Devrim Kartallarının Yuvası: Kızıldere *
Hakan Soydemir
Bazı anlar vardır, eliniz hiçbir şeye gitmez, kolunuzu kaldıracak mecaliniz olmaz. Yeni neslin tabiriyle ‘dumur’ olursunuz… Bu yazıyı yazmayı denediğimde öyle oldum. Bilgisayarın başından kalkamadım. Bunun tek nedeni, yazacağım şeyi düşünürken içine girdiğim yüksek duygusal atmosfer değil elbette; bu işin öznel boyutu… Bir de beni böylesine donduran, nesnel boyutu var ki, devrimciyim diyenlerin ortak yarasıdır bu…
Gündelik hayatın ıvırına zıvırına o kadar çok kafa yoruyoruz ki, gözlerimize, aklımıza perdeler iniyor. Sistem sadece sıradan halkı mı alıklaştırıyor, angutlaştırıyor, hayır! Bu alıklaştırma, angutlaştırma operasyonundan hepimiz nasibimizi alıyoruz maalesef… Kimimiz işe güce, kimimiz aşka meşke dalmışız yaşayıp gidiyoruz… Ama artık kimse, kartallaşmaktan, kendini adamaktan, değer vermekten, emek vermekten bahsetmiyor… Meselenin özü burada yatmakta: Yaşamak, ama nasıl? Adamak ama nasıl? Sosyalizm kavgası ama nasıl? Sorular uzar gider…
Sorular uzar gider de, Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Türkiye, yığını bakımından, Babil artığı tefeci-bezirgân antikalığın bataklığında solucanlaşmış küçük-burjuva ortamıdır ve modernizmin en berbat, en bitmiş, en yoz insanı bu ortamdan çıkma insandır.” Böyle olunca, yani sosyalistçe düşünüp, burjuvaca yaşayanların bol olduğu bir ülkede sormadan edemiyor insan…
Mart ayı, anımsama ayı… Kızıldere’yi anımsayacağız; Mahirleri, Ulaşları, Cevahirleri, Kızıldere şehitlerini ve onların şahsında bütün devrim şehitlerini… Kimimiz, facebook sayfalarımıza onların resimlerini koyacağız, onlara şiirler ithaf edeceğiz; liberal ve devrimsiz sosyalistler, “yiğittiler ama teorileri zayıftı”, “kahramandılar ama maceracıydılar” türü çok ‘teorik’ izahatlarla anımsayacaklar, Mahir’i ve Kızıldere’yi… Bu ülkeye 20’li yaşlarda devrim önerebilmiş, bunun teorisini ve pratiğini geliştirerek hayatlarını bu uğurda feda etmiş devrimcileri ve onların yarattığı değerleri, burjuva yaşam biçimini her gün yeniden üreterek, basit hazların, doyurulamaz içgüdülerin, keşfetmenin ve yaşamdaki bütün zevklere varmanın peşinden koşan, yenik, devrimsiz sosyalistlerin elinden ve dilinden kurtarmak göreviyle yüz yüzedir devrimciler…
Mahir devrimciydi, Deniz devrimciydi, İbo devrimciydi, Niyazi devrimciydi, Sinan devrimciydi, Sebahat devrimciydi ve şehitler devrimciydiler… Onlar bizden ölüm yıldönümlerinde kendilerini anımsamamızı istemediler. Onlar, kendileri adına bizden hiçbir şey istemediler. Onlar, devrimciliğin ne olduğunu, nasıl olduğunu sadece yaşadılar ve yaşamamızı istediler. Onlar, inandıkları değerler uğrunda öldüler. Bilseler ki, her yıl takvimler ölüm günlerini gösterdiğinde anımsıyoruz, üzülürler, incinirler…
Şimdi hepimiz, ölüm yıldönümlerinde şehitlerimizi anacağız ve geçmişimizden kopmadığımızı düşünüp rahatlayacağız. Oysa ki koptuk… İğne acıtır, çuvaldız çok daha acıtır. Özeleştirel olmak, devrimcinin vazifesidir deriz de, çuvaldızı elimize alamayız. Ne yazık ki, geçmişten koptuk ve geçmişten kopmak, geleceğe baş döndürücü bir hızla yuvarlanmak demektir. Baş döndürücü bir hızla, bilinmez geleceğe koşuyoruz: Liberalizme, bu iğrenç burjuva dünyada kendi küçük burjuva varlığımızı tesis etmeye doğru hızla koşuyoruz.
Devrim, devrimcisinin kartallaşmasını ön koşul koyuyor!..
Değişmeliyiz oysa ki; devrimi yeniden sevmeliyiz, devrim olmalıyız, devrimin kartalı olmalıyız. Devrimi seviyorsak, devrimi sevmeyi öğrenmeliyiz, emek vermeliyiz, kendimizi vermeliyiz, hayatımızı, varlığımızı devrime adamalıyız. Şehitlerimiz öyle sevdiler, öyle değer verdiler, öyle emek verdiler. Devrimi sevmeyi öğrendiler, devrime değer biçtiler ve sevdikleri, inandıkları, emek verdikleri devrim uğrunda öldüler. Bugün öykünülen şeylere ulaşmaları hepsi için kolaydı, hepsi kapitalizm koşullarında iyi denilebilecek bir yaşam standardı bulabilirdi ama tercih etmediler; sınıf intiharı yaptılar, kendilerini emekçi halklarımızın şahsında insanlığın kurtuluşuna adadılar. Yalanların cennetlerinde gezinmek, doğrunun cehennemlerinde eziyetler çekmekten daha kolay gelebilir, ama yeryüzünü cennet eyleme sevdası bütün eziyetlere değmez mi? Onlar, “değer” dediler ve öyle yaşadılar, öyle öldüler. Sevdaları için, sevdiklerinden vazgeçtiler…
Devrimcilik bir vazgeçiştir çünkü ve her vazgeçiş, feragati gerektirir. Ve feragat, her şeye dair soru sormak ve cevabını çok net vermek demektir: Evet mi, hayır mı? Bütün mesele burada!..
Kartallaşmak mı, yoksa kendi küçük dünyalarımızda ortalama bir insan olarak, bu düzenin önümüze koyduğu yaşamın ortalama zevklerini yaşayarak solucanlaşmak mı? Devrimcileşmek mi, yoksa profesyonel devrim tüccarları gibi, kendimizi pazarlamak mı? Sormamız gereken soru budur?..
Değişmeliyiz ve değişim iradeye dayalı bir eylemlilik sürecini gerekli kılar. İnsan faaliyetinin motor gücü, iradedir. İrade yoluyla özgürlüğümüz yaşam bulur. İrademizi, sistemin çarkları arasında un ufak olmaktan kurtarmalıyız. Kimileri buna ‘olanaksız’ diyebilir, ‘bu sistemden kopmak mümkün değil’ diyebilir. Kimilerimiz ‘bu çok zor’ diyebilir. Kimilerimiz bunu ‘tehlikeli’ görebilir. Ama olanaksız diyen, bal gibi beceriksiz; zor gören, bal gibi kendisinden emin olmayan; tehlikeli gören, bal gibi korkak olandır!..
Zor günlerden geçmekte devrimimiz. Her yandan kuşatılmış durumda. Ama devrimciler var, bir avuç olsalar da direniyorlar namusları adına. Zor dönemlerin devrimcileri onlar…Onlar, sağlam bir tarih ve sınıf bilincinin ve sarsılmaz bir irade gücünün simgelediği kişiliklerdir. Zor günlerin devrimcisi, tarihin büyük yenilgilere olduğu kadar, büyük zaferlere de tanıklık ettiğini bilir. Karşı-devrimci dalganın iyiden iyiye yükseldiği bir dönem de bile, kısa ya da uzun vadede ama kaçınılmaz olarak bir devrimci yükselişin geleceğini bilir. Ancak ömrü ve tarihe bakışı yalnızca bir gündüz ve geceden ibaret olan küçük-burjuva hamamböcekleri, gündüzün bitip gecenin başladığı anda bir daha gündüzün hiç olmayacağına inanırlar… Bu topraklarda umutsuzluğa yer yok; bir devrim ülkesinde umutsuz ruh hali, olsa olsa, bu küçük-burjuva hamamböceklerinin ruh hali olabilir…Zor günlerin devrimcileri, umudu her gün yeniden üreten, devrimin kartalı olabilenlerdir…
Beklenen kartallardır!..
Bir zamanlar kartal olan devrimimiz, şimdilerde, karşı devrimin demokrat gözükmek istediğince ‘Beyoğlu devrimciliği’ne göz yumduğu; faşist terörüne gerekçe olsun diye, topluma ve uluslararası finans kapitalizme komünizm tehlikesini hatırlatmak istediğince kartalların televizyonlarda sergilendiği bir av durumundadır. Beklenen kartallardır!..
Burada ne zaman kipinde kaymalar söz konusudur, ne zaman ötesi organik uzanımların ve ne de anakronik bir analoji imkânının arayışları… Burada Batılı metafizik sosyolojinin ve bayağı Marksizm’in açıklayamadığı, onların beynimize kazınmış paradigmalarının yerine, tarihsel materyalizmin başta üretici güçler ve devrim teorisinin geçirilmesiyle anlaşılır olan ve böylece toplumsal dönüşümünün kapılarına dayanmak mümkün olan güncel Doğu gerçeğinden, onun somut parçası Türkiye’den söz edilmektedir. Çünkü dünyayı bir kez daha sarsacak kartalların ülkesi burasıdır…
Çünkü artık çok da uzak olmayan bir gelecekte emperyalist yeniden paylaşımın bölgesel kıyameti kopacaktır. Kıyametin sıcağında kendini yakarak yenileyemeyen; hantallığından, bürokratik rehavetin alışkanlıklarından sıyrılarak bölgesel savaşın odağında volontarist devrimci reflekslerini tazeleyemeyen devrimci, devrimsizliğini, kapıyı çalmakta olan tarihsel hesaplaşmada av olma halini sürdürmeye mahkûm kalacaktır…Ya av haline mahkum olacağız, ya kartallaşacağız ve şimdi kartallaşma zamanıdır, ama nasıl?..
Kartallar, bir avcı olarak sürdürdükleri yaşamlarının sonuna doğru gagalarının uzaması, pençelerinin sertleşmesi, kanatlarının ağırlaşması sonucunda artık avcı olmaktan çıkarlar ve av durumuna düşerler. İnsanlık, tarihin en çok totem olmuş canlılarından biri olduğu için, kartalları tek tanrılı dinler dünyasında da inanışlarla, efsanelerle, günümüzde ise simgelerle de olsa kutsamayı sürdürür. Eski çağ inanışlarında, hatta İncil’e de geçmiş hikâyelere göre, av haline gelmiş kartallar, ömürlerinin sonuna doğru güneşe en yakın dağ doruklarında uçarak, artık görme gücünü yitiren gözlerini ve tüylerini yakarlar, bir kayaya vurarak gagalarını düşürürler, tırnaklarını sökerler ve böylece yenilenmelerini sağlarlar. Bir zamandır av olarak sürdürdüklerini yaşamlarına son verip, yeniden bir avcı olarak ortamına dönerler.
Rejuvenate, böyle bir dönüşümün adıdır. Bu dönüşüm, sadece fiziksel değil, ruhsal yenilenmeyi de içeren bir tanımlamadır; ama daha önemlisi bu, kendiliğinden, doğal olarak değil, yeniden var olmak için iradi olarak seçilen çok zorlu bir sürecin adıdır.
Demek ki, görme gücünü yitirmiş gözlerimizden, ağırlaşan kanatlarımızdan kurtulacağız; yüksek dağ doruklarına uçarak, kayalara vura vura kendimizi yenileyeceğiz, kartallaşarak ortama geri döneceğiz… Devrimci, devrimsizliğe, çökkünlüğe, çürümeye karşı devrimin kartalı olmak istiyorsa, statükonun dışına, kıyametin ortasına, kendi rejuvenation’ına yönelmelidir.
Yönelmelidir, çünkü devrimcilik, öyle yenik solcuların bizlere sıkça nasihat ettiği gibi yani öncelikle bir işimiz olacak ve onunla ilgileneceğiz, vakit buldukça devrimcilik yapacağız… Bu tarz devrimcilik, zafere giden yolun devrimciliği olamaz. Tabii ki, devrimcinin de bir işi, bir mesleği olabilir. Yaşaması için gereken maddiyatı sağlamalıdır. Ancak, problem merkeze neyi koyduğumuzla ilgilidir. Biz öncelikle bir meslek sahibi, statü sahibi, sonra devrimci olamayız. Biz önce devrimci, sonra bir meslek sahibi olmalıyız. Bir başka söyleyişle, mesleğimizi devrimci oluşumuzun içine yedirebilmeliyiz. Herkesin çok sevdiği, kendine örnek aldığı, hatta hemen herkesin evinde resimleri asılı olan Che Guevara’nın bu konuda söylediklerini hatırlatmakta fayda var: “…Devrimci bir doktor olmak için, her şeyden önce devrim yapmak gereklidir.” (Che Guevara; Sosyalizm ve İnsan.) Bu sözler her şeyi anlatmaya yetiyor…
Devrimci, statüko dışında olandır. Statükoya tabi olmadan kendi gerçeğini üretendir. Statükoya tabi olan, mümkün olan mücadeleyi sürdürendir. “…mümkün olan mücadele… kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran, sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir.” (Lenin; Ne Yapmalı?) Devrimci, kendi insan gerçeğini statükoya dayatandır. Devrimci, devrimci yaşayandır. Devrimci, var olan şartlar karşısında dona kalan veya paniğe kapılan ya da var olmayan şartları gösterip bir şeyin yok oluşunu haklı çıkaran değildir. Devrimci, mevcut durumu, devrimci öznellikle devrim nesnelliği çelişkisini birbirine girişi olarak anlayan ve devrimciliği, devrim nesnelliği içinde insan öznelliğinin en ağır bastığı olay olarak kavrayandır.
Kendi gündemlerimizi, devrimin gündeminin önüne koyduğumuz an kaybederiz. Bizi belirleyecek ve şekilleyecek olan şeyin devrim olduğunu unutmamak gerek. Kendi kişiselliğinden yola çıkarak, birtakım zorunlulukları ertelemenin devrime güç ve zaman kaybettirdiğini bilmeliyiz. Kendi küçük dünyalarımızı ‘kişisel alanlarımızı’ devrimin hizmetine açmalıyız. Bunu gerçekleştirmeden, yani bildik tabirle, sınıf intiharını gerçekleştirmeden bir devrim insanı olmak pek mümkün olmayan bir şeydir. Ve bu kişiliklerin devrime bir şey kazandırmaları çok fazla olanaklı değil maalesef…
Yaşam kanamayla sürüyor… Devrimciliğin özünü gölgeleyen, onu örten çamur yığıntılarından arındırma, kanayarak yaşayan devrimci özü doğru temellerde ayağa kaldırma görevi, devrimcilerin omuzlarındadır. Görmezden gelmek çürüyenle yok olmaktır. Artık kanama, ya yeniye can verecek ya da tükenişi getirecektir…
Devrimin ne yeni sistem mucitlerine ne de yeni Amerika kâşiflerine tahammülü yok. Zaferin koşulları geçmişin yenilgilerine içkindir ve savaşan sosyalizm yenik düşse de şehitlerimizin yol göstericiliğinde zafere yürüyecektir.
Yarın tarih, bugünün iradesini, kimilerinin forumlarda ya da platformlarda yapageldiği gibi meleklerin cinsiyet tartışmaları üzerinden değil, “bir düzine programdan daha değerli” olmak üzere kartallaşmayı, devrimcileşmeyi amaçlayan güçte olup olmadığı üzerinden sorgulayacaktır.
Değil mi ki bu ülke kartalların ülkesidir… Kuşkusuz ki bu ülkede bu iradeye sahip olanlar da vardır… Son sözü, devrimimizin kartallarından, önderlerinden Mahir Çayan’a bırakalım:
“Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır. Kurtuluşun bayrağı, bu yolu tırmanan gerillaların bayrağı birbirine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir. Her engebede düşen gerillaların kanı, devrim yolunu kızıllaştırır, aydınlatır… Düşenler geride kalmazlar. Onlar; emekçi halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde devrimin önder ve itici sembolleri olarak yaşarlar…Ve onlar; liderdirler, liderler devrim savaşında masa maşında oturmazlar, bu savaşta ön safta savaşırlar…Düşenler devrim için, devrim yolunda vuruşarak düştüler…Kalbimize, ruhumuza ve gönlümüze gömüldüler…Onlar; kurtuluşa kadar savaş şiarını, devrim yoluna kanlarıyla yazdılar…Yolumuz, devrim yolunda düşenlerin yoludur…”
*27 Mart 2010 tarihinde http://www.red.web.tr adresinde yayınlandı.