Bir Tahrir Kuşağıyla Karşı Karşıyayız
Foti BENLİSOY
Röportaj/Sosyalist Dayanışma Aralık 2011
Arap Baharı denilen süreç önemli sosyal, siyasal sonuçlar yaratarak devam ediyor. Tunus ve Mısır devrimleri diğer Arap ayaklanmalarına kıyasla önemli bir farka sahipmiş gibi?
Medyatik terimiyle “Arap Baharı” denilen süreç bir bütün, ama elbette çeşitli ve birbirinden farklılıkları olan parçalardan müteşekkil bir bütün. Bu parçaların kendi iç bağlamlarını, iç dinamiklerini dikkate almak gerekiyor elbette. Buradan baktığımızda mesela Mısır ve Tunus’un sosyal dinamikleri bizim anladığımız anlamda daha demokratik ve sosyal talepleri içeren bir değişime daha müsait diyebiliriz. İki ülkede de gelişkin bir işçi hareketiyle karşı karşıyayız. Tunus’taki ayaklanmada, Tunus İşçileri Genel Konfederasyonu’nun –aslında tabanının, taşradaki liderlerinin- çok ciddi bir etkisi vardı. Mısır’da 2000’li yılların ortalarından itibaren yeni bir işçi radikalizmi dalgası gündeme geldi. Önemli grevlerin ve işyeri eylemlerinin yaşandığı, işçi hareketin gelişmeye başladığı bir dönemdi bu. İki örnekte de belki eksikleriyle de olsa dinamik işçi hareketleriyle karşı karşıyayız. Ayrıca her iki vakada da gençlik hareketinin etkisi belirleyici diyebiliriz. İkisinde de ayaklanmanın sürükleyici gücünün demokratik ve sosyal talepler etrafında harekete geçen gençlik kesimleri olduğunu söyleyebiliriz. Tunus’ta, Mısır’da ve aslında sürecin diğer parçalarında da güvencesizlik ve geleceksiz cenderesine sıkışmış eğitimli-işsiz gençlik kesimlerinin etkisi önemli. Tunus’ta kendini yakarak süreci tetikleyen genç, bazen “diplomalı işsiz” denilen bu kategoriye giriyor. Neoliberal dönemde genç nüfusta işsizliğin yapısallaşması, güvencesiz esnek çalışmanın kural haline gelmesi koşullarında Mısır’da, Tunus’ta hayal kırıklığına uğramış gençlik kesimlerinin dinamik bir siyasal-sosyal aktör olarak ortaya çıkışı söz konusu. Kısacası, iki ülkede de devrim (ya da ayaklanma ne dersek diyelim) öncesinde gençlik hareketinde olsun, işçi hareketinde olsun, ciddi kıpırdanmaların yaşandığı, sokakta siyasetin yeniden canlanmaya başladığı bir dönemdi. Yani iki büyük ayaklanma da sıfırdan başlamış değil. Arkasında ciddi bir muhalif birikim var.
Tabi ki örneklerin hepsinde farklı koşullar, farklı dinamikler söz konusu. Mesela Bahreyn’de toplumsal ve politik düzenden dışlanan ve marjinalize edilen Şii çoğunluğun eylemleri çok önemli. Bunlar sisteme içerilmek istiyor ve buna dönük talepler ortaya koyuyorlar. Libya da böylesi sosyal dinamikler çok güçlü değildi. Bir gençlik ayaklanması olarak başladı ama oranın koşulları nedeniyle hızla militarize oldu. Ayaklanma doğu ile batı arasında bir parçalanmaya, neredeyse bir iç savaşa yol açtı. Daha sonra emperyalist müdahale gerçekleşti ve ülkedeki muhalif hareket yozlaştı. Suriye’de de hareket, aslolarak gençlik ve yoksul kesimler etrafında seferber olan bir şekilde başladı ama bugün muhalefetin mezhepçi bir karakter edinmesi gibi bir riskle karşı karşıyayız.
Ancak söz konusu parçalar arasındaki farklar ne olursa olsun, sürece bir bütün olarak bakmak gerektiğini düşünüyorum. Gelişkin örnekler olabilir, sapmalar olabilir. Ama bölgenin bir önceki dönemini karakterize eden emperyalist statükoyu dağıtan yeni bir durumla karşı karşıyayız. Son otuz yılın siyasal ataletini berhava eden bu sürecin temel aktörü, şu ya da bu talepler ekseninde seferber olan ve aşağıdan gelişen halk hareketleri. Kitlelerin kendi talepleri etrafında seferber oldukları, siyasal alana çıktıkları bir süreçle karşı karşıyayız. Arap coğrafyasında siyasetin geri dönüşü denilebilecek bir durumla, “sokak siyasetinin” geri dönüşüyle karşı karşıyayız. Bu faktör bölgedeki emperyalist statükoyu dağıtıyor; bunu yaparken de aslında birtakım devrimci olanaklar yaratıyor. Öncelikle sürece bu bütünlük çerçevesinde bakmak ondan sonra belki örnekleri teker teker tartışmak gerekiyor. Türkiye’de çok itibar gören (özellikle belli sol çevrelerde) sürecin bütününü bir emperyalist konspirasyon, emperyal merkezlerde tasarlanmış bir master planın uygulama safhasına geçirilmesi olarak görme anlayışına karşıyım. Çünkü bu yaklaşım, tarihsel materyalizmle bağlantısı olmayan konspiratif bir bakış açısı olmasının yanı sıra söz konusu halk hareketlerinin bölgede ve dünya ölçeğinde ortaya çıkarttığı dinamikleri görmemizi engelliyor. Bundan dolayı bu tarz yaklaşımların uzağında olmamız gerektiği kanaatindeyim.
Bu süreçlerde neden Müslüman hareketler etkili?
Ne kadar etkili oldukları tartışılır. Mısır’daki ya da Tunus’taki ayaklanmalarda İslami hareketlerin çok da etkin bir konum almadıklarını, sürece ancak sonradan dahil olduklarını görüyoruz. Mısır’da da, Tunus’ta da en örgütlü ve en güçlü muhalif güçler, yani rejim karşıtı örgütlenmeler elbette İslamcı örgütlenmeler. Ama bunlar ayaklanma süreçlerinde hiç değilse en baştan itibaren ciddi ve tutarlı güçler olarak ortaya çıkmadılar. Tabanları oradaki hareketlere katıldı ama bunlar ayaklanmalara damgalarını vurmadılar. Mısır’da da Tunus’ta da karşımıza çıkan ayaklanmalar, belki de bölge siyasetinde uzun yıllardan sonra ilk kez seküler ve lâ-dini taleplerle ortaya çıkan hareketlerdi. Bunun da bir artı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki değişik İslamcı güçler süreci bir tür kendi denetimlerine almaya, tabiri caizse bu dalganın üstüne oturmaya çalışıyorlar.
Bunda ABD’nin açığa çıkan duruma uygun yeni bölge politikasıyla, İslami hareketlerin bundan yararlanma yaklaşımının üst üste düşmesinin etkisi olabilir mi?
Tabi tabi… ABD belli ki bütün bu kontrolsüz ve dizginsiz gelişen süreci, yani kendi denetimi altında olmayan halk hareketleri etrafında gelişen süreci kontrol altına alabilmek için değişik politik aktörleri ve stratejileri devreye sokmaya çalışıyor. Mümkün olduğu kadar süreci denetim altına almak, açığa çıkmış olan kitle enerjisini soğurmak istiyor. Libya’ya yapılan müdahalenin bütün esbabı mucibesi de budur. Buraya askeri müdahalede bulunarak sadece Libya’daki süreç kontrol edilmek istenmiyor (petrol kaynakları bakımından bu da önemliydi ebette), esas olarak tüm o bölgesel sürece dair bir mesaj verilmiş oluyor. Libya’ya emperyalist müdahale Arap Baharı’nı emperyalist denetim altına almaya dönük bir girişim olarak değerlendirilebilir. Bugün Suriye’de bir emperyalist müdahale tehdidinin artmış olması, muhalefet nezdinde de bir uluslararası müdahale çağrısının yavaş yavaş yapılır olmaya başlamasının nedeni, Libya’da bir “olumlu örneğin” ortaya çıkmış olmasıydı. Emperyalist odakların “Libya başarısı” onlar açısından bu sürecin kontrolüne dair imkânlar sağlıyor. Söylemeye çalıştığım şu: Bu süreç baştan bir ABD tasarımı değildi ve tam da bu nedenle emperyalist merkezler kendileri dışında gelişen bu süreci kontrol etme çaba ve telaşı içerisindeler.
Bir dizi İslami hareketin bölgede süreci emperyalist vesayet altına alacak bir faktör olarak devreye girmesi/sokulması durumu var. Ama şu hatayı yapmayalım. İslamcılık söz konusu olduğunda, bizdeki sol, hani pek de Marksist sayılamayacak bir tavır alıyor çoğu zaman. İslamcılığı hiçbir toplumsal tekabüliyeti olmayan ve içerisinde hiçbir çelişki ya da ihtilaf ihtiva etmeyen homojen bir bütün ve dahası saf bir ideoloji olarak görüyor. Oysa kendilerini İslami referans dünyası içerisinden tanımlayan siyasal hareketler dahilinde de çok farklı sınıfsal, sosyal çıkarlar biraraya gelebiliyor, yahut bunlar kendi içinde çatışabiliyor. En klasik örnek şu anda Mısır’daki Müslüman Kardeşler. Müslüman Kardeşlerin gençliğinin önemli bir kısmı bugün onlardan ayrılmış durumda. 6 Nisan hareketi gibi devrimi başlatmış gençlik hareketleriyle birlikte seçimlere katılıyorlar. İslamcı hareketlerin bünyelerinde barındırdıkları sosyal ve ideolojik çelişkileri dikkate almaz ve sanki homojen bir İslamcılık varmış gibi davranırsak bölgedeki siyasal gelişmeleri anlamlandırmakta büyük sıkıntı çekeriz.
Mısır’daki 2. ayaklanma sürecinin bağımsız kurumsal süreçler yaratması mümkün mü?
Mısır’daki ikinci ayaklanma başlamadan önce çoğu gözlemci bu ayaklanma sürecinin ya da devrimin ciddi bir gerileme içinde olduğunu söylüyordu. Haklıydılar da. Süreç bütünüyle Yüksek Askeri Konsey’in, yani ordunun denetimi altına girmiş gibi görünüyordu. Oysa Mısır’daki ikinci ayaklanma, kitle hareketinin yeniden ortaya çıktığı ve hatta yeniden radikalleştiği bir süreci ortaya çıkarabilecek. Şunu unutmayalım: Arap baharı denilen sürecin açığa çıkardığı kitle enerjisi, tahminimizin çok üzerinde. Muazzam bir özgüven kazanmış durumda bölge halkları. Kendi öz eylemleriyle bunca yıllık diktatörleri devirmiş olan halkların açığa çıkardığı kolektif enerji ve inisiyatif, öyle çok kolay bastırılabilecek bir şey değil. Medyada pek yer almıyor belki ama bu eylemlerin coğrafi yaygınlığı çok arttı. Daha dün Suudi Arabistan’da krallığa karşı eylemler gerçekleşti. Mısır’daki ikinci eylemlilik dalgasını zaten biliyoruz. Bütün bölgeyi şu ya da bu şekilde etkisine alan bir süreçle karşı karşıyayız. Bunun rezerv güçlerinin tükenmesi öyle kolay olabilecek bir şey değil.
Aslına bakarsanız Mısır’da Mübarek’in devrilmesi sırasında ordu bir bakıma rejimi devam ettirmek için diktatörü feda etti. O günden beri de halkın yanında görünmeye çalışarak bütün sürecin ortaya çıkardığı kitle enerjisini massetmeye çalışıyor. Bunu yaparken gerek eski rejimin taraftarlarıyla gerekse Müslüman Kardeşlerle bir tür işbirliği ve ittifaka girişmiş görünüyor. Yani Yüksek Askeri Konseyin başında olduğu ve eski rejim güçleriyle yeni aktörleri bir araya getiren bir tür elit siyaseti ile sokak siyasetinin karşı karşıya geldiği bir durumdayız.
Şöyle bir hayale kapılmamak gerek. Bölgede 30-40 yıllık diktatörlüklerin altında çok canlı bir siyasal hayat zaten yoktu. Dolayısıyla çok ciddi halk hareketleriyle karşı karşıya olmamıza rağmen bunların bir siyasal alternatif şekillendirme noktasında zaafları var. Bu hareketler bir ivmeyle yukarı çıkıyor; ancak kurumsal siyasal sonuçlar yaratamadan yeniden geriliyorlar. Ama şuna da dikkat etmek gerek, bunlar Batı yanlısı eylemlilikler değiller. Bir tür “Batı tipi liberal parlamenter demokratik yapı” özlemi var ama kendi öz eylemliliği vurgusu çok yüksek. Batı karşısında bir mesafe almaya dönük refleks (Libya gibi örneklere rağmen) çok güçlü.
Şunu söyleyebiliriz rahatlıkla: Arap Baharı denilen süreç, bütün bölgede şu ya da bu ölçüde sokak siyasetini canlandırmış durumda. Emperyalist müdahaleler var ve bunlar daha da kızışacak elbette. Libya örneği bunu gösterdi. Suriye örneği önümüzde çok ciddi bir sınav olarak duruyor. Türkiye sosyalist hareketi açısından buraya daha dikkatli yaklaşmak, iki görevi bir araya getirmek gerekiyor: Biri Esad rejimine karşı halkın demokratik, sosyal taleplerinin yanında yer almak. Ama diğer yandan da Suriye’nin bir uluslararası çatışma alanı haline getirilme riski, bir emperyalist müdahale riski var, bunun içinde Türkiye’nin rol alma tehlikesi var. Bu senaryo çok vahim sonuçlar ortaya çıkarabilir. Buna karşı uyanık olmak gerekiyor.
Muhaliflerin emperyalist güçler tarafından silahlandırıldığının söylendiği bir ortamda bu zor bir şey değil mi?
Bir uluslararası ayaklanmalar süreciyle karşı karşıyayız. Bunun ilerleme devreleri olduğu gibi gerileme, bastırılma, ihanete uğrama, çürüme, yozlaşma devreleri de söz konusu olabiliyor. Burada doğrusal bir evrim beklememek gerek. Bölgenin sosyal-siyasal dinamikleri o kadar karmaşık ki farklı sosyal mücadeleleri ve etkileri kışkırtıyor bu. Bu nedenle tavır almak zorlaşıyor. Suriye’de sürecin başlamasının üzerinden dokuz ay geçti. Bu süreçte Esad rejiminin üç taktiği oldu denebilir. Biri baskı. Bildiğiniz gibi BM ölü sayısını 3500 olarak veriyor. İkincisi reform vaatleri, ama olayların gerisinde kalan vaatler. 3-5 ay önce rejim söylediklerini yapsa belki sorun kalmayacaktı. Üç, korku senaryoları. Azınlıkların desteğini almak için “benden sonra sizi kıtır kıtır keserler” diye özetlenebilecek mezhepsel farkları
kışkırtan politikaları. Bu stratejinin çok başarılı olmadığını söylemek gerek. Elbette Esad rejimi Mübarek gibi yalnızlaşmış değil ve içte belli bir toplumsal desteği hala mevcut. Ama içerdeki desteği giderek sınırlandı, uluslararası alanda da yalnızlaştı, dahası ülke ciddi bir iktisadi darboğazla karşı karşıya. Bunun karşısında muhalefetin karşı karşıya olduğu riskler var. Biri halk hareketinin hızla militarizasyonu, askerileşmesi. Bu Libya’da yaşanan şeydi. Bir ikinci risk, krizin uluslararasılaşması. Suriye bildiğiniz gibi Libya’dan farklı olarak bölgenin siyasal dinamikleri, çatışma alanları içinde çok ciddi bir faktör. Bu nedenle çok sayıda bölgesel faktör devreye girmiş durumda. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Lübnan Hizbullahı, Lübnan’daki Sünni güçler, İran vb. hepsinin ülkede dahli var. Dolayısıyla Suriye’deki ayaklanmanın bölgesel çatışmaların arenası haline gelme, yani bölgesel ve uluslararası aktörlerin ülke içerisindeki silahlı güçlerin sponsoru haline geldiği bir durumla karşılaşma tehlikesi söz konusu. Bu anlamda o ülkedeki iç savaşa referansla “Lübnanlaşma” diyebileceğim bir risk söz konusu. Yine Lübnanlaşmanın bir diğer belirtisi olarak siyasal çatışmanın bir mezhep çatışmasına dönme riski var. Mezhep çatışmaları yaşanmaya başlarsa bu bütün Arap halk ayaklanmaları sürecinin ruhuna ve karakterine en büyük aykırılığı teşkil edecektir. Yani bu süreci tersine çeviren en ciddi gelişme olacaktır. Bunun karşısında çok dikkatli olmak gerekiyor. Suriye son bir senelik Arap ayaklanmaları sürecinin en ciddi testi haline gelebilir.
Suriye muhalefeti tek boyutlu bir muhalefet değil. Bunların içinde Türkiye ve Katar’ın dahliyle etkinleştirilmeye çalışılan kesimler var. Tabi bu saydığım ülkeler emperyalist vesayetin bölgede aracılığı rolünü oynamaya çalışıyorlar. Katar ve Türkiye bölgede yükselen güçler bunu da dikkate almak gerek. Yine Suudiler de benzer bir rol üstlenmek istiyor. Türkiye’nin Suriye’ye dahli sadece taşeronluk rolüne soyunmuş olmasından ileri gelmiyor, daha fazlası var. Yeni bir Kuzey Irak ya da Güney Kürdistan örneği istemiyor bölgede. Türk dış politikasının temel parametrelerinden biri Kürtlerin uluslararası alanda bir özerk siyasal varlık kazanmaması. Bunu Güney Kürdistan’da beceremediler. Türkiye için en kötü senaryo olan uluslararası tanınırlığı olan özerk bir siyasal yapı ortaya çıktı. Bunun Suriye’de tekrarlanması Türk dış siyaseti açısından yeni bir yenilgi olacaktır. Suriye’de benzer bir Kürt otonomisinin kazanılmaması için Türkiye, Libya’da olduğundan daha fazla angaje olacaktır. Bilindiği gibi, Türkiye’nin bir tampon bölge oluşturma ihtimali giderek daha fazla gündeme geliyor. Türkiye böylesi bir adımı meşrulaştırmak için muhtemeldir ki göçmen akını veya bölgedeki güvenliği sağlama vb. gerekçelere başvuracaktır.
Esad rejimi basına ciddi kısıtlamalar getirdiği için ülkede tam olarak ne olup bittiğini bilebilmek mümkün değil. Dahası, hemen her tarafın dahil olduğu ciddi bir dezenformasyon kampanyası, bunun yarattığı bir bilgi kirliliği söz konusu. Ancak bulunduğumuz aşamada Suriye’nin çeşitli sınırlarından içeriye milis girişi olduğu bilgileri var. Eğer buradaki süreç ordu ile milis güçler arasındaki bir çatışmaya dönerse buradan bizim özlediğimiz anlamda demokratik bir dönüşümün gerçekleşmesi hayli zorlaşacaktır. Bu bir. İkincisi mezhep çatışmasına dönüşme riski. Evet, Esad sorumlu ama Suriye muhalefetinin de Sünnileşme tehlikesi var. Üçüncüsü çatışmanın bölgeselleşmesi ve emperyalist müdahale. Suriye halkında antiemperyalist bilinç ve ulusal bağımsızlık duyarlılığı güçlüdür. Ancak burada dahi Libya örneğinden yola çıkarak bir uçuşa yasak bölge, “yumuşak bir emperyalist müdahale” özlemi güç kazanmaya başladı. Bu yol özellikle ABD ve Türkiye yanlısı bir takım muhalif figürler üzerinden ülke içine pazarlanmaya çalışılıyor. Bu ihtimal geçerlilik kazanır mı bilinmez ama süreç böyle devam ederse ciddi bir alternatif olarak karşımıza çıkacaktır. Bunun yaratacağı tehlikeler Libya’dan çok daha vahim sonuçlara gebe olacaktır. Aslına bakarsanız Libya çok “kolay” bir müdahale oldu emperyalist güçler açısından. Gerek coğrafi nedenler gerek.
Kaddafi rejiminin toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmiş olması nedeniyle. Suriye’de bu mezhepsel ve etnik yapı korunurken, Esad’ın hâlâ kayda değer bir toplumsal desteği varken gerçekleşecek bir emperyalist müdahale, hem sivil kayıplar hem de kışkırtacağı mezhepsel çatışmalar nedeniyle Irak benzeri sonuçlara yol açabilir. Bu konuda da Suriye’deki muhalefetin daha yerli, sola daha yatkın unsurlarının dostça uyarılması gerekli.
Sürece bakınca emperyalist müdahale açısından gidişata göre birkaç planın hazır edilmiş olduğu görülüyor. Bunlardan ilk ipucu verenler yumuşak güçlerin konumlanması ve/veya Türkiye’nin tampon bölge yaratması seçenekleri. Bunlar nasıl sokulabilir arayışları söz konusu sanki?
Aslında bu dokuz aylık süreçte emperyalist merkezlerin de tereddütleri oldu. Esad rejiminin hızlı bir şekilde çözülmesi konusunda ABD bile tereddütlü davrandı diyebilirim. Sonra Libya bir katalizör işlevi gördü. Mısır, Tunus örneklerinde ABD ve belli başlı emperyalist güçler olayların gerisinde gidiyordu. Libya’da emperyalistler reaksiyoner bir güç olmaktan çıkıp aksiyoner bir güç haline geldiler.
Açıkçası bölgesel süreç açısından bizim tek şansımız, Mısır’daki sürecin momentum kazanması, yeniden özellikle aşağıdan, sokak gücüne dayanan bir karakter kazanması. Muhtemeldir ki bu, diğer ülkelerdeki süreci de daha radikalize edecek ve daha aşağıdan bir karakter kazandıracak bir itki verecektir. Böyle bir ihtimali akılda tutmak gerek, bölge kaynamaya devam ediyor çünkü. Yemen’de çok ciddi bir halk hareketi var. Fas’ta seçimler oldu belki ama orada da seçimleri boykot eden bir sokak muhalefeti var. Dolayısıyla bütün bölgede bir önceki dönemin siyasal-sosyal dengesini tarumar eden bir kaynama haliyle karşı karşıyayız. Elbette emperyalist müdahaleler olacak, ama süreci kontrol etmek o kadar kolay değil. Sadece bölgesel etkilerini değil dünya çapında etkilerini kontrol edebilmek kolay değil. Onun da örneklerini görüyoruz. Tahrir bir biçimiyle ABD ve Avrupa’ya taşınmış oluyor. Tabi ki çok farklı bir bağlam ve şekilde ama Tahrir sembolizminin bu kadar farklı bölge ve mücadelelerde yankılanması aslında alışık olduğumuz bir şey değil.
Şunu hatırlamakta yarar var: 11 Eylül sonrası konjonktürde ABD’nin kendini “bölgeye demokratikleştirecek bir güç” olarak prezante ettiği bir Ortadoğu söz konusuydu. Elbette emperyalist çıkarları perdelemeye dönük çiğ bir demagojiydi bu. Irak’a müdahalesinin meşrulaştırıcı gerekçesi de buydu. Bugün bölgedeki demokratikleştirici güçler, yani demokratik talepleri öne sürenler ABD’den bağımsız bir biçimde şekillenmiş durumda. ABD bu güçleri, yani halk hareketlerini kendisine yedeklemeye daha doğrusu onları vesayet altına almaya ve etkisizleştirmeye çalışıyor. Yani ABD’nin neredeyse mutlak bir biçimde bölgesel dinamikleri kontrol edebildiği bir dönemden, bağımsız halk dinamiklerinin bütün zaaflarıyla da olsa etkin bir güç olarak sahneye çıktığı bir döneme girdik. Elbette buralarda bizim anladığımız anlamda daha radikal bir sosyal dönüşümün taşıyıcısı olabilecek siyasal, sosyal örgütlenmeler yok, olanlar da görece zayıf. Diyeceksiniz ki dünyanın neresinde var. Aynı durum Yunanistan ya da İspanya için de söylenebilir. Belki de dönemin özelliği bu; ciddi kitle mücadele ve direnişlerinin kural haline geleceği bir yeni mücadeleler dönemine giriyoruz ama bunun karşısında bunları bir tür siyasal alternatife dönüştürebilecek siyasal güçlerin zayıflığı söz konusu. Dolayısıyla bu tip kısıtlar sadece bölgeye özgü şeyler değil, bütün dünyada söz konusu. Ama bu tip çelişkiler bölgede daha akut haldeler.
Şunu da söylemek gerekiyor: Çok ciddi bir imkân yaratıyor bu gelişmeler. Bir Arap solunun yeniden doğuşunun nüvelerini görüyoruz buralarda. En gelişkin örnekler olarak Mısır’da ve Tunus’ta bu durum daha iyi görülebiliyor. Buradaki radikal sol güçler kendi boylarının çok ötesinde bir siyasal etkiye kavuşmuş durumdalar. Görünen o ki son bir yıl içinde belli bir siyaset deneyimine, sokak deneyimine sahip olmuş yeni bir Arap solu oluşuyor. Bunun sosyal temelleri gelişiyor, işçi sınıfı ve gençlik hareketi içerisinde. Bu çok umutlu bir şey. Çünkü Arap solu müzelik bir şey haline gelmişti. Şimdi yeni güçler şekilleniyor. Yeni partiler oluşuyor. Bunları takip etmek, dikkate almak gerekir. Sokak ne kadar canlı olursa bu sol o kadar güçlü olacaktır. Bu hareketlilik ne kadar düşer ve emperyalist güçler ve yerli hâkim sınıflar kontrolü ele alırlarsa bu sol o kadar zayıf kalacaktır. Bu değişim sürecinin kimin kontrolünde olacağı sorusu bugün Mısır’da ve diğer ülkelerdeki güncel sorudur. Güçler dengesi, aşağıdakilerin, sokak muhalefetinin aleyhinde. Ama son günlerde Mısır’da görüldüğü gibi tarih sürprizlere açık ve bugün Yüksek Askeri Konsey hiç olmadığı kadar itibar yitirmiş durumda.
Tahrir’den başlayıp NewYork’a uzanan bu süreç solun devrim programı ile halkların taleplerinin buluşması açısından ne gibi olanaklar yaratıyor?
Bu ayaklanmaların çok farklı coğrafyalarda kitle eylemlerini kışkırtıyor oluşunun ardındaki neden bunların sadece Ortadoğu’ya özgü yozlaşmış gerici rejimlere karşı ayaklanmalar olmayıp aynı zamanda kapitalist kriz bağlamında neoliberalizme ve piyasaların diktatörlüğüne karşı direnmek isteyen çok farklı coğrafyalardaki insanlara da özgüven veriyor olmasıdır. Neoliberalizmin hâkimiyetinin önemli sonuçlarından biri, toplumsal ilişkilerin mevcut düzenlenme biçimine bir alternatif olmadığı, olamayacağı şeklindeki anlayışın yaygınlaşmış ve bu doğrultuda kitlelerin kendi öz eylemlerine ilişkin güveninin sarsılmış olmasıydı. Tahrir örneği, dünya çapında sıradan insanların kendi öz eylemleriyle bir tarih yapabileceğine ilişkin özgüvenini kışkırttı. Doğruluğu yanlışlığı önemli değil. Bir tarihsel olayın dünyanın farklı yerlerdeki farklı okunma biçimlerinin başka siyasal ve sosyal süreçleri tetiklemesi diyebiliriz buna. Siyasal tarih bu tip örneklerle doludur. Tahrir, çok farklı mücadeleleri kışkırtabilen, dünya ölçeğinde kolektif siyasal imgelemde derin izler yaratan bir örnek. Dolayısıyla biz ona bakarken sadece bölgesel bir olay olarak bakmamalı ve onun neden böylesi mücadeleleri en azından sembolik düzeyde kışkırtabildiği üzerine düşünmeliyiz.
2008 krizi önümüzdeki yıllarda burjuva siyasal mimarisini daha da kırılgan hale getirecek gibi görünüyor. Bölgedeki ayaklanmaların arkasında bu kapitalist krizin, ekolojik krizle bütünleşen kapitalist krizin (aklınıza mesela gıda fiyatlarındaki sürekli yukarıya çıkışı getirin) bu rejimleri kırılgan hale getirdiğini; yıllardır uygulanmış neoliberal politikaların bu rejimlerin altını nasıl oyduğunu, siyasal meşruiyetlerini yıprattığını görmez, bu yaşananları sadece yozlaşmış Şark tipi rejimlere karşı ayaklanmalar olarak görürsek onların dünya çapında yaratmakta olduğu etkileri de göz ardı etmiş oluruz. Şunu söylemenin çok iddialı olmayacağını düşünüyorum: “Bir Tahrir kuşağıyla karşı karşıya kaldık, kalıyoruz ve kalacağız.”
Tekrar etmekte yarar var belki: Kitle mücadelelerinin yoğunlaştığı yeni bir döneme giriyoruz. Son 3-4 senedir dünya tablosuna baktığımızda çok hızlı ve beklenmedik şekilde gelişen, ciddi kitlesellikte ve yoğunlukta sosyal mücadele ve direnişler görüyoruz. Mücadelenin radikalliğinde ve kitleselliğinde niteliksel bir sıçramayla karşı karşıyayız. Bu da krizin kapitalist sosyal ve siyasal mimariyi kırılgan hale getirmiş olmasıyla çok alakalı. Hiç beklenmedik sosyal patlamalara yani, kitlesel ölçekte ani bilinç sıçramaları ve siyasallaşmalara hazır olmalıyız. Bunun örneklerini gördük, belki önümüzdeki dönemde daha radikal örneklerini göreceğiz. Ama şöyle de bir sorunla da karşı karşıyayız: Bütün bu gelişmelere rağmen dünya ölçeğinde sermaye ile emek güçleri arasındaki güçler dengesinde bir değişim gerçekleşmiş değil. Bir başka mesele, bütün yaşanan yoğun kitle mücadelelerine rağmen radikal siyasal örgütlerin ve sendikaların, sosyal taban örgütlerinin üye sayılarında bir sıçrama yaşanmıyor. Yani sosyal hareketler vuruyor geri çekiliyor, vuruyor geri çekiliyor. Kalıcı bir etki bırakmıyor, bırakamıyor. Sosyal hareketlerin gelişkinliği ile bunların siyasal ifadesi arasında bir uçurum var. Bu da ciddi bir sıkıntı yaratıyor.
Dolayısıyla bir önceki dönemin siyasal kesinlikleriyle ve uzlaşılarıyla hareket etmemek gerekir. Yeni bir dünya durumuyla karşı karşıyayız muhtemelen. Solun dünya ölçeğinde buna kendisini uyarlı kılabilmesi, antikapitalist bir alternatifi şekillendirme konusunda daha sakınımsız davranması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde siyasal alan giderek daha fazla kutuplaşacak. Bir dizi ülkede bunun örneklerini görüyoruz. Aşırı sağ ile aşırı sol arasında bir keskinleşme yaşanacak. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada bir otoriterleşme dalgası var. Siyasal mimarinin kriz bağlamında kırılgan hale gelmesi, sermaye sınıfı açısından siyasal sistemin giderek daha otoriter bir karaktere büründürülmesini gerektiriyor. Bu açıdan sosyal ve demokratik taleplerin birleştirilmesi sadece Mısır’a, Tunus’a özgü değil, bütün dünyada böyle. Bu nedenle, Yunanistan’da İspanya’da, Amerika’da sloganlar sadece işsizlikle ya da sosyal adaletle ilgili değil, aynı zamanda gerçek demokrasi, doğrudan demokrasi söylemleri önde. Antikapitalist bir siyasal alternatif şekillendirmek bu polarize olmuş siyasal ortamda giderek kaçınılmaz bir görev haline geliyor. Bir ara çözüm, bir “güler yüzlü kapitalizm”, bir “yeşil kapitalizm” ihtimali hızla devreden çıkıyor. Hızlı sosyal ve siyasal gelişmelerin yaşanacağı bir döneme giriyoruz. Kapitalist kriz aynı zamanda ekolojik krizle eklemlenerek gelişiyor. Ekolojik krizle eklemlenmesi demek buhranın daha kapsamlı bir medeniyet krizi haline gelmesi demek. Bunun sonuçları, dünyadaki siyasal, sosyal dengeleri altüst edecektir. Tunus’ta yaşananlar ve sonrasındaki gelişmeler bu ikili krizin yaratmakta olduğu dünyaya karşı ilk ciddi tepkilerdir.