Krizin etkilerini her geçen gün çok daha çarpıcı bir biçimde hissediyoruz. Özellikle enflasyondaki büyük atılım mızrağın çuvala sığdırılmasını çok daha imkânsız hale getirdi. Artık enflasyon dünya sıralamasında Venezüella, Kongo ve Arjantin’den sonra dördüncüyüz. TÜİK’te enflasyon hesapları ile ilgili yetkilinin görevden alınması, Saray’ın krizi görünmez ve üstüne konuşulmaz halde tutma çabasının en son çaresiz girişimlerinden bir tanesidir. Toplumun geniş yığınları artan pahalılıktan, zamlardan, işsizlikten, borçlardan başka hiçbir şey konuşmaz hale geldi bile. McKinsey ile anlaşılması aslında uluslararası sermayeye güvence verilmeye çalışılmasının sonunda gerçekleşmişti. Bu güvence eğer TÜİK’in enflasyonu makyajlamasına da engel olacaksa Erdoğan’ın hafta sonu “fikri danışmanlık istemiyoruz” diyerek şirkete dirsek göstermesi anlaşılır olmakta. İktidar bloğu içerisinde krizin nasıl ele alınacağı konusunda hala yalpalama mevcut. Damat Berat, son McKinsey ve 625 puan faiz artışı hamleleri ile küresel sermayenin tutamak noktası haline gelmeyi başarmıştı. Erdoğan daha önce Mehmet Şimşek ile kurduğu ikili ekonomik görüntüyü şimdi de damadıyla kurmaya çalışıyor. Gerçekte Türkiye Batı sermayesi ile yakınlaşmak için takla üstüne taklalar atıyor fakat Erdoğan’ın kriz ile ilgili temel anlatısı “Batı’nın manipülasyonu, Türkiye’nin şahlanışını engellemeye çalışan Hıristiyan dünya” olduğu için iç politikada daha önce Şimşek ile yaptığı gibi Damat’la arayı açmaya çalışıyor. Aslında manipülasyonun büyüğü burada.
Saray, krizin anti-faşist güçlerin elinde bir manivela haline dönüşmesinden çekiniyor. Faşizmin performansı meşruiyetine bağımlıdır. Baskı rejimleri, yaşam koşullarında görece bir düzeltme yaratabildikleri oranda kökleşebiliyorlar. Yüksek büyüme oranları, göze görünür alt yapı projeleri, toplumun en alttaki kesimlerine ayrılan kaynaklar milliyetçi hamasetin yarattığı halenin gerçek maddesi olarak düşünülmeli. AKP iktidarı boyunca uluslararası fonlardan fazlasıyla beslenerek böylesi bir performansı tabanı nezdinde ikna edici bir seviyede gerçekleştirmeyi başardı. Fakat bu dışarıdan akışın sonuna gelindiği noktada AKP’nin “ucuzlayan emek gücü sayesinde ihracatı arttıracağız” dışında elinde hiçbir hikâye mevcut değil. “Şahlanan Türkiye” tablosu 24 Ocak 1980’de açıklanan ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomisi arayışı noktasına geldi dayandı. İç talebi kısmak için reel ücretleri düşüren, devlet bütçesinde tasarruf oranlarını arttıran bir ihracata dayalı büyüme, temel mantığı gereğince neopopülist birikim rejiminin rasyosuna aykırı, bu tarz büyüme siyasi meşruiyet yaratmanın ötesinde bir toplumsal direnç oluşumuna yol açıyor, ancak faşizm ve askeri darbe koşullarında sürdürülebilir halde. Daha önce siyaseti taşıyan ekonomi, şimdi siyaseten taşınma noktasında.
Sosyalistler faşizmin korkusunu gerçek kılmak gibi bir sorumluluk ile karşı karşıya. Faşizme karşı mücadelede kriz koşullarını bir manivela haline getirebilmek için ne yapmayı başarmalıyız? Sosyalistler olarak bu noktada örgütsel, taktiksel ve ideolojik kimi sorunlarımız var. İdeolojik sorunu öncelikle ele almak gerekirse, sosyalistlerin kamusal olanın öne çıkarılması ve bunu da ikna edici bir biçimde yapabilmesi ile ilgili bir kireçlenmesi var. Bu durum, sosyalistlerin kriz karşısında burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarından bağımsız bir program oluşturmasını imkânsız hale getiriyor. Doğalgaz ve elektrik zamları karşısında temel vatandaşlık hakkı olması gereken metaların neden ücretsiz olarak halka dağıtılmadığı gündeme getirilemiyor. Sosyalist milletvekilleri dahi “inandırıcı” olabilmek adına sosyalizme referans vermekten kaçınıyorlar. Beğenilmeyen sosyalizmin en krizli günlerinde dahi bir insanın üretebilmek ve hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu ürünler, halka ücretsiz olarak aktarılmaktaydı. İşsizliğin, hiçbir gelir sahibi olamamanın mümkün olduğu kapitalizm koşullarında yaşamsal metaların ücretsiz olarak sağlanması bir insan hakkı olarak görülmelidir. Toplum bireye böylesi bir güvence sağlayabilseydi çocuğuna pantolon alamayan baba intihar etmez, aileler çocuklarının bebek bezini bırakması için altı aylık çocuklarına zorla tuvalet eğitimi vermeye kalkmaz, travmaya uğramış çocuklar yetiştirmezlerdi. Sermayenin ve dolar milyarderlerinin doğru düzeyde vergilenmesi herkesin ihtiyacı kadar temel tüketim ürününe ulaşmasını mümkün kılabilir. TOKİ’nin satılamayan konutlarının kamulaştırılması ve sosyal konut haline getirilmesi de yine krizle mücadelede önemli bir talep olarak yükseltilebilir. Stockholm’de, Amsterdam’da Türkiye’den çok daha zengin ülkelerde kentlilerin önemli bir kısmı kamusal konutlarda yaşarlarken bizde işçi sınıfının en önemli öbekleri ev almak için borçlanmış olduğu için işini kaybetme korkusuyla en korkunç koşullara sessizce uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşamın her alanında bireyin yaşam koşullarının ve temel ihtiyaçlarının kamu tarafından güvence altına alınması, krize karşı gerçek bir sol programın temel motifi olmak zorundadır. Oysa kimi sol söylemlerde bile “Merkez Bankası bağımsızlığı” vs. gibi neoliberalizmin mottosu haline gelmiş kimi başlıklara referans verilebiliyor. Kriz, solun kendisini programatik olarak yeniden inşasına zemin hazırlıyor, bu olanağı mutlaka değerlendirmeliyiz. Türkiye toplumu, sosyalizmi sadece cenaze hizmetleri alanında farkında olmadan yaşıyor, son derece kritik ve önemli hizmet kamusal olarak, nitelikli ve ücretsiz olarak sunuluyor. Aynı güvencenin temel tüketim maddeleri ile ilgili olarak, eğitimde, sağlıkta, öğrencilerin okula ulaştırılmasında, barınma hakkında savunulması neden bu kadar uçuk bir fikir olarak görülüyor anlamak mümkün değil.
Örgütsel açmazımız ise özellikle 2000’lerin ilk 10 yılının yarattığı faaliyetin löseleşmesinin yarattığı zaaflarla mücadele ile aşılabilir. Özellikle Gezi sonrasında kendiliğinden hareketlere karşı aşırı bir beklenticiliğin gelişmesi, örgütsel iradeleri büyük oranda zaafa uğrattı, örgütler öncü hamleler yapabilme yeteneklerini kısmen kaybettiler, kendilerini kitle hareketlerinin gözlemcisi durumuna indirgediler. Sokağa çıkışın nabzı kitle hareketlerine bağlı hale geldi. Devrimci hareket kendi attığı taktiği sokakta savunabilme kapasitesini kısmen kaybetti. Bugün faaliyetin temel donanımının tüm koşullarda sokakta kalabilecek, ajitasyon ve propagandada süreklilik sağlayabilecek seviyeye çıkarılması gerekiyor. 1990’lar aslında bu konuda zengin deneyimlerle dolu. Kriz koşulları ve halkın doğal öfkesi, aslında bu konudaki zaaflardan hızla kurtulma şansı tanıyor. Ancak bu koşulların da elini çabuk tutmayan, irade sergilemeyen güçlere zerre kadar faydasının olmayacağı da ortadadır.
Az önceki başlıkla ilgili olarak halkla sürekli gerçek bir temas içinde olmanın önemi de bir kez daha vurgulanmalı. Şu anda ülkenin en aktif örgütünün hala AKP’nin parti makinesi olması kabul edilemez. AKP’nin kimi mahalli temsilcilikleri Erdoğan’ın zam karşıtı söyleminden de etkilenerek marketlere ve ev sahiplerine dönük fiyat ve kira artışları konusunda baskı uyguluyorlar. Halkın gerçek sorunları ile ilgili temas halinde olabilmemiz bugün bir karşı hegemonya inşa edebilmemiz için olağanüstü acil bir ihtiyaç halinde. Orta sınıfların “demokrasici” mantığı alt sınıfların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı koşullarla etkileşim ve karşılıklılık içine sokulamazsa kriz momenti, bir anti-faşist olanak yaratılmadan kaçırılabilir.
Kendi göbeğimizi kendimizin keseceği bir noktadayız. Gelecek bugün neyi başarıp başaramadığımız ile belirlenecek. Eylemek ve eylemi üzerine yoğun ve yaratıcı bir biçimde düşünmek zorunda olan devrimci aktör(ler)in kendi kozalarını yırtmaları, kitlelerin de yüzlerini anti-faşist mücadeleye dönmelerinin gerek ve yeter şartıdır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]