Ergenekon’da Ne Oluyor?
M. Sinan MERT
11 Temmuz 2008
Çok ciddi bir hesaplaşmanın içerisinden geçtiğimiz muhakkak. Etrafımızda yaşananların her biri bu çatışmanın seviyesi ile ilgili sinyaller içeriyor. En son konsolosluk baskını, tutuklamaların son durak olmadığı şeklinde okunabilir. Tasfiye edilenler birilerine elden ayaktan kesilmediklerinin sinyallerini vermeye çalışıyor gibi. Apar topar ve ABD’ye verilen bu hızlı yanıt, bozgun havası yaşayan örgütü diri tutmaya dönük bir girişim gibi gözüküyor.
Düzenin egemen kesimleri arasındaki hesaplaşmalarla ilgili değerlendirmeler yaparken olayları zorlama kalıplar içine sıkıştırmaya çalışma hatası sık sık yapılır. Olayın birebir öznesi olmayan, görünüşlerden yola çıkarak olayın perde arkasına ulaşmaya çalışanlar zorlandıkları noktalarda kaçınılmaz olarak kimi kolaylaştırmalara ya da formüle uydurulamayan detayları görmezden gelmek zorunda kalma gibi zaaflara sığınabilirler. Bizim değerlendirmemizde de benzer hata paylarını öngördüğümüzü başlarken belirtelim. O yüzden meselenin bizce esas önemli kısmı yaşananların ne olduğunu yüzde yüz çözümlemektense, olayların yaratabileceği sonuçları doğru okuyabilmek ve bunlara karşı doğru tutum alabilmek. Fakat olayların içeriği ile ilgili kimi o kadar büyük yanlış değerlendirmeler ortalığı kaplamış durumda ki asgari seviyede bir berrak görüş olmaksızın doğru bir politik tutum alabilmek de mümkün olamayacak gibi gözüküyor.
Eğer bunun aksi doğru olsaydı herhalde adında komünist olan bir partinin “Cumhuriyet”e sahip çıkmak adına çetecilerin gözaltına alınmasını protesto ettiği bir fecaat ile karşı karşıya kalmış olmazdık. Söz konusu parti 19 Aralık Katliamı’nda benzeri cevvallikle öne atılmış mıydı, hafızamızı zorladık hatırlayamadık.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 27 Nisan muhtırasından beri ordu-AKP geriliminin had safhaya çıktığını çok iyi biliyoruz.[1]Fakat yaşanan her şeye artık biraz da teatral bir görünüm kazanmış, medya savaşları halini almış bu dövüş çerçevesinde bakarsak bugünkü gelişmeleri değerlendirebilmemiz mümkün değildir. Hele de laiklik-şeriatçılık ikileminden bakmak tam bir körlük yaratır. Bu kutuplar hiçbir gerilimi açıklayamaz demiyoruz ama bugün bu gerilim gerçekten yaşananların üstünü örtmek ve bir dezenformasyon yaratmak amacıyla kullanılıyor. O yüzden bugün kalkıp Cumhuriyete sahip çıkmak adına gözaltıları protesto etmek siyaseten şapşal duruma düşmek anlamına geliyor.
Fazla uzatmadan söyleyelim. Tezimize göre, Ergenekon operasyonu aslında ordu içindeki fraksiyonların birbirini tasfiye etme çabasıdır. AKP bu işin esaslı bir öznesi bile değil gibi gözükmektedir. AKP / Genelkurmay arasında zımni bir ittifak söz konusudur, ama davanın gidişatını temel olarak genelkurmayın belirlediği düşünülebilir. AKP’nin yaptığı bu kavganın öncü öznesi gibi davranarak kapatma davası ile yıpranmış imajını düzeltmeye çalışmak, tabanına güçlü olduğu mesajını vermeye çalışmaktan ibarettir. Bu yaşananları bize AKP’nin demokrasi kahramanlığı olarak anlatmaya çalışanlar da, bilinçsizce yapıldığına inanamayacağımız bir dezenformasyon yaratmaya çalışmaktadırlar. Böylece bu ABD manevrasının yaratabileceği karşı tepkileri zayıflatmayı hedeflemektedirler.
Peki ordu içerisinde neden bir tasfiye yaşanmaktadır?
Ordu kadrolarının, devlet kurucularının zihinlerinde Balkan ve I. Dünya Savaşları’nın izlerinin ne kadar güçlü olduğu biliniyor. TC bürokrasisinin aslında Osmanlı Hariciye’sinin, büyük güçler arasında dans ederek varlığını sürdürebilmenin deneyimini edinmiş olduğunu da hatırlayalım.[2]
Kürt sorununun özellikle Irak’ın işgalinden sonra aldığı yeni boyutu, Güney Kürtleri’nin ABD ile geliştirdiği güçlü ittifak zemininin orduda yarattığı gerilim ülke içinde bir yıl öncesine kadar elle tutulacak kadar somuttu. Irak Savaşı’nın öncesinde yaşananlar, 1 Mart tezkeresinin reddi, çuval olayı ABD-Türkiye ittifakını önemli oranda zora soktu. Bu süreçte ABD ile ittifakın Türkiye’ye Kürt sorunu ile ilgili inisiyatif kaybettireceğini düşünen, dolayısıyla Türkiye’yi yeni oluşan güç merkezlerine yakınlaştırmayı hedefleyen, içeride de AB sürecini yukarıdaki tercihler paralelinde durdurup daha otoriter bir siyasi iklime taşımayı hedefleyen bir iktidar fraksiyonu, özellikle ordu içinde gittikçe güçlendi. Bu kesim AKP’nin temsil ettiği küreselleşmeci eğilimlerden zarar gören küçükburjuva kesimleri kendisine sosyal taban kılmaya çalıştı. Çeşitli dernekler aracılığı ile hem büyük kentlerde hem de kırlarda bir sosyal taban yaratıldı da. Irkçı/milliyetçi bir retorik bu örgütlenmenin temel harcı oldu.[3]Özellikle Kıbrıs ve Kürt meselelerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgilerinin bütünüyle aşılacağı bir aşamada inisiyatif kazanabilecek bir kanat olarak kendilerini yapılandırdılar. Bu iklimi güçlendirmek için çeşitli eylemlerde de bulundular. Laik/dinci gerilimini kaşıyarak güçlenme arayışı olarak Cumhuriyet gazetesi bombalamaları, Danıştay saldırısı; milliyetçiliğin kışkırtılması için Hrant Dink suikastı tezgâhlandı. Bu eylemler destabilizasyon yaratarak kendi manevra yeteneklerini arttırmaya dönük adımlar olarak okunabilir.
Sanıldığının aksine finans kapitalin bu eğilimi zor günlerde kullanılabilecek bir seçenek olarak, ehven-i şer olarak yedeklediğini düşünmemizi sağlayacak birçok veri mevcuttur. ABD ile gerçekten gerilen ilişkiler, hiç istenmese de, başka bir takım seçeneklerin açık tutulmasını zorunlu hale getirmekteydi. Büyükant’ın “K.Irak’a mutlaka girmeliyiz ama Barzaniye’ye ne yapacağımıza karar vermemiz lazım!” demesi yukarıda anılan fraksiyonun gücünün zirveye yükseldiği anı temsil eder. Siyasi kararlılık oluşursa, bölgedeki ABD’nin en ileri müttefiki ile çatışma seçeneğinin dile getirilmesi aslında açık bir rest olarak okunabilir. Bu restin ikna ediciliği de aslında anti-ABD’ci, Avrasyacı kanadın gerçek gücü ile mümkün olabilirdi. Dağlıca sonrasında yaşananlar ise bu hikâyenin günümüze kadar uzanan kırılması olarak değerlendirilmeli. Barzani ile çatışma Eruygur’u belki de çok önemli bir siyasi figür haline getirebilecekken Barzani ile uzlaşma “Cumhuriyet fedaimizi” kodese tıktırdı.[4]
Gerçekten de İran ile hesaplaşmayı ciddi biçimde önüne koyan, ekonomik krizin pençesine düşme tehdidi altında yaşayan ve Avrasya/Doğu Avrupa bölgesinde Rusya ile perde arkasında yeni bir soğuk savaş yaşayan ABD, kadim müttefiki Türkiye ile nikâh tazeleme kararı vermek zorunda kaldı. Türk Ordusuna K. Irak’a operasyon yapabilme izni, olanağı tanındı. PKK karşıtı istihbarat sağlandı. Yine ABD tarafından Barzani’nin balans ayarı yapıldı. Kerkük meselesi büyük oranda Türkiye’nin istediği gibi çözüm rotasına sokuldu. Tam Ergenekon operasyonunun doruğa çıktığı günlerde Talabani’nin PKK’ye karşı dillendirdiği suçlama ve yüksek perdeli tehdit olaylar arasındaki ilişkiyi açıklar nitelikte gibi gözükmektedir.
ABD ile yeniden yaşanan yakınlaşma ve Ortadoğu’ya yakın zamanda yaşanması muhtemel bir sıcak çatışma bir iç temizliği mecburi hale getirdi. Belki de ABD’nin yaptığı açılımlar karşısında koştuğu şartlardan birisi de bu tasfiyeydi. “İçinizdeki bana karşı kanadı tasfiye ederseniz Kürt sorunu konusunda gönlünüzü ferahlatırım” Operasyonun aşama aşama açılması da sanki bu meseleyi olabildiğince sessiz ve sakin bitirebilme arayışının bir sonucuydu. Fakat karşı tarafın direngen bir tutum alması, işin adım adım büyümesine sebep oldu. Fakat ilk başta da söylendiği gibi hem Ankara’daki esrarengiz banka soygunu hem de konsolosluk baskını işin henüz sonuna gelmediğimizi gösteriyor. Savcı Öz’ün koruma sayısının 15 çıkarılması da tesadüf olmasa gerekir.
Asker, operasyonu AKP’nin yürütüyor olmasından gayet memnun. Böylece işlerin gerçek niteliğini örtebilen çok güzel bir mazeret bulunmuş oluyor. Başbuğ’un açıklamasında sözü geçen “ordunun birlik ve beraberliği” böylece korunabilmiş oluyor. Ergenekoncu anlayışın ordudaki subaylar arasında ne yaygınlıkta olduğunu tahmin edemesek de bir gücü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bu tasfiye doğrudan Genelkurmay karargâhından yönetilseydi eğer ordununu içinden kimi tepkilerin gelmesini ummak mümkündü. Şu anda tepki seviyesi subayların kafasındaki “komutanlar bu olanlara neden sessiz kalıyorlar?”sorusu ile sınırlanmış durumdadır.
AKP, davaya büyük bir moral anlam yüklemeye çalışıyor. Hiç alakası olmamasına rağmen dava, Türkiye’nin temiz eller davası gibi gösterilmeye çalışılıyor. “%47’lik bir parti nasıl kapatılabilir?” bozgunu içerisindeki tabanı dağılmadan tutabilecek bir mihenk taşı geliştirmiş oluyor. Abdüllatif Şener’in Ergenekoncularla işbirliği yaptığı eleştirileri aslında bu davanın AKP için ne kadar işlevsel olduğu ve olacağının bir işaretidir.
Yaşananları AKP’nin demokratikleşme sevdası ile açıklayanlar halt etmektedir. Binlerce işkencenin baş müsebbibi bu şanlı paşaların savcılık sorgusunda ayılıp, bayılmalarına ne kadar insani olduğunu bilemesek de büyük bir hazla yaklaştığımız bir yana; yapılanlara yönelik bir sempati kör bir sempati süreci okuyabilmemizi imkânsız hale getirir. F tipi cezaevlerini “5 yıldızlı otel” diye niteleyen Emin Çölaşan’ın da söz konusu mekânlarda misafir edilmesi yağlarımızı iyice eritir; onu da söylemeden edemeyeceğim.
Özellikle Taraf gazetesi büyük bir cevvallikle bu yaşananların TC tarihinde bir ilk olduğunu bastıra bastıra yazıyor. Bir tarafta darbecilik bir tarafta idealist demokrasi savaşçıları. “Şemdinli davası?” deseniz AKP o olaydan ders aldı diyecekler. “U. Uras’ın darbe girişimleri hakkında meclis araştırması başlatılması çağrısı neden yanıtsız kaldı?” deseniz? E olur mu canım diyecekler, koca AKP tek bir solcunun peşine mi takılacak canım diyecekler. Talat Aydemirleri, Fethi Gürcanları, asılmış hatta İnönü’nün inisiyatifiyle asılmış darbecileri, okuldan atılmış Harbiyelileri, hapislerde süründürülen 9 Martçıları bilmezler mi yoksa “elitist” CHP zihniyeti de mi “darbeci” karşıtıdır? Baskın Oran gelsin, ezberleri bozsun! Yasemin Çongar, neden ve nasıl buralara gelip Taraf’a yönetici oldu? Oğlunun Çalık Holding ile bağları ortaya çıkan ve meşhur darbe günlüklerinin sahibi Özden Örnek niye sorgulanmadı? Fethullah’ın Abant toplantısında neden Kürt meselesi tartışıldı apar topar? Uzun sözün kısası, Taraf’ı okuyalım, bilgilenelim, ama değerlendirmelere kesinlikle itibar etmeyelim. Bu adamlar olanı biteni bir kahramanlık hikâyesi haline getirip gözlerimizi görmez hale getirmeye çalışıyorlar, farkında olalım.
Gelelim meşhur soruya, biz ne yapmalıyız?
Öncelikle bu adamların tutuklanması içimizin yağlarını eritti. İtiraf edelim ama umalım ki daha arkası gelsin.
AKP bu işin taşeronudur. Işıklar bir anda kesilirse bu savcıyı da yüzüstü bırakırlar.
Madem darbecilik suç, Marmaris Ressamı ve şürekası da acilen tutuklansın. Şimdi böyle bir kampanya başlatsak, 12 Eylül’de hep beraber Marmaris’e yürüsek! Darbecileri denize dökmek için!
Derin devletin biteceği yanılsaması, “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” palavraları asparagastır.
Bizim en önemli işimiz emekçilerin tarafını yaratma çabasını harcamak olacaktır. Zamlara karşı yoğun bir çalışma bu iş için biçilmiş kaftandır.
TKP artık sol değildir. Biz biliyorduk, ama artık ayan beyan ortaya çıktı. Bu her yerde ilan edilmelidir. Cumhuriyeti korumak için dövüşecek ya da ricayla basın açıklaması yapacak (bkz. 1 Mayıs Taksim McDonalds önü) bir komünist partiye, sadece AKP’yi istemeyen, “ben darbe karşıtı değilim” demeyi marifet sayan, emekli albayları ürkütürüm diye Hrant Dink cenazesine katılmayan bu güruh emin olun bugün İP’den daha tehlikelidir. A. Güler büyük bir kibirle kendileri olmasa tüm solun AKP’ye gideceğini söyleyebiliyor. Sağ olun bizi AKP’leşmekten kurtardınız ama kusura bakmayın biz sizi İP’leşmekten kurtaramadık.
Bu işin sonu gelene kadar daha çok provokasyonlarla karşılaşabiliriz. Uyanık olmak, anında refleks üretmek lazım.
Obama’nın gelmesi ABD’nin Ortadoğu siyasetini değiştirmeyecek. Ama bu sefer av sahası büyüyor. Suriye üzerindeki baskı sonuç veriyor. Hizbullah’ı bir yokladılar yakında, ama hayal kırıklığına uğradılar. İsrail, Suriye’yi ve Filistin’i rahatlatabilirse İran müdahalesinde aktif rol oynamak istiyor, malum ABD’nin ekonomi de çökük vaziyette. İran’la ilgili bir hesaplaşma yaşanacak bunun ne olacağını hep birlikte göreceğiz, fakat esas hesaplaşmanın Rusya ile yaşanacağının sinyalleri de az değil. Rusya’nın Gürcistan’a yönelik bir müdahalesi gerçekten büyük bir karmaşa yaratabilir. Coğrafya kaynıyorken, anti-emperyalist mücadele görevleri çok daha ağır bir biçimde omuzlarımıza yığılmış vaziyette.
Şunu da artık rahatlıkla söyleyelim. Biz türbanda illa da bir gericilik görmüyoruz. İnsanların toplumsal yaşam içinde kendi inançları ve kültürleri ile birlikte var olabilmelerini meşru görüyoruz. Kadını kapatılacak bir nesne olarak gören anlayışın karşısında olsak da bunu yapmayı isteyen insanların zorla engellenmesi anlamsızdır. Buradaki sol tutum yasakları desteklemek kesinlikle olamaz. Bizler, Türkiye’de halk inisiyatifinin büyümesini isteyen İslamcılarla beraber eylem de yapabiliriz. Ama SDP’nin Nazlı Ilıcaklarla beraber eylem yapması biraz naifçe bir yanlışlık olmuştur gibimize geldi. Yılların kaşarlanmış sol düşmanlarının demokratlığına inanmak, onu da geçtik bizim demokratlığımızın derecesini tayin etme mercileri olarak bu adamları referans görmek için hiçbir sebebimiz yoktur.
Yükümüzü üzerimizden alabilseler ancak sevinirdik ama gevşeyecek halimiz yok, faşizmi, kontrgerillayı, derin devleti devrimsiz yıkma şansımız hala yok. Aşırı iyimserlere duyurulur.
[1]AKP-ordu gerilimini finans kapital ile yeni semiren, tefeci bezirgân sermayenin evrimleşmesiyle ortaya çıkan Anadolu sermayesinin çatışmasından bağımsız bir kavga olarak görmek hatların karşımasına yol açan önemli bir zaaf. Bu iki kesim dinin toplumsal yaşamdaki yeri üzerinden hesaplaşıyor görünüyorlar. AKP döneminde Anadolu sermayesinin atılımını inceleyen ampirik çalışmalara çok ihtiyaç var. Küresel kriz ortamında karların azalma eğiliminin güçlenmesi gerilimi arttıran, sermayeler arası görünümü belirginleştiren olguları ortaya çıkarıyor. TÜSİAD’ın AKP’nin kapatılması için gayri resmi kulisler yaptığını herkes biliyor.
[2] İnönü’nün Johnson mektubuna kızıp “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” sözü bu kendini iyi pazarlama anlayışının bir ifadesidir. Türkiye’nin yeri nedense hiç değişmemiş ama “kaçarım ha” mesajı da fırsat bulundukça hep verilmiş. ABD’den ümidi kesen Menderes’in Sovyetlerden borç isteyince 27 Mayıs’ın yapıldığı hep anlatılır.
[3] Çılgın Türkler kitabı da bir tür manifestoya dönüştü.
[4] Bütün basitleştirmeler biraz sığdır, yapacak bir şey yok.