Bak Şu Liberallere
Haluk GERGER
1 Eylül 2008
Önce Hürriyet’teki haberle öğrendim Sungur Savran’ın Radikal’deki bir yazısı üzerine başlayan tartışmayı. Sonra, Mavi Defter’in gündemine ilişkin yazdığı bir notta, Volkan Alıcı söz etti Taraf Gazetesi’ndeki liberal kampanyadan. Liberallerle tartışmanın sosyalist sol bakımından çoktan tüketilmiş ve kapatılmış bir mesele olduğunu düşündüğümden doğrusu şaşırdım önce. Sol liberallerle polemiği anladım da, “safkan liberal takımla bu saatten sonra ne işimiz olabilir ki” diye düşündüm doğrusu. Ama anlaşılan, liberaller, ulusalcıların içine düştüğü sefil durumdan cesaretlenerek, dışarıdan da kışkırtılarak ya da görevlendirilerek, ipin ucunu kaçırmışlar biraz ve ayaklarına dolanacağı kesin bir ideolojik saldırıya girişmişler.
Bugünkü kriz ve “iktidar kavgası” koşullarında düzenin ideologları, her biri kendi meşrebine ve görevine göre, sistemi (burjuvaziyi ve devletini) koruma-kollama-kurtarma harekatına koyulmuş durumdalar. Acil tehlike “Kürt hareketi” ve potansiyel tehlike de “İşçi Sınıfı Hareketi”nin yükselmesi, sınıf mücadelesinin keskinleşme olasılığı. Bir zorluk da, emperyalizmle ilişkilerin yeniden rayına oturtulması. Sağıyla soluyla “milliyetçiler” ile “liberaller” arasındaki ortaklık burada. Görevlerini yaparken giriştikleri ideolojik saldırıda ise, emperyalizmin tetikçisi “anti-emperyalist”, milliyetçi-bürokratik solcu “komünist”, sermayenin kıyıcısı da “demokrat” rolünü oynayabiliyor tabii.
Amaçlar aynı olsa da, elbette taraflar arasındaki yöntem farkını yok sayamayız. Liberallerin reçetesi gerçekten demokrasiyi içerseydi, ulusalcı solcu-Kemalist-faşist koalisyona göre, lehlerine bir farklılıktan söz edebilirdik belki de. Ne var ki, gericiliği ve sınıf diktatörlüğünü gizleme, yığınları uyuşturma, bilinçleri karartma becerileriyle liberallerin “fareli köyün kavalcısı” rollerini asla bir yana itemeyiz. Onların Düzen’in sadece daha “akıllı” savunucuları olduğu gerçeğini, sahte demokratlıklarının, fark yaratmadığı gibi, tehlikeli dahi olabileceğini gözden kaçıramayız. Liberallerin idollerinden Rahmi Koç’un şu sozleri bu bakımdan oldukça uyarıcı olmalı: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi…”
Şimdi son saldırganlıklarını da görünce, anlaşılıyor ki, liberallerle hesaplaşmayı sürdürmek gerek.
Liberal kalemşörlerin neredeyse tamamının başka ideolojik konumlardan geldikleri, popüler deyimle “dönekler”den ibaret oldukları, biliniyor. Milli Görüş’cü İslam’dan Faşist Cenah’a uzanıyor geldikleri yelpaze. Ama, asıl ses çıkaran çoğunluk herhalde “sosyalizm”den gelenler. Bu doğal; Prens Sabahattin efsanesi de dahil olmak üzere, dışa bağımlı “gelişme/modernleşme”nin kaçınılmaz sonucu, yerli liberalizmin içsel dinamiklerden yoksunluğu ve dolayısıyla da devşirme mekanizmasına muhtaç olması. Dış girdi ise, olmazsa olmazı. Geç ve geri kapitalistleşmenin, devlet fideliğinde emperyalizme bağımlı çapulcu burjuva oluşumunun doğal sonuçlarından biri bu. Sosyalist Sol’a saldırıda “Sosyalizm’den gelenler”in tetikçilik yapmalarında, sınıfsal dinamikler, emir-komuta içindeki hizmetler ve iç bilgilerin pazarlanması kadar, “cinnet yılları”nın “ah yanarım boşa giden gençliğime” yakınması, ruhu satarak zar zor edinilmiş “dünya nimetleri”ne olan “sonradan görme” müptelalık ve müptezel “dönek kin ve nefreti” de rol oynuyor elbette.
Neyse, şu “bitleri kanlanmış” görünen liberallere biraz yakından bakmayı deneyelim. Bunu yaparken, tanığımız Lenin olacak. Lenin iyi bir seçim, çünkü, en azından, “eski solcu” liberallerin aşina oldukları ve çok büyük olasılıkla zamanında bol bol kullandıkları kaynaklara atıfta bulunmuş olacağız. Bu anlaşılmayı kolaylaştıracaktır elbette.
Liberalizm, hiç kuşku yok, “tuzu kurular”ın ideolojisi. Doğuşu itibariyle böyle bu. Bugün, bizimki gibi ülkelerde, “korkudan rahat uyku yüzü görememekten müşteki tuzu kurular”ın numarası olmuş durumda. Onların demokratik duyarlılıkları, korku içinde geri çekilmek ve yeni vurucu hamleler için güç biriktirmek, bu arada kitleleri de uyutmak. Bir şey daha unutulmamalı. Günümüzde bizim gibi ülkelerde liberalizm aynı zamanda emperyalizmin sözcüsü, “halkla ilişkiler memuru” olmak demektir; siz bakmayın onların “gazeteci,” “”akademisyen” gibi sıfatlarla kamuflaj numaralarına. Onlar, en gerici yeni muhafazakarların (neo-con) politika ve değerlerini savunurlar ama liberaldirler!..
Palazlanan burjuvazinin ideolojisi olarak liberalizm, “feodal frenler”e karşı, kapitalizmin önünü açacak unsurların savunucusu olarak tarih sahnesine çıktı; bireyin savunusu, devlet müdahalesi karşıtlığı, özgürlük, eşitlik, demokrasi talepleri vb… Bunlar muhalefet dönemine, feodalizmle mücadele sürecine ilişkin cilalardı.
Sonra iktidar, kendi yarattıkları proletaryadan korku, ardından da tekeller, finans kapitalin üstünlüğü, emperyalizm geldi. Bu süreçte liberal de değişti elbette. “Sınıf” yerine “toplum” ve “birey”; “sınıf mücadelesi” ve “devrim” yerine de “demokrasi,” “sosyal devlet,” “sosyal barış,” “toplumsal fayda/mutluluk” ve en önemlisi “tekamül” (evolüsyon) konulmaya başlandı.
Özel mülkiyet rejimini korumak ve emeği pasifize etmek için, gerektiğinde, özü “bırakın sömürsün, çoluk çocuk, yaşlı, kadın dinlemeden ezsin geçsin” demek olan ”bırakın yapsınlar bırakın geçsinler” (“laissez faire laisse passer”) vandallığı da dayatılabilirdi; şartlar değiştiğinde, “reform” da, “sosyal devlet” de, “ekonomiye müdahale” de, “demokrasi” de öne çıkarılabilirdi. Hepsi sınıflar arasındaki “güçler dengesi”ne dayalıydı; duruma göre, özel mülkiyeti ve sermayeyi korumak, sınıf mücadelesini zapturapt altına almak, emekçinin bilincini karartmak, yolunu saptırmak, devrim tehlikesini savuşturmak için, silah da kullanılabilirdi, “reform”la kaplanmış zehirli şekerler de. Seçimlerde zenginlerin oylarının, varlıklarına, evlerinin, hatta diplomalarının sayısına, topraklarının dönümüne, yatırımlarının miktarına göre daha fazla sayılması da savunulabildi, “eşit oy demokrasisi” de.
Sermayenin, ikiz çocukları ve dolayısıyla da, zora düştüğünde faşizmi, daha rahat zamanlarında liberalizmi kullanma lüksü, vardı. Devlet de onun devletiydi ve istediği gibi kullanabilirdi; gerektiğinde emekçiyi döverdi, gerektiğinde okşardı; sadece, işlerini burjuvaziye mali ve siyasi faturayı kabartmadan, fazla müdahale etmeden yapmalıydı. Bu bakımdan, aslında, liberalizm daha gözde evlattı sermaye bakımından. Burjuvazi, her zaman, sınıf hegemonyası koşullarında, “demokratik” yöntemleri tercih eder ve Devlet de, liberallerin atalarından Bentham’ın dediği gibi, “insanların yokluğunda yapmayacakları şeyleri yaptırmak için” elinde sopası bekler.
Liberalizm, bütün barışçıl ve demokratik söylemine karşı, acımasız, vahşi ve savaşkan olagelmiştir hep. Bir zamanlar, “ekonomik liberalizm” adına, yükselen vahşi kapitalizmin bütün yıkıcılığı için vuruşmuştur, sonra da sermayeye, devlet dolayımıyla yapılan toplumsal müdahaleyi, bu sefer “politik liberalizm”e karşı bularak, özellikle “entelektüel terör”le önlemek için savaşmıştır. Her defasında hedefinde özel olarak işçi sınıfı, genel olarak Emek ve elbette proletaryanın politik temsilcisi sosyalistler olmuştur. Liberalizmin “demokrasi”si, sadece “sınıf mücadelesi”ni yumuşatmaya ve sönümlenmeye yönelik bir “yanılsama/yanılsatma projesi” değildir, hep “pamuk ipliği”ne de bağlıdır ve her an hizmet için varolduğu “özel mülkiyet düzeni”nin safkan çıkarlarına kurban edilme durumundadır. Bunu liberaller zehirli şekerle yapamazlarsa, öteki kardeş silah zoruyla yapar.
Liberal, hiç mi silah kullanmaz? O silahın daniskasını kullanır gerektiğinde ama incelikle, uygarca, psikolojik savaşla, şekerle, çukulatayla destekleyerek. Çünkü, “tuzu artık kokuşmuş”un faşistine göre, o hâlâ, “tuzu kuru”nun temsilcisidir.
Savaş, toplu cinayet, kışkırtma, sabotaj, darbe, işkence, suikast demek olan Soğuk Savaş’ı başlatanın liberal Truman olması asla tesadüf değildir. McCarthy “cadı kazanı” ancak liberal aydınların tetikçiliğiyle kaynatılabilmiştir. Faturanın sonradan hevesli şarlatan McCarthy’e yüklenmesi liberallerin entelektüel üretimdeki stratejik konumlanışlarının sonucudur sadece. Vietnam’ı yaratan ve sürdüren Kennedy ile Johnson’ın liberal, savaşı krize düşerek bitirenin muhafazakar Nixon olması da tesadüf değildir. Kontrgerillanın ilk savunucularından biri liberal Robert Kennedy idi. Onun ürettiği Pinochet’nin vahşetiyle Friedmancı vahşi liberalizm uygulayan “Chicago oğlanları” ya da Evren’in postalları altında liberalizmi dayatan “Turgut Özal’cılar” sapma değil, eşyanın tabiatının temsilcileriydiler. İşçi sınıfının pasifikasyonu sonunda girişilen son yirmi yılın korkunç saldırısının “neo-liberalizm”e ait olduğu inkar edilebilir mi?
Yıllar önce, İstanbul’da Belediye temizlik işçilerinin uzun süren bir grevi sırasında çöpler birikmeye ve kokmaya başlayınca, bizim cici liberallerimizin özel televizyon kanallarında nasıl savaş tamtamları çaldıklarını, neredeyse askeri müdahaleye çağıran kışkırtıcılıklarını hiç unutmam…
Evet, tam bu noktada “bizim liberaller”e gelmeli. Ve Lenin’e.
Önce Lenin, çünkü her satırında “bizimkileri” de anlatıyor:
“Geçenlerde son derecede cana yakın ve aydınlanmış bir Kadet [Devrim öncesindeki Rusya liberal partisi KADET üyesi]’in evinde politik konular üzerinde bir konuşma yaptım. Ve tartıştık. Ev sahibimiz; düşünün, karşımızda vahşi bir hayvan var ve biz de bu aslanın ağzına atılmış iki esiriz. Bu durumda aramızda tartışmaya başlamak uygun olur mu? Bu ortak düşmana karşı savaşmak için birleşmek görevimiz değil mi?.. Benzetme iyi ve kabul ediyorum dedim. Ama, ya esirlerden biri silah tedarik etmeyi ve aslana saldırmayı önerirken, öteki, mücadelenin tam ortasında, aslanın boynunda sallanan “Anayasa” pankartına takılarak, ‘soldan da sağdan da gelen şiddete karşıyım’; ‘meclisteki bir partinin üyesiyim ve anayasal yöntemlere bağlıyım’ diye bağırmaya başlarsa. Bu durumda, yığınların politik ve sınıfsal bilinçlerini geliştirmeleri için eğitilmelerine, aslanın gerçek niyetini açığa çıkaran yavrusu, levhalara güvenmeyi öğütleyen aslan tarafından hırpalanan köleden daha fazla katkıda bulunmuş olmaz mı?”
Lenin’in anlattığı gibi, hem nesnel sonuçları itibariyle, hem öznel saiklerle yığınların bilincinin karartılmasına hizmet ediyor liberal; örnekteki “Liberal köle” sonuçta karşı çıkar göründüğü yırtıcı hayvana hizmet etmiş, görevini yapmış oluyor.
Napolyon demiş ki, “bir Rus’u kazıyın, altından bir Tatar çıkar.” Lenin de diyor ki, “bir Rus burjuva liberalini kazıyın, altından, son derece muazzam, ’bilimsel’ ve “nesnel’ analizler neticesinde, ‘yeni güç kazanmak’ istemesin diye eski gücünün onda dokuzunu muhafaza etmesine izin verilen, yepyeni üniforması içinde, bir polis komiseri çıkar. Her burjuva ideolog tam bir esnaf ruhuna sahiptir; gericilik odaklarını ve ‘polis komiseri’ni yok etmeyi düşünmez, ama mümkün olduğunca çabuk bir uzlaşmaya vararak bu komisere rüşvet vermeyi, yağ çekmeyi ve onu memnun etmeyi düşünür.” Çünkü devlet, ordu, silahlı-silahsız bürokrasi nihayet onun devletidir, gücüdür ve liberalin derdi onları korumak, güçlendirmektir. “Bizimkiler”i kazıyın, altından CIA tarafından “bilenmiş dişleri”yle “tazelenmiş Gladyo”yu göreceksiniz. Üstelik eski gücünü arttırmış olarak belki de. Bu arada, liberallere aşktan gözlerine mil çekilmiş Kürt tanıdıklara da söyleyelim: Bir Türk liberalini kazıyın altından mutlaka “sinsi bir Türkçü” çıkacaktır.
Lenin, Rusya’nın kriz döneminde ortaya çıkan liberal hareketinin içinde gerici toprak ağalarıyla burjuva aydınlarının birlikte yer aldıklarını da yazıyor. Demek krizlerde, özel mülkiyet rejiminin korunmasında ödlek-dönek aydınlarla gericiler (ve emperyalizm) pekala ittifak yapabiliyorlar.
“Gençliklerinde Marksist ya da yarı-Marksist olup da, yaşlanınca ‘akıllılaşıp’ liberal cahillere dönüşen” Rus liberalleriyle eski Avrupa liberallerinin “sosyal demokrasi”ye (komünizme) bakışlarındaki farklılığı Lenin şöyle anlatıyor: “[Avrupalı liberaller] Sosyal Demokrasi’nin oluşmasını önlemeye çalıştılar ve onun var olma hakkına karşı çıktılar; [Rus liberallerse] kendilerini bu gerçeği kabullenmek mecburiyeti içinde buldular… Bunun içindir ki, bizim liberallerimizin sosyal demokrasiye karşı mücadelesi, sosyal demokrat saflar arasında oportünizmin geliştirilmesi yönünde olmaktadır. Sosyal Demokrasinin yükselmesi ve büyümesini durdurmaya gücü yetmeyen bizim liberal burjuvazimiz, onun liberal yönde gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Liberaller haklı olarak bunu (oportünizm ve likidasyon), proletarya üzerindeki etkilerini elde tutmanın ve işçi sınıfını liberal burjuvaziye bağımlı halde tutabilmenin tek yolu olarak görüyorlar.”
Açık değil mi: Önleyemezsen, kontrol etmeye çalış, ehlileştir, sisteme entegre et, böl, istediğin gibi yönet ve eski kuşaklar yerine yeni liberaller devşir. Bütün bunları da sahte “demokrasi-eşitlik-özgürlük” sloganlarıyla yap.
Yeri gelmişken, liberalizme kara sevdadan başı dönmüş Kürtlere şunu hatırlatalım: Lenin’in söylediklerindeki “sosyal demokrasi” (İşçi Hareketi) sözcüklerinin yerine “Kürt Hareketi”ni koyun, sadece “bizim liberaller”imizi anlamakla kalmaz, kendi gerçekliğinize de ulaşırsınız.
Kürtlerle Lenin arasındaki ilişkiyi kurmaya devam edelim. “Politik self-determinasyon yerine kültürel self-determinasyon hakkı”nı savunan liberal projeyle ilgili olarak Lenin’in yargısı şu: “Gayet açıktır ki, ‘politik’ kendi yazgısını tayin hakkına karşı çıkarken, ‘devletin çözülmesi’ tehlikesini öne çıkarırken ve ‘politik self-determinasyon’ formülünü ‘elastik’ olarak tanımlarken, Bay Kokoşkin Büyük Rus milli-liberalizmini…savunuyor.” Buradan Lenin çok önemli ve yararlı bir uyarıda da bulunuyor Rus Marksistlerine: [Liberal Kokoşkin’in Anayasal Demokratlar (Kadet) Partisi’nin kongresinde bu konudaki tezleriyle kazandığı] zafer, Kadet üyeleri gibi ‘ulusların elastik politik self-determinasyonu formülleri’nden korkmaya başlayan Rus Marksistleri arasındaki yönünü şaşırmış olanlara zihin açıklığı” vermesi gerektiğini söylüyor. Bizdeki “milliyetçi komünistler”e tarih zihin açıklığı vermiyor ama Kürtler için belki hâlâ geç değildir.
Ama daha bitmedi. Lenin’den öyle kolay kaçmak yok: “Liberallerin politik kendi kederini tayin hakkı ilkesine olan düşmanlıklarının tek, sadece tek, sınıfsal anlamı olabilir: milli-liberalizm, Büyük Rus burjuvasının devlet ayrıcalıklarının korunması. Ve Rus Marksistleri arasındaki oportünistler…ulusların kendi kaderini tayin hakkına karşıdırlar… [Bunlar] esasta milli-liberal burjuvaları izliyorlar ve işçi sınıfını milli-liberal fikirlerle zehirliyorlar.” “Milliyetçilik”le “liberalizm” halk hareketleri karşısında ve “milli mesele” sorunsalında nasıl da birleşebiliyorlar!.. Ve karşı tarafta da “sınıf kardeşleri”ni, kendi ideolojik izdüşümlerini nasıl da bulabiliyorlar!..
Lenin iki tür burjuva-demokratik devrimden sözediyor. 1789 Fransız Devrimi’nin, bir ölçüde, yığınların devrimci eylemliliği ile özgürlükler bakımından tam başarıya ulaştığını; buna karşılık, 1848 Alman Devrimi’nin, esas olarak, henüz olgunlaşmamış işçi sınıfını peşinden sürükleyen liberal burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirildiğini ve gericiliği tam olarak ortadan kaldıramadan sonlandığını anlatıyor. Burjuvazinin ara ara kenara itildiği Fransız Devrimi’ndeki kazanımlara karşın, İki Devrim’in, “Fransız yolu” ile “Alman yolu”nun sonuçlarını da şöyle betimliyor Lenin: [Alman yolu] kısa sürede ülkenin ‘pasifikasyonu’na, yani devrimcilerin bastırılmasına ve ‘polis komiseri ile çavuş’un zaferine, yol açtı. Birincisi ise, bir dönem için, gücün, ‘polis komiserleri ile çavuşlar’ın direnişlerini ezen devrimcilerin eline geçmesini sağladı.” Lenin, liberal Rus burjuvasının “Alman yolu”na itirazının olmadığını ama “Fransız yolu”na sapılmaması için “her yolu” denemeye kararlı olduğunu yazıyor. Neden? Çünkü liberal “halkın ayaklanmasından değil, zafer kazanmasından korkuyor. Halkın gericilere ve bürokrasiye, şu nefret ettiği bürokrasiye, küçük bir ders vermesinden korkmuyor. Halkın gerici iktidarı devirmesinden korkuyor. Otokrasiden nefret ediyor ve bütün kalbiyle devrilmesini arzuluyor; ama, ülkenin yıkımının, otokrasinin devamından, yaşamakta olan monarşi parazitinin halk organizmasını yavaş yavaş çürütmesinden değil de halkın tam zaferinden kaynaklanacağını düşünüyor.”
Ya “bizimkiler”? Onların ne kadar “Alman yol”cu oldukları açık değil mi” Ya da, daha doğrusu, “Alman yolu”nu çoktan katedip “ABD/AB yolu”nda koşmaya başladıkları ortada değil mi? Solcusuyla sağcısıyla bizim liberalimiz de, Lenin’in anlattığı gibi, “başarısız bir devrim istiyor. Gericiliği, düzenlilik ve meşru, doğal ve kalıcı, güvenilir ve rasyonel olarak görüyor. Devrimi ise, gayrımeşru, fantastik ve doğal olmayan bir fenomen olarak algılıyor. Onu sadece otokratik iktidarın istikrarsızlığı, ‘zayıflığı,’ ‘güvenilmezliği’ nedeniyle bir noktaya kadar kabul edilebilir buluyor… Gericiliğin aşırılıklarını düzeltmek bakımından halkın en yasal hakkı olarak değil de, basitçe günahkar ve tehlikeli bir yöntem olarak görüyor. Ona göre, tam zafere ulaşmış bir devrim ‘anarşi’dir, ama tam muzaffer gericilik anarşi değildir, sadece devletin kimi gerekli işlevlerinin yerine getirilmesinin biraz abartılmasıdır… Burjuvanınkinden farklı bir ‘sistem’ ya da ‘sosyal organizasyon’ tanımaz O… Sadece ‘Alman çavuş’u bilir ama Alman sosyal-demokrat işçiyi ne bilir ne de umursar.”
Onlar, “yığınları kendi başarıları, hegemonyaları için sıçrama tahtası olarak görüyorlar.” Amaçları, “yığınları politik olarak istismar etmek, onları demokratik sözcüklerle tuzağa düşürmek ve sonra da pratikte aldatmaktır…”
Elbette, emekçilerin demokratik talepleri ve politik eylemlilikleri, direnişleri, talepleri olmasa, liberallerin güç kaynağı kurumuş olur. Buna karşılık, yığınlar devrim yaparlarsa, liberaller de işsiz kalırlar. Böyle olunca, emekçi yığınlar denetim altında tutulmalı, uzlaşmaya yönlendirilmeli, liberalizmin sultası altında sınıf çıkar ve mücadelesinden uzak tutulmalı, düzen, burjuvazi ve onun devletinin otoritesi toplumsal sarsıntılarla yıpratılmamalıdır. Ağızlara çalınacak “demokrasi balı” ile uyuşturulan yığınlar liberalizmin bu taktikleriyle ehlileştirilecek, uyumlulaştırılacaklardır.
Nasıl mı? Lenin anlatıyor: “zulalarında bolca bulunan ‘bilimsel analizler’le, ‘felsefi’ belirsizliklerle, politik banalliklerle, ‘edebi-eleştirel’ çığırtkanlıklarla…”
Örnek mi?
Şimdi açın Radikal’i, Taraf’ı, okuyun liberalizmin ideologlarını…
(Kaynak: Mavi Defter)