G–20 Zirvesi: “Anlaşmış Gibi Yapmak”
Ayşe TANSEVER
6 Nisan 2009
G–20 zirvesi öncesi her bir yerden ayrı bir ses çıkıyordu. ABD’nin yeni lideri Obama, “yeni kurtarma paketleri” diyordu. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy ve Almanya lideri Merkel, kesinlikle yeni paket oluşturmayacaklarını söylüyor, finans dünyasına bir düzenleme olmazsa olmaz da diretiyorlardı. Sarkozy, “bu kabul edilmez ise vurur kapıyı çıkarım” bile dedi. AB’nin dönem başkanı “Obama’nın gösterdiği yol cehenneme giden yoldur” açıklamasını yaptı. Merkezler arasında büyük bir uçurum vardı.
3. Dünya ülkeleri “bu krizi siz yarattınız, siz çözün” söylevi ile kenarda dursalar bile baskı yaptılar. İngiliz Hükümet Başkanı Brown, 3. Dünya ülkelerinin önde gelen ülkesi Brezilya ve diğer Latin Amerika ülkelerini dolaşıp onları yumuşatmaya çalıştı. Çin, “rezerv için yeni para birimi kurulmalı” dedi. Rusya, AB kararlarına destek verir gibi göründü.
Uzun lafın kısası zirve öncesi herkeste oluşan kanı şuydu: “Bu kadar farklı görüş içinde 8 ya da 9 saatlik zirveden ortak bir karar çıkması deveye hendek atlatmak kadar zordur.” Kimsenin umudu yoktu. “Bu savaş nasıl bitecek” diye beklemeye başladık.
Sonuç bir şok gibi oldu. Zirve sonrası açıklamalara bakalım. Obama, “Londra zirvesi her anlamda tarihi bir zirvedir” dedi. Merkel de bunu onayladı. Sarkozy kapıyı vurup çıkmadı. Obama, Berlisconi, Medeyev’in can ciğer neşeli pozları gazete birinci sayfalarında yer aldı. Liderler, yorucu ve başarılı bir çalışma gününün ardından pek mutlu mutlu göründüler. Akşama İngiliz Kraliçesinin verdiği resmi kabulde gülüşmeler, şakalaşmalar, sarmaş dolaş olmalar vs. vs.
Zirveden çıkan imaj, zirve öncesi korkuların hepsinin yersiz olduğu doğrultusundaydı. Kriz aşılacaktır. Liderlere güvenin. Sokakta yapılacağı söylenen patırtı gürültü de çok ses çıkarmadı. Zirve atlatıldı.
Bize göre böylesine büyük bir krizi, kapitalizmin temellerini sarsan bir krizi, böylesi zirvelerle aşmak zaten mümkün değildir. Zirvede, kapitalist pazarın ihtiyacı olan bir iyimser hava verilmesi çok önemliydi. Başbakan Erdoğan’ın çaldığı gibi havalar çalındı.
Zirvede kararlaştırılan maddelere biraz daha yakından bakıp bu değerlendirmemizin altını doldurmaya çalışalım.
Bol Para
Anlaşmanın en dikkat çeken yanı “bol bol para” vaat etmesi. Tüm gazeteler zirvede liderlerin yeni 1.100 milyar dolar sözü verdiğini yazdılar. Pazar bol paraya boğulacak. Paranın 750 milyar doları IMF kasasına verilecek. 250 milyar dolar, ticaret kredisi olarak ihtiyacı olana dağıtılacak. Geriye kalan 100 milyar dolar ile de çok uluslu kalkınma bankalarına destek yapılacak. Yani sözü verilen paranın 2/3’ü IMF’ye ayrılacak.
Bizim sanayicilerimiz dâhil tüm dünya iş çevreleri keyifli. “1.100 milyar dolar” deniyor. Milyon dolar değil, 1.100 milyar dolar! Herkes iştahla bakıyor. Ama sorun şu; “para nereden gelecek?” Üye ülkeler 500 milyar dolar, AB, ABD ve Japonya 100 milyar dolar, Çin de 40 milyar dolar verecek. Toplanınca 640 milyar dolar ediyor. Geriye kimin vereceği belirsiz bir 460 milyar dolar daha kalıyor.
Hadi iş çevreleri bu para ve kredi işine sevinsinler sevinmesine ama hayata geçirilmesi ne kadar realisttir? Sözler tutulacak mıdır? Inter Press Ajansından Sanjay Suri “Para Nerede, ve Parayı Kimler Verecek?” başlığı taşıyan yazısında da şöyle diyor: “2005 yılında Afrika ülkelerini krizden kurtarmak için yapılan zirvede 50 milyar yardım sözü verildi. Ama bu para hiç bir zaman ortaya çıkmadı. Zengin ülkelerin refah içinde yüzdüğü o günlerde 50 milyar doları çıkarıp veremediklerine göre, şimdi bu zor günlerde trilyon doları kim verecek?” Biz de buna ekleyelim: “Afganistan için kaç tane zirve yapıldı ve her birinde milyarlarca dolar yardım sözleri verildi. Ama pamuk eller cebe gideceği zaman da bin bir dereden bin bir su getirildi. Söz verilen paraların yarısı bile ortaya çıkmadı. Verilenler de çeşitli kriterlere bağlandı.”
Şimdi bu 1.100 milyar dolara da bu gözle bakmak gerekir. Zaten ancak yarısının kaynağı somut gibi gözüküyor. IMF parayı somut istediğinde ne olacak belli değildir. Böyle kredilere, bol bol keseden vaatlere, kapitalist dünyada sık sık rastlanır. Ama iş gerçekleşeceği zaman bin bir engel çıkar. Zaten bu bol bol kredi ve her şeyin harika gittiği laflarıyla balonlar şişirile şişirile bu gün bu hale gelmedik mi? Balonlar patlamadı mı? İşte yeni bir “1.100 milyar dolar balonu” ile karşı karşıyayız.
Ayrıca unutmayalım ülkelerin parası olsa, herhalde ilk önce kendi ülke içlerinde kullanmayı yeğleyeceklerdir.
Yıpranmış Eski Kurumlar
Nereden geleceği pek belli olmayan şişirilmiş para miktarının büyük kısmı IMF ve Dünya Bankası gibi iki kuruma verilecek. Krizden çıkma umudu bu iki kuruma bağlanıyor. Bir terslik yok mudur?
Bolivya lideri Evo Morales bu konuda şöyle diyor: “Bu, kurda para vermek gibi bir şey, ya da koyun sürüsünün bakımını kurda devretmek. Kurt kuzulara yardım etmeyecektir onları yiyecektir.” (Bolivya Rising internet sitesi. 5 Nisan 2009)
Morales haklıdır. Yeni liberal politikaları 3. Dünya ülkelerine dayatan bu kurumlar değil miydi? Politikaları uygulayan ülkeler sonunda ‘biz bu kurumların dayattığını yaptık ve battık’ demediler mi? Yaşadıkları krizlerin sorumlusu olarak IMF ve Dünya Bankasını göstermediler mi? O nedenle bu kurumların önerilerine, dayattığı politikalara kuşku ile bakılmıyor muydu? “Kurumlar eskidi, yenilerini getirelim” tartışmaları yok muydu? Çin kurumun içine merkez ülkeleri dışında 3. Dünya ülkelerinden üye almasını önermiyor muydu? Kurum en azından yeniden yapılandırılmayacak mıydı?
Zirvede neredeyse en büyük yük bu kurumlara verildi. Bunların görevleri ve sorumlulukları arttırıldı. Kurt, kuzuları yemek için daha güçlü hale getirildi. Merkezlerde başlayan kriz yakında derinleşip ülkemiz gibi 3. Dünya ülkelerini borçlarını ödeyemez duruma getirecektir. Borç ödememeleri, küreselleşmiş dünyamızda merkez ülkelerini de etkileyecektir. O zaman onların da ekonomik olarak daha sancılı hale gelmeleri kaçınılmaz olacaktır. IMF’nin borç verme kapasitesinin arttırılması bununla ilgilidir. IMF, yeni borçlar ile kapitalist pazarların dönmesinin sekteye uğramasını engellemeye çalışacaktır. Yani, merkez ülkeler kendilerini koruma altına aldılar.
Peki, borç ödemek için borç alan ülkeler ne olacaktır? IMF, bilindiği gibi borç vermek için yoksul halkların boğazını sıkardı. Şimdiye kadar yapılan anlaşmalar ile de devletler varlarını yoklarını sattılar, her şeyleri özelleşti. Peki şimdi, IMF yeni krediler açmak için acaba ne tür garantiler isteyecektir? Unutmayalım sermaye çok korkaktır. IMF tüm dünyada rezil olmayı göze alarak bir kaç yıl önce Arjantin’i kurtarmamıştı. Korkmuştu. Şimdi acaba bizlere yeni krediler vermek için ne tür yoksullaştırma politikaları dayatacaktır? Merkez ülkelerin kendilerini güvenceye alması için bizim yoksul halklarımıza ne tür sefaletler reva görülecektir, öğreneceğiz. Zirvenin IMF bütçesini arttırmasının altında yeni soygun planları vardır.
Doha Görüşmeleri
Zirve, Doha görüşmelerine bir an evvel başlanması ve bir sonuca bağlanması kararını aldı. Bu görüşmeler yıllardır kaç kez başladı ve kaç kez sonuca bağlanmadan dağılındı. Küreselleşmenin “iyi günlerinde” merkezler sübvansiyonlarını kaldırmadılar. Şimdi zor günlerde mi kaldıracaklar? Her yerde korumacı politikaların fışkırmaya hazır beklediği bir ortamda, Doha’da serbest ticaret doğrultusunda anlaşmaya varılmasını beklemek “ölü gözünden yaş beklemekten” başka bir anlam taşımaz. Eğer ki kriz nedeniyle çok zor durumda olanların boğazı sıkılmayacak ya da denize düşenin timsaha sarılması gibi bir durum oluşmayacaksa, Doha görüşmelerinin bu dönemde sonuçlanması beklenemez. Bu kararın krizi çözmekle ilgili bir değeri yoktur.
Zirveden çıkan 250 milyar dolarlık ticaret kredisi de pazar daralmasını ne derece açacaktır? Bu krediden 3. Dünya ülkelerinin yararlandırılacağını sanmak saflık olacaktır. Merkez ülkeler kendi aralarında bu krediyi paylaşacaklardır. En zor durumda gibi görülen inşaat ve otomobil endüstrisine verilecek krediler kapitalizmin mantığına ters sonuçlar doğurabilir mi? Yani örneğin, Çin ve Hindistan oto sanayileri karşısında yenilenmesi gereken merkez oto sanayilerine krediler vermek, onları kurtarmak ne kadar doğru olacaktır? Mezarını kazan kapitalizme güzel bir örnek.
Çok çok önemli olduğu halde zirvede “korumacılık” konusuna değinilmedi, ya da yeterli hassasiyette değinilemedi. Dünya Bankası raporuna göre zirvedeki 20 ülkenin 17 tanesi çeşitli yollardan ticareti engelleyici 47 uygulama koydular. Böyle yaparak da Kasım 2008 zirve kararlarına aykırı davrandılar. Önümüzdeki günlerde kriz daha da derinleştiğinde, çeşitli şekillerde korumacı duvarların kaldırılması kaçınılmaz hal alacaktır. Zirvede bu konu hiç konuşulmadı. Yeni bir disiplin getirilmedi. Bu konu çok hassastır. Örneğin, korumacı paketler açmanın kendisi bile bir korumacılık olmuyor mu? Yani, bu konu eğer zirvede konuşulsa idi altından kalkmaları olanaksızdı. Zaten baştan zirvenin “suya sabuna dokunmaması” ve “yapılmış olmak için yapılması” gerektiği kabul görmüştü.
Finans Sorunları
AB ülkeleri, zirvenin ana maddesinin “finansın denetimi” olması görüşündeydiler. “Uluslararası muhasebe standartları yeniden düzenlenmeli” diyorlardı. Bu yapılacak. “Vergi cennetlerine göz yumulmamalı” deniyordu. Bu doğrultuda zirve öncesi gelişmeler yaşandı. Lüksemburg, Belçika, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerde banka gizliliğinin kaldırılması doğrultusunda sözler alındı. Hedge fonlarının sıkı denetlenmesi isteniyordu. Bu konuda da anlaşmaya varılmıştır. “Banka gibi çeşitli finans kurumu yöneticilerinin aşırı paralar alması engellenmelidir” deniyordu. Bu konuda da anlaşıldı. Zaten bu zor bir şey değildi.
Evet, yapılacak. Sözler, sözler, sözler… Bu tür sözler verilebilir. Uygulaması için yeni yasaların çıkarılması, yeni kuralların geçirilmesi gerekir. Bunlar aylar değil yıllar alır. İkili görüşmelerle çeşitli kaçış kapıları açılır. Çeşitli engellemelerle karşılaşırlar. Sonunda da hedefe ulaşıldığında “minareyi çalan zaten kılıfını hazırlamış” olur.
Düzenimiz “finans-kapital düzeni” olduğuna göre, bunlar ortadan kalkmadan krizlerden çıkmak olanaksızdır.
Sonuç
Krizden çıkış için anlaşmanın zorluğu, zirve öncesi yapılan çeşitli alt düzey toplantılardan ortaya çıkmıştı. Geri dönmek de “kriz yangınına körükle gitmek” olurdu. Başka bir yol seçildi. Umut vermek için toplanılmalıydı. Sonuçta, bol keseden para vaatleri vermek, yıllar alacak yeni düzenlemeleri yapma kararı almak, zaten kilitlenmiş olan ticari görüşmeleri yeniden başlatmak, şimdi içinde yaşadığımız ve daha da derinleşecek olan krizi aşma doğrultusunda pek bir anlam ifade etmemektedir.
Zirve öncesi, “yeni bir zirvenin ancak önümüzdeki yıl toplanabileceği” söyleniyordu. Ama zirve sonucunda görüldü ki liderler hemen Temmuz ayında İtalya’da, sonra Ekim ayında Washington’da bir araya gelecekler. Bu kadar kısa sürede bu kadar sık buluşma kararı bile alınan kararlardan liderlerin ne kadar kaygılı olduklarının işareti olmalıdır.
Dünyamızda BM kayıtlı 192 tane ülke var. Biz 20 ülkenin aldığı karalardan söz ediyoruz. Bu zengin ülkeler çok iyi bir olasılıkla kendilerini kurtarsalar bile geriye 172 tane ülke ve burada yaşayan dünyanın 1/3 nüfusu, yani bir kaç milyar insan söz konusudur. Merkez ülke insanı belki işsiz kalacaktır ama onun birçok sosyal güvencesi olabilir. Bu 20 ülke içinde bizim ülkemiz gibi, Çin, Brezilya, Hindistan gibi milyarların yaşadığı ülkelerde ise bu türden sosyal güvenceler yoktur. Onları ve diğer 172 ülke insanını açlık ve sefalet beklemektedir. Kelimenin tam anlamı ile açlık. Eğer bu insanlar açlıktan ölmeyeceklerse, o zaman dünyada bir şeyler değişmek zorundadır. Zirveden, söz konusu 20 ülke için bile bir şey çıkmadığına göre dünya çoğunluğunu oluşturanlar “biz açız” diye dünya tarihine damga vurmak zorunda kalacaklardır.
O nedenle de G–20 zirvesi sonunda yapılan NATO toplantısı önemlidir. Açlıktan ölmemek için ayaklanan insanlara karşı bu ülkeler ellerindeki az sayıda varlığı nasıl koruyacaklardır. Kimler, nasıl, nerede silahları kuşanıp korumaya çalışacaktır? Hangi silahlar kullanılacaktır? O belirlenmek zorundadır. G–20 sonrası Fransa’da yapılan NATO toplantısı zirveyi bu anlamda tamamlamaktadır.
Aslında zirveden çıkan asıl sonuç şudur: “Kapitalizm dünyamızın içinde bulunduğu sorunları çözmede yetkin değildir. Onun üretebileceği bir şey yoktur. Finans kapital düzeni gitmeden de insanlık huzura kavuşamaz.”