İki Taktik, İki Fırsat
M. Sinan MERT
20 Ocak 2009
Ülkenin politik gündemi her zamanki gibi oldukça yoğun. Yaklaşan yerel seçimleri, çatı partisi girişimini, ekonomik krize karşı ortaya konan tepkileri gölgede bırakan iki önemli gelişme geçtiğimiz günlere damgasını vurdu. Ergenekon davasındaki gelişmeler ve Filistin’de yaşananlara dönük tepkilerden bahsediyorum.
Ergenekon’un 10. dalgası ile yeniden gündemin önlerine tırmandığına tanık olduk. Gerçekten gittikçe sönümleniyormuş gibi algılanan, hatta kimi gözaltılarla iyice sulandırılarak önemsizleştirileceği düşüncesine kapıldığımız Ergenekon davası, yeni yılla birlikte yeniden hız aldı ve özellikle askeri cenahtan oldukça önemli isimler gözaltına alındı, tutuklandı. İbrahim Şahin’in devreye girmesi ile Susurluk ilişkisi gündeme geldi. Gerçekten de şu soruyla başlayabiliriz belki. Ne oldu da operasyon canlandı?
Bu soruya verilecek yanıtın “hukuki soruşturmanın ihtiyacı, ortaya çıkan yeni bulgular vs.” gibi “kendiliğinden” gerekçelerden ibaret olamayacağını düşünüyoruz. Ergenekon davası doğal bir hukuk davası değil. Bir siyasi operasyonun, bir başka derin uzlaşmanın sonucu olarak ilerleyen bir dava. Geçtiğimiz günlerde Eruygur’un tahliyesi ve mahkumların Kocaeli Garnizon Komutanı tarafından ziyareti sonrasında operasyonun daha fazla genişlemeyeceği yönünde bir beklenti oluşmuştu.
Bence, operasyonun yeniden hız almasındaki en önemli etkenlerden bir tanesi özellikle Sivas’taki operasyonda çok net bir biçimde ortaya çıkan kimi Ermeni vatandaşlarımıza dönük suikast hazırlıkları idi. Bununla amaçlanan, Abdullah Gül’ün Ermenistan’a gitmesi sonrasında başlayan sürecin, “Özür diliyoruz” kampanyasına dönük tepkilerden destek alarak gerçekleştirilecek bir suikast ile kesintiye uğratılması idi. Böylece Türkiye-Ermenistan arasındaki uzlaşma atmosferi ortadan kalkacak, Ermenistan’ın Kafkasya’daki Amerikancı kampa transferi gecikecekti.
Bu planların deşifre edilmesinin, operasyonun ilerletilmeyeceğine dair bir uzlaşmayı bozmuş olma ihtimali yüksektir. Ergenekon’un operasyonel gücünü ortadan kaldırmak amacıyla bu sefer cephanelikler ortaya çıkarılmış, askerin örgütlenmedeki rolünü tüm çıplaklığı ile ortaya seren tutuklamalar gelmiştir. Bu durumun ordu içindeki gerilimi arttırdığı da görülmektedir. Başbuğ’un çıkışları, intihar eden eski JİTEM komutanı Kırca’nın cenazesine ordu üst kademesinin topluca katılması ve birlik havası verilme gayreti; aslında ordunun içinde söz konusu tasfiye operasyonunun ve bu operasyonda Genelkurmay’ın tamamen AKP ile uyumlu bir şekilde ABD planı çerçevesinde yürüyüşüne tepki bulunduğunu, bu tepkinin yönetilmesinin ise kolay olmadığını göstermektedir. Hala rahatsız olan genç subaylar mevcut gibi.
Bir kez daha altın çizmek gerekirse, Ergenekon esas olarak devlet içinde, devlet eliyle büyütülen, işlevlendirilen bir Özel Harp Dairesi departmanının adıdır. AB üyeliği ve Irak savaşı sonrası Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin zorlandığı koşullarda kurulmuştur. ABD ile ittifakı en ileri düzeyde temsil eden AKP’yi, yükseltilecek bir milliyetçi dalga üzerinden şekillendirmek; Kürt sorunu ile ilgili olarak kimi zaman Genelkurmay metinlerinde de belirtilen ve talep edilen sivil direnci örgütlemek, Amerika dışı bir stratejik ittifakın sosyal tabanını yaratmak, AB sürecinde devletin iç dengelerini zorlayacak dönüşümlere engel olmak amacı ile görevlendirilmiştir. Sosyal örgütlenme yönü çok belirgindir. Bu durum askeri-silahçı kanat dışında birçok ismin ilişkilenmesini mecbur kılmıştır. Bir dönem sayıları olağanüstü bir hızla artan millici, ulusalcı güçlerin örgütlenmesinde birinci dereceden sorumludur.
Şimdi bu özel departman büyük oranda görevini tamamlamıştır ve ABD ile yapılan bir uzlaşma sonucunda tasfiye edilmektedir. Bu uzlaşmayı ortaya çıkaran koşullar, büyük oranda Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerdir. Kerkük’ün Barzani’ye verilmemesi, K.Irak-Türkiye ilişkilerinin ABD tarafından teşvik edilmesi bu uzlaşmanın önemli emareleridir.
Dolayısıyla tasfiye edilen derin devlet değildir. Derin devletin, özel bir görevle konumlanmış bu dönemde çok işlevsel olmuş bir alt departmanıdır. Finans kapital egemenliği koşullarında derin devletin tümüyle tasfiyesi eğer mümkünse de ancak güçlü bir halk hareketinin hassasiyeti ile mümkündür. Dönem dönem gerçekleşen tasfiyeler ise politik dengelerin ürünüdür.
Bu yapılan analiz, Ergenekon’u kesinlikle önemsiz olarak algılanması gereken bir süreç olarak görmez. Tam tersine derin devlet ile gerçekleşecek bir hesaplaşma için yaratılmış çok önemli bir fırsat olarak değerlendirmek gerçekçidir. Yaşanan gelişmeleri derin devletin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkarılması için bir fırsat olarak görebilmek izlenmesi gereken doğru tutumdur. Ergenekon’u hafife alan, hele de salt AKP’nin kendi muhalefetini temizleme işlemi olarak görmek gözünün önündeki bağlı deveyi görmemektir, devlet ile, finans kapital diktatörlüğü ile ilgili tüm duyarlılıklarını yitirmiş bir “sol” zihniyet belirtisidir. Bu tutumdan kesinlikle uzak durmak gerekir. TKP, dahi geçen operasyondaki şuursuz tavrını dengelemeye çalışan bir ruh hali içindedir. En azından insanları “cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak” için eyleme davet etmemektedir.
Operasyonun özde ABD menşeli olması, yarattığı imkânların üzerine gidilmesine engel değildir.
Ergenekon söz konusu olduğunda, yapılan tartışmalardan biri de Susurluk sürecinde ortaya konan tepkinin neden Ergenekon konusunda ortaya çıkamadığıdır. Bunun sağlıksız bir durumun işareti olduğu açıktır. Son 30 yılı neredeyse olağanüstü yönetim biçimleri altında geçmiş bir toplumun, geçmişi ile hesaplaşmaya bu kadar az heveskâr olması bir zihinsel rahatsızlık belirtisidir.
Bu sonucun ortaya çıkmasına yol açan koşullar ile ilgili çeşitli değerlendirmeler yapılabilir, ama bence liberallerin dillerinin altında sakladıkları baklada olduğu gibi solun, sosyalist hareketin devlete duyduğu derin hayranlık yaklaşımı abartılıdır, gerçeği yansıtmaz. 27 Mayıs’ın ardı sıra yetişen gençliğin ruh hali ile paralellikler kurmak yanıltıcıdır. Bugün devrim için mücadele gibi bir derdi olan her solcu kendisine milat olarak 12 Eylül’ü alır. 2009 yılında askerden, devlet sınıflarından beklenti içinde olan bir solcu olamaz. Bu tepkisizliğin esas sebebi solun şu ya da bu özelliği değil, esas olarak solun olamayışıdır, 2000’li yıllarda yaşanan yoğun ideolojik, politik, örgütsel ve kadrosal tasfiye sürecidir. Bu toplumun geleneksel olarak sokağa çıkmasını tetikleyen kesimleri 1960’dan bu yana en zayıf dönemini yaşamaktadır. Ulusalcılığın sola bu kadar nüfuz edebilmesi de bu tasfiye sebebiyledir. Toplumun sola ne kadara büyük bir ihtiyaç içinde olduğu sırf bu olaydan bile gözlenebilir. Liberallerin büyük beklenti içinde oldukları muhafazakâr kesim, sıradan bir Filistin protestosunda bile ırkçılık yapamadan duramaz, Ergenekon meselesinde ise tedbiri elden bırakmaz, sadece seyreder.
Ergenekon meselesinde önümüze büyük bir imkân sunuldu. Bu imkânı değerlendirebilmek, ülkedeki tüm derin operasyonların hesabını sormayı hedefleyen bir geniş kampanya yürütebilmek, AKP’nin gerçek niyetinin sahtekârlığını ortaya koyabilmek için bunu yapmaya ihtiyacımız var. Yoksa bu sürecin tüm politik kazanımı AKP’nin hanesine yazılır. Toplumsal bilinçte de darbe mağduru, “aslında” haklı soldan, “darbenin içten içe destekçisi” sola doğru bir imaj değişikliği kaçınılmaz olarak gerçekleşir ve bu imajın ceremesini birkaç on yıl üzerimizden atamayız. O yüzden süreci seyretmektense, olabildiğince hızlıca ortak bir zemin yaratarak, sadece darbecilerin değil darbeyi gerçekleştirenlerin de yargılanmasını talep etmek üzere harekete geçmeliyiz.
Bir diğer mesele “İsrail’in Filistin operasyonu.”
Gerçekten son yılların en büyük vahşeti tüm dünyanın çaresizliğinin sahnesinde yaşandı. Üçte biri çocuk 1200 kayıp veren Filistin halkı, ölüleriyle, acılarıyla, yokluklarıyla bir destan yazmak zorunda kaldı. Hamas, 2006’da Hizbullah’ın yaratabildiği “çaresiz İsrail” imajını devam ettiremedi. Fakat sonuna kadar direnmekte ısrar etmek gibi de bir erdemi sahiplendi.
Bizim politik ortamımızda da muazzam etki yaratan bir saldırı idi söz konusu olan. Sokaklar her yerde ısındı. Fakat sol açısından çok sayıda lokal eyleme rağmen sürece damga vuram gerçekleşemedi. Geçen politikaya görece mesafeli bir arkadaş “Solcular Filistin’le ilgili bir şey yaptı mı?” diye sordu. Yapılan onlarca eylemi anlattım ama hem Başbakan’ın fiyakalı açıklamalarının, hem de Saadet’in İstanbul’daki mitinginin sahnede başrolü kaptığı muhakkak.
T.Erdoğan’ın resimlerinin Arap dünyasının sokaklarında kahraman edasıyla Chavez’in yanında gezdirilmesi ise gerçekten saç baş yoldurtacak bir durum ortaya koyuyor. İsrail’in en büyük bölgesel ittifakının başbakanı, hem de İsrail başbakanı ile hemen saldırı öncesinde 5 saat konuşmasına rağmen kendisini İsrail’e posta koyan lider durumuna sokabildi. İşte burada güçlü, merkezi bir sol kampanya İsrail büyükelçisinin gönderilmesi talebi ekseninde kapsamlı bir çalışma yapsaydı, ipleri biraz gerebilseydi, toplumu bu talebi tartışır hale getirebilseydi, başbakan bu kadar rahat olur muydu? Bütün sol merkezi olarak bu noktaya vurabilseydi, dindarların da AKP’ye olan bağlılıkları ile ilgili bir gedik açamaz mıydık?
Genel konuşmaktan ziyade sonuç alacak bir talep yaratabilmek konusunda daha fazla çalışmamız gerekiyor. Bu yaklaşım emeklerimizi büyütecektir. Politik çalışmanın sonunda alınan somut karşılıklar, örgütlenme imkânlarının artışına yol açar.
Patinaj, kendini tekrar, iğneyle kuyu kazma, taktikle örgütlenememe yakınmalarımızın biraz meseleyi somutlaştıramamakla da ilgisi yok mu?