olarak İkinci ayağın en fazla diğer üçte biri, son ayağın da son üçte bir oranına denk düşeceği varsayılır.
Örneğin ülke ücret ortalaması aylık 4500 Euro olan Federal Almanya için bu rakamlar 1500+1500+1500 Euro’dur.
Söz konusu üç ayaklı emekli sistemi 20. yüzyılın son çeyreğinde yukarıda anılan şekle gelmiştir. Bugün sendikalar tarafından bu sisteme getirilen en önemli eleştiri ise ikinci ve üçüncü ayak için geçerli ‘şahsa özel prim biriktirme’ sistemidir. İlk ayak ‘döner sermaye’ sistemi ile çalışır, yani bir yılda toplanan primler, devletin katkısı ile birlikte o yıl emekli aylıkları için kullanılır. Bu anlamda bir ‘değer kaybetme’ sorunu yoktur. İkinci ve üçüncü ayaklarda ise primler ‘birikir’. Bu biriken primlere verilecek asgari faiz sürekli olarak tartışma konusu olur. Sigorta şirketleri söz konusu primleri sürekli olarak ‘ucuz kredi’ kaynağı olarak kullanmak isterler.
[button link=”www.sodap.org/mehmet-akyol-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]