Köpükler, Balonlar ve Tepetaklak Piyasalar
Umut AYDIN
25 Mayıs 2008
Eduardo Galeano; “Tersine Dünya Okulu: Tepetaklak” isimli eserinde adaletsizliğin ilkelerini sıralarken “istisna” vurgusuyla şu bilgiye yer verir:
“Kuzey’in ve Güney’in (Amerika –b.n.) eşit şartlarda karşı karşıya geldiği tek bir yer var: Amazon Nehri’nin denize döküldüğü yerde bir futbol sahası burası. Ekvator çizgisi Amàpa’daki Zerão Stadyumu’nu her takımın bir devre güneyde, bir devre kuzeyde oynayacağı biçimde tam ortadan kesiyor.”
Galeano’nun ironik sözleri bir gerçekliği yalın olarak ortaya koyuyor. Kuzey-Güney, Batı-Doğu, beyaz-siyah, erkek-kadın gibi sınıflandırmalar üzerinden kabaca da olsa dünya üzerindeki adaletsizliğin ya da servet transferinin haritasını çizmek mümkün. Aynı yolu tersine izlediğimizde ise bu kez karşımıza yoksulluk ve kriz transferi çıkar. Ancak kapitalist anayurtlar açısından durum; her daim bu şekilde savuşturulamaz. 2007’nin ortalarından bu yana da dip akıntılarının kıyıları dövmeye başlayan dalga rolüne soyunduğu bir süreci yaşıyoruz.
Öncelikle yaşananların bir sürpriz ya da “yol kazası” olmadığını belirtmek gerekir. Kapitalizmin tarihinde uzun dönemli olarak yaşanan krizlerden biri daha çoktandır kapıyı çalıyordu. 70’li yılların başında yaşanan ve “petrol krizi” olarak adlandırılan, Bretton Woods’un sonunu getiren daralmayla başlatabileceğimiz süreç farklı noktalarda kendini sürekli olarak hatırlatmıştı. 1979-80’de yaşanan durgunluk, 1984’teki Latin Amerika borç krizi, 1987 New York borsa krizi, 1994 Meksika çöküşü, 1997 Asya, 1998 Rusya, 1999 ve 2001 Türkiye, 2000–01 ABD çöküşü ve 2001 Arjantin patlaması “kaçınılmaz” sonun örneklerindendir.
2007 ortalarında ABD mortgage piyasalarında başlayan, hızla kredi piyasalarına, bankalara, oradan diğer mali piyasalara sıçrayan sarsıntı bu sürecin devamıdır. Bu sarsıntı kısa sürede Avrupa’ya bulaştı ve ardından son 70 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Girdi mi, girecek mi safsatalarından öteye ABD resesyonu, İngiliz, Alman, Japon ekonomilerini sarsmaya başladı. Merkez bankalarının para transferleri, FED’in faiz indirimleri, kısaca kapitalizmin bildik yöntemleri bu kez kısa süreli soluklanmaya bile yetmedi. FED, 1929’dan bu yana ilk kez banka sektörü dışındaki finans kurumlarına can simidi atmaya başladı. 2007’de 516 trilyon dolar gibi rekor bir seviyeye ulaşan kredi ve türev piyasaları balonu sonunda patlamıştı.
2008’e ise dünya borsaları ciddi sarsıntılarla girdi. Ocak’ın 3’üyle 18’i arasında FT100 yüzde 8.4, Dow Jones Sanayi İndeksi yüzde 7.8, S&P500 yüzde 8.4, Financial Times Eurofin300 yüzde 8.5, Nikkei yüzde 5.6, Heng-Seng yüzde 8.5 düştü. Düşüşler sonrasında da devam etti. Müdahaleler işe yaramıyordu; çünkü kriz bir likidite krizi değil, borç/batık alacaklar kriziydi. Balon bir kere patlamıştı ve yarık genişliyordu. Mart ayı çıkarken, yılın ilk üç ayında borsalardan 7 trilyon dolar buhar olup uçmuştu bile.
Dilimizde “kâğıttan kaplan” diye bir söz vardır. ABD ekonomisini de “kâğıttan ekonomi” diye tanımlamak yanlış olmayacaktır. Kimilerinin deyimiyle neredeyse her kâğıt satılıyor, üzerinde ne yazdığı hiç önemli değil. Öte yandan ABD’de hane halkının tüketimi çok yüksek, keza şirket yatırımları da tasarruflarından neredeyse bütünüyle bağımsız. Kamu kesimi ise herkesin bildiği üzere Irak Savaşı ve Afganistan istilasında olduğu gibi izlenen silahlı emperyalist politikalar nedeniyle batmış durumda. Silah endüstrisini çalıştırmak her zaman ekonomiyi rayına oturtmaya yetmiyor! 1996–2006 arasındaki on yıllık dönemde cari işlem açığı 118 milyar dolardan 812 milyar dolara fırladı. Kulağa çılgınca gelen bu rakam sürdürülemez bir duruma işaret ediyor. ABD, dolar avantajını kullanıp uzun bir süre karşılıksız para basarak durumu idare etti. Bu kâğıttan ekonomi artık borsasının yükselmesine ve ihraç ettiği borç senetlerinin talep bulmasına muhtaç durumda.
Bugün gelinen noktada eski kitapların tozları alınırken Keynesgil modelin tartışılmaya başlandığına tanık oluyoruz. Milton Friedman’ın ölümünden yaklaşık 1,5 yıl sonra piyasa fetişizminin ateşli müritleri bile kamulaştırmadan, devletin etkin müdahalesinden, sağlık-eğitim gibi sosyal harcamalardan bahseder oldular. Ünlü spekülatör George Soros, “Reagan döneminden bu yana oluşan köpüğün delinmesine şahit oluyoruz” derken, bir anlamda bu 25 yıllık dönemin, küreselleşmenin yok olma “tehlikesine” işaret ediyordu.
Bu noktada fal açacak falan değiliz. Kapitalizmin krizine çare arayacak kadar “saf” da değiliz. Öte yandan şu söylenebilir: Önümüzdeki dönem, kapitalizmin küresel finans kurumlarının yeniden yapılandırılması ile finansal sermayenin karlarını koruyabilme uğraşı bir savaşa yol açacak. Ucuz petrol, ucuz gıda, hatta ucuz su dönemini bitirdikleri bu süreçte mali ve meta piyasalarının paylaşımı önemini artıracak. Emperyalizm ve neo-klasik sömürgecilik daha da azgınlaşacak. Klasik tabirle filler tepişirken ezilen yine çimenler olacak. Üreteceği siyasal sonuçları bir kenara bırakırsak karşısında bir direniş görmediği takdirde dünyanın yoksulları açısından çok daha sıkıntılı günlerin yolu açılacak. Her şeyden önce ABD’nin ulusal çıkarlarının, dünyanın geri kalanına küresel çıkar olarak yansıtıldığı dayatmayı finans kapitalin yüzüne çarpmak gerekiyor.
Büyüme Balonu ve Türkiye
IMF’nin verilerine göre ABD, dünya tüketiminin yüzde 25’ini, toplam ithalatın yüzde 19.7’sini gerçekleştiriyor. Asya ülkeleri ihracatlarının yüzde 7’sini ABD’ye yapıyorlar. Verdiği dış fazlayı ABD tahvillerinde değerlendiren Çin açısından bu oran yüzde 21’e, Avrupa Birliği için yüzde 23’e yükseliyor. ABD mali piyasaları, dünya mali piyasalarının yüzde 44’ünü elinde tutuyor. Bu rakamlar, dünyanın geri kalanı açısından ABD’de kıyıları döven dalgaların nasıl bir domino etkisi yaratacağını anlatmak için yeterlidir. Özellikle kırılgan Türkiye ekonomisi için!
Öncelikle şu varsayımın yanlış olduğunu ifade edelim: “Kriz, doğrudan doğruya gelişmiş Batı ekonomilerini vuracak; oradan kaçacak olan sermaye Türkiye ve benzeri ekonomilere akacaktır.” Hayalden de öteye saçma!
IMF, Nisan başında yayınladığı Küresel İstikrar ve Dünya Ekonomisinin Görünümü başlıklı raporunda krizin küresel ekonomiye olan toplam maliyetini 945 milyar dolar olarak tahmin etmektedir. OECD ise sadece finans varlık kayıplarını 400 milyar dolar olarak öngörüyor. Krizin giderek finansal çözülmeye evrildiği ortamda, yeni yabancı kaynakları bir yana bırakalım, Türkiye’nin mevcut borçlanma temposunu sürdürmesi bile zorlaşacaktır. Neden?
En temel sebebi, sıkça söylendiği gibi yüksek boyuttaki dış açıktır. Cari işlemler açığının ulusal gelire oranı ölçüldüğünde, dış açığın 2003’te yüzde 2.2 iken, 2004’te yüzde 4.1’e, 2006’da yüzde 6.2’ye, 2007’de ise yüzde 6.8’e yükseldiğini görüyoruz. IMF’nin bile en kırılgan ülkeler arasında saydığı Türkiye’nin dış ticareti 60 milyar dolar, cari hesabı ise 35 milyar dolar civarında açık veriyor.
Türkiye, dünya ekonomisi içinde en büyük cari açık veren altıncı ülke konumundadır. İlk sırada elbette dünya cari açığının yüzde 59.6’sını gerçekleştiren ABD yer alıyor. Ardından İspanya, İngiltere, İtalya ve Avustralya geliyor. Türkiye; Korkut Boratav’ın ifadesiyle “açık veren zenginler takımına katılmış ayak takımı istisnası” konumundadır. IMF’nin diğer risk göstergeleri açısından da Türkiye pek parlak durumda değil. Özel kredilerin artış hızı; bu artışın ulusal gelire oranı ve yabancı bankalara borçların ulusal gelire oranı gibi göstergeleri ele aldığımızda da Türkiye ve Romanya, tehlike sınırını aşan iki ülke olarak öne çıkıyor.
Yine Türkiye’de; AKP iktidarında 2003-2007 yıllarında ulusal gelirin büyüme hızı yüzde 7; dış borçların artış hızı ise yüzde 14 dolaylarındadır. Borç artış hızı geliri ikiye katlamışken aralığı biraz genişletir ve ekonominin bütünüyle IMF’ye teslim edildiği 1998-2007’ye bakarsak ulusal gelirin yıllık büyüme hızı yüzde 3.5, dış borçlardaki yıllık ortalama artış ise yüzde 11.4 civarındadır. Aynı dönemde tüm “gelişmekte olan” ülkelerin dış borçlarının ortalama artış hızı yüzde 5.5’tir. Türkiye bu grup içinde sadece artış hızıyla değil, hacimsel olarak da öne çıkıyor. Bu ülke grubunun dış borçlarında Türkiye’nin payı son on yılda yüzde 4’ten yüzde 6.1’e yükselmiştir.
Şubat ayı itibariyle 254.1 milyar dolarlık dış borç toplamından söz edilirken, bunun içinde özel sektörün payı yüzde 60’ı aşmıştır. YTL’nin yüksek kredi faizlerinden kaçan şirketler, hızlı bir şekilde dışarıdan dövizle ve kısa vadeli olarak borçlanmaktadır. Yabancı sermaye girişinin daralmasına bağlı olarak döviz kurlarında ani bir yükselme yaşandığında ne olacaktır? Gelirleri YTL, borçları döviz olan şirketler, bu “zayıf halka” kırılacak ve finansal kriz patlayacaktır.
Buna ek olarak önemli bir nokta da yabancı spekülatif sermayenin duruşudur. 2007’de Türkiye’de dolar yüzde 17,5 oranında ucuzladı. Yıllık yüzde 16.5 oranında faiz sunan bir Hazine Bonosu’na kaynak sağlayan yabancı rantiye, yılsonunda dolar üzerinden yüzde 41’lik bir getiri elde etti. Kâğıt üzerindeki bu karın, fiiliyata dönüşebilmesi için bu sermayenin döviz kurları yükselmeden dolara dönmesi gerekir. Alın size finansal kriz ortamı!
Son bir nokta ise YTL’nin yapay olarak aşırı değerlenmiş olmasıdır. Herhangi bir belirsizlik ortamında hızlı bir devalüasyonun yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Ekonomi yolunda mı demiştiniz?!
Açgözlülük, Açlık ve Bedel
Buraya kadar tamam da bundan emekçilere ne? Çizilen bu resimde emekçilerin, yoksulların payı yoktur. Bunu söylemek bile abesle iştigaldir. Krizi yaratan da, bundan nemalanan da sermaye kesiminden başkası değildir. Üstelik açgözlü sermaye, karlarını koruyabilmek uğruna temel yiyecek maddeleri üzerinde spekülasyon yapmaktan bile geri durmamakta ve 21. yy’da insanlığı açlığa mahkum etmektedir. Finans kapitalin piyasa anarşizmi, yükselen krizin bedelini de her halükarda emekçilere ödetmek isteyecektir. Ancak mevcut ortamın da ülkenin ve dünyanın yoksulları açısından cehennemden öte bir anlamı yoktur zaten. Bu noktada, kapitalizmin tarihsel ve yapısal krizine çözüm arayışları yazının başında da ifade ettiğimiz gibi en iyi ifadeyle saflıktır. Finans kapitalin her anlamda tahakkümü politik ve ideolojik olarak reddedilmeli, dönemin açığa çıkardığı olanaklar üzerinden sınıf kavgasının yoluna düşülmelidir. Şairin de dediği gibi;
Her şey sussa bile biz söyleyelim/gözler alışsa bile gördüklerine/kararmaya yüz tutsa da ateşin belleği/bitince başlayalım yeniden söylemeye
Haydin hep birlikte bir türkü…
Söylemeden Geçmeyelim
Kısa adı TÜİK olan Türkiye İstatistik Kurumu, maşallah çok iyi çalışıyor. Sık sık yeni rakamlar, oranlar ve düzeltmeler yayınlıyor. Takdir etmek lazım! Bir anda milli gelir artıyor, enflasyon oranları hepimize “acaba biz başka ülkede mi yaşıyoruz” dedirtiyor vs… Üzerinde çok fazla durmak gerekmez, ama birkaç şey söyleyip yaptıklarını “yemediğimizi” belirtelim.
Örneğin; TÜİK 2007 tüketici enflasyonunu yüzde 8.7 olarak açıkladı. TÜİK, bu oranı halen takip ettiği 425 mal ve hizmetin fiyatlarından elde ediyor. Ancak bunların yaklaşık beşte dördü, alt ve orta kesimleri, yani bu ülkenin yoksullarını ilgilendirmiyor. Halkı birebir ilgilendiren 90 mal ve hizmetin enflasyonu ise yüzde 20’nin üzerindedir. 2007 yılında beyaz peynir yüzde 90, limon yüzde 60, domates yüzde 40, yumurta yüzde 32, salça yüzde 30, ev kiraları yüzde 20 ve ekmek yüzde 18 zamlanmış. Alın size enflasyon!
Bir de bu arada bir anda zenginleştiğimizin, ulusal gelirimizin arttığının haberini aldık. TÜİK; cari ve sabit fiyatlarla ve YTL ile hesaplanan milli gelir rakamlarını, ucuzlayan döviz kurlarını kullanarak dolara çevirdi ve “acayip zenginleştik” diye duyurdu. Bu, istatistiklerle yalan söylemenin ötesinde Boratav’ın tabiriyle “rakamlarla soytarılık”tır.
Ama daha önemli bir nokta var. Kişi başına düşen ulusal gelir farzedelim ki 100.000 dolar olsun. Bize ne! Bu ülkenin emekçisinin cebine 435 YTL asgari ücret girerken, kâğıt üzerindeki dolarların bir anlamı yoktur. Büyüme, ulusal gelir gibi rakamlar sermaye ekonomisinin kendini kamufle etme araçlarındandır. Rakam soytarılıklarını, “iyiye gidiyoruz” laflarını bir kenara bırakalım. Elindeki her şeyi haraç mezat satan iktidar, bunlar bitince şimdi de masal satmaya başladı. Bakalım sırada ne var? Bir Brezilya atasözünde söylendiği gibi “bokun bir değeri olsaydı, yoksullar kıçsız doğardı!”