Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek
M. Sinan MERT
15 Temmuz 2010
Gün geçmiyor ki farklı bir işçi direnişi, grev hazırlığı gündeme düşmesin. UPS işçilerinin kararlılığı hafif bir esinti olarak olsa da TEKEL rüzgârının dinmediğini gösterdi. Vuvuzelaları ile Topbaş’ın kapısına dayanan Belediye işçileri de kavurucu yaz sıcaklarının bile işçilerin hak arama mücadelesini yavaşlatamayacağını ortaya koydular. Krizin etkileri ile önemli hak ve ücret kayıplarına uğrayan emekçiler insanca yaşayabilmek mücadelesinde bir adım atabilmek için safları sıklaştırıyorlar. Dip dalgası şiddetini kaybetmedi.
Bu dönemde yaşanan mücadeleleri sonuçları açısından değerlendirmemek gerekiyor. Bunların bir kısmı önemli kazanımlar elde edemeden yeniliyorlar. Siyasi dengelerin sınıf açısından pek de olumlu olmadığı bir dönemde bu çok da normal. Fakat bu mücadelelerin önemsenmesi gereken kısmı bunların kurucu özellikleridir. Sınıf kendiliğinden var olan bir sosyal varlık değil. Ancak mücadele içinde, hareket içinde oluşan bir topluluk. Sınıfına taraf olma bilinci ancak mücadele eden bireyler için mümkün olabiliyor. Ya da en azından genelde böyle oluyor.
Neo-liberalizm işçi sınıfının şifresini çözmüşçesine finans kapital tarafından çok kapsamlı bir şekilde geliştirilen bir saldırının adıdır. Neo-liberalizmin kullandığı en etkin araç güvencesizleştirme. Özelleştirme, ticarileştirme, kuralsızlaştırma türü araçların hedeflediği aslında tek bir nokta var. Sermayeyi sınırlayan tüm engelleri ortadan kaldırırken işçileri bütünüyle güvencesiz ve tek başına bırakmak. Böylesi bir tek başınalık ve güvencesizlik halinin sınıfın varlığı için nasıl bir dinamit etkisi yarattığını hepimiz iyi kötü biliyoruz. Güvencesizliğin kendisi, günümüzdeki gibi bir işsizlik ortamında mücadeleye atılmanın önündeki en büyük engeli yaratma yeteneğine sahip. Dolayısıyla günümüzde yaşanan neredeyse tüm mücadelelerin güvence meselesine odaklanması rastlantı değil. İş güvencesi ve sendikanın olmadığı koşullarda ücretlerden bahsetmek bile bir lüks gibi algılanıyor. Emeklilik artık zaten büyük bir çoğunluk için Kaf Dağı’nın ardında görülüyor.
Güvencesizlik koşullarında örgütlenme başarabilmek de büyük zorlukları aşabilmeyi gerektiriyor. İşçilerle aradaki güvensizliğin aşılabilmesi çoğu zaman kolay olmuyor. Ya da işçiler genelde bireysel haklarını geri alabilmenin peşinde oluyor ve hukuki destek almakla yetinebiliyorlar. Bu zorluklar bir çok devrimcinin kafasında işçi örgütlemeye çalışmanın verimsiz bir gayret olacağına dair bir umutsuzluk yaratıyor. Oysa yaşanan direnişlerin bu umutsuzluğu büyük oranda kırması gerekirdi.
Ben ise bu umutsuzluğu kırabilmenin bir başka yolunu önereceğim bu yazıda. İşçilerin kendilerini nasıl yoktan var edebildiğinin bir çok hikayesini bulabileceğiniz harika bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Kitabın adı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek”. Yazar Paul Mason. Sosyalist yayıncılığın çok başarılı bir örneğini veren Yordam Yayıncılığın bir kitabı. Kitabın özelliği işçi sınıfının güncel deneyimleri ve açmazları ile geçmiş mücadelelerini harmanlayarak sanki soru-cevap formatında yazılmış olması. Tarihi bölümler o kadar içeriden yazılmış ki Paris Komünü bölümünde siz de Paris’te kurulan işçi barikatlarının arkasında yerinizi alıyorsunuz sanki. Amerika’daki silahşor sendikacılar, İtalya’da işçi konseylerinin ortaya çıkardığı büyük mutluluk, General Motors işçilerinin sendikalarını kabul ettirmek için giriştikleri ölümüne mücadele, Şanghay’da Çinli işçilerin milliyetçilik kapanından kurtulup komünistlere katılması hepsi çok canlı bir anlatımla dağarcığınıza taşınıyor.
Sınıf mücadelelerinin her geçen gün daha da kabardığı günlerde zihnimizde yeni yöntemler, metotlar yaratmak için mutlaka okunması gereken bir kitap Mason’unki. Kenan Budak’ın, nasıl bir birikimin üstünde Kenan Budak olduğunu anlamak için de birebir.