Soma’dan Torunlar’a nasıl geldik?
AKP’ye birinci dereceden bağlı firmalarda kazaların bu kadar yoğunlaşması nasıl açıklanabilir? Erdoğan’ın bu şirketlerden elde ettiği “paralel vergi”lerle yoksulların rızasını kazanmasını sağlayan patronaj ilişkilerini finanse ettiğini biliyoruz. Söz konusu şirketler hem politik korumalarına fazlasıyla güveniyorlar hem de iktidarın geleceğine de çok fazla güvenmedikleri için aşırı bir iştahla saldırıyorlar işçilere. 2014 yılında şu ana kadar ölen işçi sayısı 1280. Burada bir savaş bilançosu var karşımızda. Avrupa’da kendisine en yakın ülkenin 3 katı bir işçi ölüm oranına sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Dünyada ise en kötü 3. ülke durumundayız. Sermaye açısından işçi hayatının bir sorun olabilmesi için toplumun yaşananların hesabını sorabilme kapasitesinin çok daha yukarılarda olabilmesi gerekiyor. Oysa şu anda neredeyse ilkel sermaye birikimi sürecini, kapitalizmin iş piyasasını hiç kurumsallaştıramadığı günleri yaşıyoruz. Asansörde 2400 kilo alçıpan da taşınıyormuş, alarm mekanizması çalışmıyormuş. Kazanın gerçekleştiği cumartesi akşamı saat 7.30’da işçilerin neden çalıştığını patron da açıklayamadı. Sonra şirkete 24 saat çalışma izni verildiği ortaya çıktı. Makine Mühendisleri Odası asansörün denetim süresinin 30 Ağustos’ta dolduğunu ve gerekli bakımın yapılmadığını açıklıyor. Daha 5 ay önce bir üniversite öğrencisi kardeşimiz yine bu şantiyede hayatını kaybetmişti. DirenÜniversite bunu protesto etmek için çok güzel bir eylem yapmıştı ama yalnız kalmışlardı.
Bu kadar bağıra bağıra gelen bir katliam ve patronlarda, siyasetçilerde aynı yüzsüzlük. Taze Başbakana göre sorumlu iş güvenliği önlemlerine göre hareket etmeyen işçiler, patronlara göre taşeronlar; bakana göre “sorumlular mutlaka bulunacak”, polis ise her zamanki gibi katliamın gerçek sorumlusu (!) protestoculara, toplumun vicdanını temsil eden devrimcilere gazla suyla saldırıyor.
Düşünün tam 59 yıl önce İstanbul’da korkunç bir pogrom yaşanmış, devlet eliyle, demokrasi kahramanı(!) Menderes’in gözetiminde toplumun bir kesimi neredeyse neşterle kesilip atılmış; amaç her şeyden önce yandaş kesimlerin zengin edilmesi, bir tür yağma. Şişli’de, Pangaltı’da, Beykoz’da, Çengelköy’de, Adalar’da binlerce yurttaşımız can havliyle ülkeyi terk etmeye zorlanmış, 15’i hunharca öldürülmüş. Bugün de kentlerimiz ve insanlarımız yine hiç durmaksızın zenginlerin sunağında kurban ediliyor. Devlette ve düzende devamlılık esastır.
Bu korkunç sarmaldan kurtulmanın yolu ise Soma’dan sonra yapamadığımız. Önümüze somut bir hedef koyup, o hedefe ulaşana kadar ısrarlı bir çabanın içinde olmak. Bakan istifa etmeli, patron bu cinayetin hesabını vermeli. Bu talepler gerçekleşene kadar örneğin bu adamların başının belası olmaya devam etmeliyiz. Somut bir kazanım elde etmeden bu defteri kapatmamalıyız. Aksi takdirde yeni cinayetlerin davetçisi olma noktasında bize de sorumluluk düşecektir. Gündemlerin peşinde koşmaktan, bir hedefe kilitlenememekten sürüklenme halinden kurtulamıyoruz. Taktikte ısrar, sonuç alana kadar ısrar, birlikte yürüyebileceklerimizle buluşarak ısrar, tepkiyi örgütleyerek somut kazanım elde edene kadar ısrar.
Antalya’da Mahir Çetin’in öldürülmesi de kabusu tamamlıyor. Eğer gerçekten “Pis Kürtler” denilerek, 20 kişi tarafından dövülerek öldürüldü ise Erdoğan ve Gözcü “halklarının duyarlılığı” ile övünebilirler. El birliği ile biriktirdikleri cerahat ülkeyi halklarımız için yaşanmaz kılmaya devam ediyor.
Yaşanabilecek bir ülke ancak adalet ve özgürlük mücadelesi kazanılırsa mümkün. Bu hafta sonu bunu bir kez daha öğrendik.